25 Ocak 2014 Cumartesi

GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK- 23 (Bahçeköy)

Yazın sıcak günlerini geride bıraktık, güneş aranır oldu.  Artık her geçen gün havalar biraz daha soğuyor. Güneş zaman zaman bulut örtüsünü yırtarak gülümsüyorsa da eskisi gibi ısıtmıyor insanı. Sonbaharın son günlerini yaşıyoruz. Havalar tam soğumadan Bahçeköy’e gitmeli, Belediye iken mahalleye dönüştürülen bu beldeyi de gezip görmeliyim. Bahçeköy’e yabancı değilim. Ortaokulda okurken Bahçeköylü arkadaşlarım vardı. Askerliğimi Erzurum’da yaparken de Bahçeköylü arkadaşlarım oldu… Denizden, yani kumculuktan koptuktan çok değil, beş altı ay sonra Bahçeköy’e kapağı attım. Artık devlet memuruydum ve D cetvelinde İ.Ü. Orman Fakültesi İktisadi İşletme Ekonomisi ve Dendrometri Kürsüsünde memurdum. Bu memuriyetim tam tamamına 23 yıl aralıksız devam etti. Askerliği saydırınca da emekli oldum ve ayrıldım Bahçeköy’den. Ama mükemmel arkadaşlar, unutamadığım dostlar edindim.
Kolay değil 23 yılı aynı işyerinde ve bu köyde geçirmek. Çok enteresan günler geçirdim. Çok insan tanıdım güler yüzlü ama arkadan çelme takan! Yine çok insan tanıdım, yüzüne karşı pat pat konuşan ama arkandan sana laf söyletmeyen! Hepsini sıra sıra kayda geçeceğim hele biraz yakından tanımaya başlayalım Bahçeköy’ü… Önce Bahçeköy’e bir gidelim bakalım..
153 No.lu cicili bicili bir belediye otobüsüne bindik Sarıyer’den… Oooo ne de kalabalık. Önce Suat bindi otobüse, nasıl da dalıyor insan, ücretsiz “Gazi Kartı”nı yanlış yere basında şoförden ikaz geldi “Beyefendi alt tarafa basınız” gülüştük! Otobüs tıka basa dolu. Ayaktayız. Gençler varsa da hepsinin kafası dışarıda. Yani istesek de yer veren olmaz. Çok gitmedik, lise önünden ve Büyükdere’den binen öğrencilerle araba tam yükünü aldı. İçerisi sıcak olunca otobüsün camlarının açılması için savaş başladı. Tahsin Özcan birkaç yıllık Bahçeköy’lü ne kadar uğraştı ise de açamadı camı, genç bir liseli imdada yetişti. Benim yanımda tıfıl bir lise öğrencisi. Tıfıl ama yanında kayboldum. Yüzünü görebilmem için çok gayret etmem gerektiği anladım. Zira delikanlının boyu en az iki metre! Sormadım acaba spor yapıyor mu? Bahçeköy’ün iç kısmına kadar gittik otobüsle… Tahsin her zaman gibi bu kez de otobüs şoförü ile kapıştı; “Daha ileri gitmen gerekiyor” diye bağırdı.  Şoför’de hayli sinirli söylene söylene 50-60 metre gidip durdu. Geçimsiz Tahsin bu durur mu? Bu kez “Çok gittin” diye sitem etti!” Hemen şoförden cevap geldi: “ Bu kadar da olmaz be! İn be kardeşim zaten 10 dakika kaybım var”. Yolculardan yardım geldi şoföre “Aldırma kaptan bu adam her zaman böyle yapar”… “Huylu huyundan vazgeçmez. Sarıyer’de de böyle yapardı” dedi Suat. Gülüştük… Son duraktı, indik. Bildiğim yoldan köye doğru yürüdüm. Yürüdükçe hayretim arttı. Yahu köy diye bir şey kalmamış. Nerede o bahçe içindeki tek katlı, iki katlı ahşap cumbalı evler. Hiç biri yok. Ne ev kalmış ve ne de bahçe! Yolun sağı solu yedi-sekiz katlı devasa binalarla dolu… Sokak aralarından ilerleyerek ana caddeye çıktık. Gideceğimiz yer Yusuf’un kahvehanesi!…. Şimdilik burada duralım, sohbete sonra devam ederiz. Önce Bahçeköy’ü bir tanıyalım bakalım!
Bahçeköy denilince Belgrat Ormanları, arberatum, bentler, su kemerleri ve mesire yerleri akla gelir. Belgrat ormanları İstanbul’un akciğeri, su kemerleri, bentler de önemi tarihi eserleridir. Mesire yerleri her yaz binlerce insanı ağırlar…  Arberatumun adı Atatürk Arberatumu! Bu arberatum dünyanın en önemli arberatumlarından biri! Aman Allah’ım yine dağıttık… Yahu sadede gelsene diyen yok! Madem kendimize geldik o zaman şöyle kısa bir gezinti yapalım Bahçeköy’ü konu alan eski yıllara!
Belgrat Ormanları ismini Ormanların içinde bulunan Belgrat köyünden almıştır. Tarih bunu böyle tanımlamasa da bu böyledir. Zira Belgrat köyü diye bir köy yoktu 1500’lü yıllara kadar. Orman içinde köy vardı ama Bizans dönemindeki ismi Petra idi.  O tarihlerde bu ormanların ismi neydi? İşte onu bilen yok! Araştırmalarımda Petra köyü ismine rastladım da ormanın ismine rastlamadım. 
Efendim Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme döneminde Kanuni Sultan Süleyman Belgrat Seferine gider (1521). Önüne hiçbir kuvvet duramaz Sultan’ın. Sefer dönüşü beraberinde getirdiği Sırp esirleri, Belgrat Ormanı içindeki Patra köyüne yerleştirir. O günden sonra da köyün adı Belgrat köyü, Ormanların adı da Belgrat Ormanları olur. Varsın olsun, kimsenin şikâyeti olmadı, bizimde olmaz!
Bilhassa bir konuyu kayda geçmeliyiz ki ileri de köyün başına gelenlerin nedenini bilelim. Efendim Sultan Süleyman Sırp Esirleri Petra köyüne yerleştirir, köyün ismi Belgrat köyü yapılır ama köylülere de daha sonra tahta çıkan Padişahlar tarafından önemli bir görev verilir. Köylülerin görevi Payitahta su veren bentlerin ve ormanların korunmasıdır. Köy halkı aldıkları görevi yıllar yılı başarı ile devam ettirdi ama bir zaman geldi ki ip koptu. Kolera salgınları İstanbul’u kasıp kavurmaya başladı. Binlerce insan hayatını kaybetti. 1894 yılında ise 2683 kişi bu ölümcül hastalığa yakalanarak son yolculuğuna çıktı… Olay vahimdi. Duruma Padişah II. Abdülhamit el koydu ve Belgrat Köylülerini suçlu buldu. Suçları Bentlere iyi bakmamaları, gerekli temizlik yapmamaları, bu nedenle bent sularının kirlenmesi ve bulaşıcı hastalık saçmalarıydı. Karar; Belgrat köyü orman içinden kaldırılacak ve başka yere nakledilecek. Emir bu! Kolay mı karşı gelmek! Derhal görevliler seferber oldu ve kısa bir süre içinde Belgrat Ormanları içindeki köy boşaltıldı ve 1894 yılında bugün ismi Bahçeköy olan yere yeni bir köy yapıldı. İsmi de Bahçeköy oldu. Daha önce Petra köyü boşaltılmamış mıydı? Bu defa da Belgrat köyü boşaltılıyor ve yeni bir köy olan Bahçeköy kuruluyordu.
Köy Bahçeköy ama köyün Belgrat olarak kuruluşundaki halkı Hıristiyan Sırp’tı. Ama zamanla asimile oldular ve Rumlaştılar… Yani köy tamamen Rum köyü oldu… İşte bu köyde tam tamamına 23 yılım geçti.  Köyü tekrar tekrar dolaşacağım ve yazmaya çalışacağım.
Bahçeköy’ü yazmak öyle kolay değil! Zira Belgrat Ormanları, su kemerleri, bentleri, mesireleri, kaynak suları, anıt ağaçları ve Atatürk Arberatumu ile çok büyük zenginliğe sahiptir.
Belgrat köyünün kalıntılarını Belgrat Ormanı içinde izledikten sonra köy hakkında kısa bir not düşmeliyim. Belgrat köyü Bahçeköy olduktan sonra 1894 de muhtarlık oldu ve 1992 yılına kadar muhtarlıkla yönetildi. 1992 de ise belde belediyesi oldu. Belediye olmadan önce köy havasını yavaş yavaş kaybetmiş kent havasına girmişti bile. Orman Fakültesi ve Orman İşletme Müdürlüğünün burada bulunması, yeni işyerlerinin açılması, nüfus artışı, köy halkının orman emvalinden yeteri kadar yararlanamaması, köyde aklı erenleri yeni arayışlara itti. Muhtar İsmet Barlas’ın insanüstü gayretleri sonucunda yapılan referandum sonucunda köy halkı belediye olmayı kabul etti ve sonuçta belde belediyesi olmasına karar verildi.  Belediye olunca semt gelişti, tamamen köy havasından uzaklaştı ama gel gör ki işler birden bire ters döndü ve 15-20 bin nüfuslu Bahçeköy Belediyesi 2008 yılında Anayasa Mahkemesi kararı ile fesh edildi ve belediye üç muhtarlığa dönüştürülerek Sarıyer’e bağlandı! İşe bakın be!
Bahçeköy’ün yerli halkı Belgrat’tan getirilen Sırplardı. Ancak zamanla asimile oldular ve  Rumlaştılar. Milli Mücadele sonrasında yapılan Lozan Konferansında alınan karar gereğince köy halkı mübadeleye tabi tutulacaklar listesine alındı. Köyün Rum halkı Yunanistan’a gönderildi, Selanik Sancağı’ndan gelen Rumelili Türklerden bir kısmı da Bahçeköy’e yerleştirildi. Böylece köyün yerli halkını Selanik göçmenleri oluşturdu. Az boz değil tam 80 Selanikli aile yerleşti Bahçeköy’e! Zamanla ailelerden bir kısmı değişik şehir ve yörelere göç ettiler. Özet olarak kurucu ailelerden kalanlar 35 – 40 aile!. Şöyle bir göz atalım bakalım hangi aileler varmış? Yazıcı (Hüsnü), Şen (Abdullah), Kasap (Rıza), Barlas (Hasan), Özbekrem (Hüseyin-Mustafa), Güzel, Karaman, Balaban, Gül (Aii), Çetin, Bileyci, Aday, Yılmazel, Uçar, Aydın, Ata, Berber, Çimen, Sevinç, Altıparmak, Kılıç, Yalaza, Demir, Karpuz, Luca, İşkodra, Zeren, Dinç, Esen, Sönmez, Tulum, Berk, Şentürk, Altay, Türkan, Şişman ve Trançe aileleri Bahçeköy’ün kurucu aileleri oldular.
Kurucu ailelerin lakapları değil, soyadları dikkate alınarak tespit yapıldı. Aslında geniş aile grupları var. Her grup zamanla kardeşlerin ayrılması ile değişik soyadları aldılar. Mesela; Aguşlar, Kalolar, Tulumlar, Barlaslar, Yazıcılar, Sönmezler, Güzeller, Gülhaneller, Kadıoğulları, Kasaplar hayli kalabalık aile gruplarıdır.
Tabii böyle kalmadı. 1950’li yıllarda köy yeniden göç almaya başladı. Önce Rize’den göç aldı sonra da Giresun, Kastamonu ve diğer yerlerden. Böylece zamanla köy karıştı ve adeta birleşmiş milletler gibi oldu! Ne ararsanız var! Yoku, yok!
Bahçeköy Sarıyer köyleri arasında örnek köylerden biriydi. Bilhassa ahşap evleri ile dikkat çekiyordu. Kafesli, cumbalı ve süslemeli evler. Fakir evleri tek düze ve sade, zenginlerin ki ise göz alıcı! Her yerde öyle değil mi? Bu örnek evlerden sadece üst kısmında Villa Barlas kaldı. Bir ay kadar önce bu köhne evin çatı kısmından çıkan yangın evin üst katını çayır çayır yaktı. Ev, viran ama yine de tek ev olarak duruyor. Varisleri ne iş yapar?
Bahçeköy’de pek çok tarihi eser var. Belgrat Ormanı içindeki Belgrat köyündeki kilise kalıntıları elbette ki önemli ama arada yerinde bulasın! Belki var ama tarihi eser olmaktan çıkmış!
Bahçeköy’deki en önemli tarihi eser, Bahçeköy Kemeridir. Bu kemer’in bir adı da Sultan I. Mahmut Kemeridir. Kemer 1731 de Mimar Sinan’a Sultan I. Mahmut tarafından yaptırılmıştır. Kemerin uzunluğu 409 metre, yüksekliği 27 metre, genişliği 3.25 metre olup 21 gözlüdür, Bu kemerden; Beyoğlu, Beşiktaş, Ortaköy, Galata, Kuruçeşme, Arnavutköy, Kasımpaşa ve Sultan’ın yani Padişahın sarayına su veriliyordu. 1731 den günümüze kadar Bahçeköy Kemeri kullanılmaktadır. Bugüne kadar önemli bir onarım görmemiştir.  Ne teknoloji değil mi?

Uzun Kemer
Bahçeköy ve Belgrat ormanlarından Kemer sayısı hayli fazla! Bir kısmı Bahçeköy sınırları içinde olan Paşa Kemeri, Bahçeköy ile Kemerburgaz arasındadır. Orman içindeki diğer kemerler; Eğri Kemer Kemerburgaz girişinde olup (bu kemere Kovuk Kemer de denilmektedir) Bizans İmparatoru Andronikos tarafından yaptırılmıştır.  Uzun Kemer Göktürk tarafındadır. Bu kemerin bir diğer adı Sultan Süleyman Kemeridir. Kurt Kemeri,  Güzelce Kemer, bu kemere Gözlüce ve Kahveci Kemeri de denilmektedir. Belgrat Ormanları içindeki en mükemmel kemer Moğlova kemeridir.  Bu kemere Mongolova, Muallak ve Mualla Kemeri de denilmekte olup Mimar Sinan tarafından yapılmış, mükemmel bir eserdir.  Kemerin uzunluğu 265 metredir. Orta kısmında dört büyük kemer vardır ve her birinin açıklığı 18.40 metredir. Nedense kemere Jüstinien kemeri de denilmektedir ama yanlıştır. Jüstinien ile ilgisi yoktur.  Kemere Jüstinien kemeri denilmesinin nedeni daha önceleri burada olan yıkılıp yok olan kemerin yerine bu kemerin yapılmış olmasıdır…

Güzelce Kemeri
Bahçeköy ve Belgrat ormanları için bentler de önem arz eder. Ayvat Bendi, Topuzlu Bent, Valide Bendi, Sultan Mahmut Bendi, Büyük Bent ve Kirazlı Bent… Bu bentlerden sadece üçü Bahçeköy sınırları içindedir. Diğerleri Belgrat Ormanları içinde bulunmaktadır. Ayvat Bendi ise Bahçeköy ile Kâğıthane sınırları içinde bulunuyor.
Valide Bendi Elma deresi üzerinde, olup Sultan III. Selim tarafından annesi Mihrişah Sultan adına 1776 da yaptırılmıştır. 225.000 m3 su kapasitesi vardır. II. Sultan Mahmut Bendi 1839 da tamamlanarak hizmete açılmış olup 217.000 m3 kapasitelidir. Topuzlu Bent eski bağlar deresi üzerindedir.  Sultan I. Mahmut tarafından 1750 de inşa edilmiş olup, 160.000 m3 kapasitelidir. Bu bende halk arasında Viran Bent de denilmektedir.
Belgrat Ormanları içindeki en büyük bent Büyük Benttir. Bu bende Belgrat Bendi, Bend-i Kebir ve Sultan III. Bendi de denilmektedir.
İyiye iyi demek zorunda olduğumuz için hemen bir parantez açarak Çayırbaşı-Bahçeköy arasına ve asfalt yola döneceğiz. Malumlarıdır ki bu yol Belgrat Köyü kurulduğundan beri vardı ama patika yoldu. Sonraları daha da genişletildi. Belgrat Ormanı içinde bent ve kemer yapılma çalışmalarının devam etmesi üzerine yol geniş tutulmuştur. Sultan II. Mahmut Valide Bendin temeline atmak üzere Sadrazam İbrahim Paşa ile birlikte saltanat arabası ile Belgrat Ormanına gitmek için bu yoldan geçerken yolun ağaçsız olduğunu görünce, yolun sağlı sollu ağaçlandırılmasını ferman buyurmuş. Kim duracak Sultanın fermanına karşı derhal ağaçlandırma yapılmış yol kenarlarına ve bugün zevkle seyrettiğimiz çınar ağaçları dikilmiş. Her biri tarihi ağaç olan bu çınarlara selam verip geçeriz ve daha uzun yıllar yaşamalarını, hem de sağlıklı yaşamalarını dileriz. Hemen hatırlatalım bir de ağaçların bakımı yapılırken yani budama işleri yapılırken kuşa çevirmeseler de ağaç ağaçlığını bilse!
Bir yerde Hıristiyan olur, Rum olur da kilise olmaz mı? Olur elbet! Bahçeköy’de de vardı kilise! Bahçeköy’ün büyük camii eskiden kiliseydi. Yapılış tarihi 1894-1900 arasında olmalı. Çünkü Köyün Belgrat ormanı içinden buraya taşındıktan sonra yapıldığı kesin. Çünkü daha önce burası iskân alanı değildi. Kilise, yapıldıktan sonra 1923 yılına kadar kullanıldı. Lozan Antlaşması ile mübadele olayı gerçekleşince Rum nüfus Yunanistan’a gönderildi, Selanik’ten de Türk nüfus bu köye iskân edildi. Kilise bir zaman boş kaldı, sonraki yıllarda depo, cami ve kısa bir süre okul olarak kullanıldı. 1977 yılında ise camiye dönüştürüldü. Belki ters gelecek okurlara ama bir süre sinema olarak da kullanıldığını hatırlar gibiyim. Yanlışsa düzeltiriz!
Selanik’ten gelen mübadiller de gelir gelmez kendi ibadethaneleri olan camii inşa ettiler. Köy meydanında ve eski muhtarlık binasının karşısında ahşaptan inşa edilen cami bilahare yıktırıldı ve yerine 1991 de yeni bir cami yapılarak ibadete açıldı. Camiler doluyor mu? Bu ayrı bir konu! Ona yanıt verecek durumda değiliz. Herkesin de camiye gidecek hali yok ya!  Dinde zorlama olmadığına göre, giden gider, gitmeyenlerde kendi bildiğince hareket eder! Ona da amenna deriz! Hatırlatmak gerekir, bir camide Kemer mahallesinde var. Bu cami Artam ailesi tarafından Nuray Artam adına yapıldı ve 1993 yılında ibadete açıldı. Allah razı olsun Artam ailesinden. Caminin de cemaati bol olsun. Hemen belirtmeliyim diğer hayırseverlerden de Allah razı olsun…
Bahçeköylüler yaşamlarını yıllar yılı orman köylüsü olarak devam ettirdi. Elbette ki bahçıvanlık, rençperlik, odunculuk yaptılar. Orman Fakültesi, Orman İşletmesi, Büyükdere Tekel Kibrit Fabrikası ve Fidanlıkta memur ve işçi olarak çalıştılar. Bu durum uzun yıllar devam etti. Sonraları değişim oldu. Zira köy büyüdü, ilçe oldu, yeni yerleşim alanları, siteler ve işyerleri ile hayli gelişim gösterdi. Halk da değişik işlere sahip oldu…
Yusuf Efendi’nin (Coşkun) kahvesinin önündeyiz. Benim için tarihi özselliği olan bir kahve, çay bahçesi! Neler geçmedi aklımdan. Merdivenin ilk basamağında durup sağa sola baktım. Bir basamak daha çıktım birkaç dostu gördüm. İki basamak daha çıktım, artık yanlarındaydım. Öteden beri Bahçeköy’e gittiğimde çocukluğumu, gençliğimi yaşarım. Daha doğrusu değişik hergelelikler yapardım yine öyle yaptım. Sessizce adımladım çay bahçesi girişini, alıp şapkamı elime, oyun oynayan Mustafa Şen’in kâğıt tutan ellerine fırlattım. Ayaklandı herkes, beklide sövüp sayacaklardı, beni görünce fırladı ayağa Mustafa Şen, atıldı boynuma kadim dostum Hüseyin Yalaza, koşup geldi Yusuf’un damadı Ahmet Özen…. Bir anda otuz-otuz beş yıl önceye gittim… Yeni bir dünya yarattım kendime, vay anasını be! İki saniye ayaküstü, ne var ne yok dedik birbirimize. “Sizinle konuşmaya geldim” dedim, bıraktı oyunu Mustafa hemen set üstündeki masaya geçtik. Aklımdan geçeni söylemek isterim, karın açlığında çay içmek nasıl olacak diye düşünürken, Mustafa “Yok öyle şey, önce yemek yiyelim sonra oturur konuşuruz” dedi. “Tamam, yeriz” dedim ve ekledim “Hele önce yemek yiyelim demeseydin, neler yazacaktım, bir düşün” dedim, gülüştük. Ahmet Özen, Sarıyerli! Bahçeköy damadı. Kahveci Yusuf’un kızı ile evlenerek damat oldu. Mustafa Coşkun kahveyi bırakınca işbaşı yaptı, kapı kârlı kapı! Devam etsin! Mustafa’da altmış beşten sonra biraz dünya görsün. Kâzım zaten hayli aktif! “Yemek sonraya kalsın” dedim ve arka arkaya soracaklarımı sordum Mustafa Şen ile Hüseyin Yalaza’ya…  Onlar konuştu, ben not aldım… Hem de anıları tazeledik. Hafızasının tıkandığı yerde Mustafa Şen, alt sete bağırarak bilgi aldı Eczacı Aydın Yerebasmaz’dan.  Aydın 30 yıl önce gelip yerleşmiş Bahçeköy’e, köy damadı ama iyi tanımış yöreyi. Hayli bilgi aldık kendisinden. Döndüm bizimkilere “İkinize birden sorayım” diyerek devam ettim “Eskiden köylerde ağalar vardı. Bahçeköy’de de vardı muhakkak. Kimlerdi bu ağalar?” Daha önce, yani üç beş gün önce Mehmet Aday ile görüşmüş söylediklerini not etmiştim.  Mustafa ile Hüseyin’in söyledikleri Mehmet Aday’ın söyledikleri ile aynen örtüştü. Ağaları şöyle sıraladılar: Agus Ağa (Mehmet Sönmez), Hüsnü Ağa (Yazıcı), Tulum Ali Ağa, Kalo İbrahim Ağa, Barlas Hasan Ağa, Kadıoğlu Ali Ağa, Muharrem Ağa (Gürhaneller). Saymaya devam et desem, şüphesiz kıyıdan köşeden yine bir iki isim sayabilirdi. Ben lafı değiştirdim ve sordum: “Şimdi ağalık olsa, kimler ağa olabilir?”. Millet uyandı, kimse kül yutmuyor, Mustafa Şen de aynı yanıtı verdi, Hüseyin Yalaza’da “Uyan Balcı uyan; şimdi herkes ağa! Ne ağa arayıp durursun!”. Aynen kabul ettik. Günümüzde arkan varsa, cebin sıcaksa en büyük ağa sensin! Mehmet Aday da “Bu zamanda ağa mı kaldı?” demiş sıyrılmıştı işin içinden sonra da talimatı vermişti: “Be adam eski işleri Mustafa Şen iyi bilir, yeni İşleri de Hüsnü yazıcı, onlarla konuş yakamdan düş!”.
Mustafa Şen’e “Kasap Mustafa” derler. Kasaplıkları ve hayvancılık babadan kalma. Kendisi bir yaman hesap adamı. Alıp götürdü başarı ile işi hayli de büyüdü. Çok meraklıydı okumaya.  II. Dünya savaşı sırasında yol varsa da araba olmadığı için okumak güçtü. Sabah erken çıkacak 8-10 kilometrelik yolu yaya yani yürüyerek Sarıyer’e gidecek, okul çıkışı yine yaya dönecek ve haydi hayvanlara… Haydi bahçeye… Bu olmaz deyip bıraktı okulu. Ama çocuklarını inatla okuttu. İki oğlu, üç kızı var. Büyüğü Abdullah üniversiteyi bitirmedi, iş hayatına atıldı. Küçük oğlu Erhan makine mühendisi, kızları maşallah hepsi iyi yerlerde! Biri doktor, biri öğretim görevlisi diğeri de öğretmen… Okuyamadı ama okuttu… Mustafa Şen denildiğinde biraz düşünmek gerek. Öyle köy ağası gibi görüntüsü varsa da ağa değil. Eli iyi, işini bilir, sevdiğini sever ama hep mesafeli durmayı da aklından çıkarmaz… Mustafa Şen’de sağ kulvar adamıdır, yürür durur. Her zaman köyde akla gelen isimlerden biri olmayı bilmiştir. Muhtarlıkta yapmıştır, belediye meclis üyeliği de… Pilav üstü ve kadayıftan oluşan yemeğini de yedik ya Mustafa’dan iyisi yok derim ve notlarıma bakmaya devam ederim.
Hüseyin Yalaza çok eski arkadaşım. Orman Fakültesinde birlikte çalıştık. Ben kürsüde o muhasebede.  Muhasebe ofisinin gülüydü, sorunları çözücüydü. Her gün birbirimizi görmeden yapamazdık. Hayat doludur. Kızmaz, kızdığında da anlıktır kızması. Güleç yüzü, şakaları ve şaka kaldırmaları ile de sevimli dostlardandır. İyi futbol oynardı, bunu da kulübe yansıttı ve yönetim kurulunda bulundu, başkanlığını yaptı Bahçeköy Spor Kulübünün. Ama “Yalaza” denildiğinde akla gelen Hüseyin’den önce ağabeyi Hasan’dır. Çok renkli adamdı. Deli dolu, güleç, kızdığında alev alev yanan gözleriyle duman attırırdı etrafında. Bir ordu ile başa çıkacak kadar metin, inatçı idi. Dargınlığı yoktu ama garip insandı. Garip göçtü bu dünyadan. Allah rahmet eylesin.
Hüznü Yazıcı bizden bir kuşak sonra gelir. Ama hayli etkin bir isim Bahçeköy için! Sarıyer’deki dükkânında buluşup görüştük. Meramımı anlattım, hemen kabul etti. “Ben bilgileri sana yazılı olarak veririm” deyince çok da sevindim. Hüsnü tam bir bilge! Aktif bir insan,  dernekçi ve siyasetçi! Sağ kulvarda yıllardan beri koşup duruyor. Yıllarca sağ partilerde siyaset yaptı, yönetimlerde bulundu, belediye meclis üyesi ve Bahçeköy Spor Kulübünde başkan ve Sarıyer Spor Kulübünde yönetici olarak görev yaptı. Sarıyer’de kurdukları Yazıcı Market hayli ses getirdi ama sonra! Ama sonra amca çocukları Hüsnü-Oktay ayrılığı gerekli oldu. Hüsnü aynı işi kardeşleri Metin ve Çetin’le birlikte devam ettiriyor. Hüsnü mübadil olduğunu unutmadı. Köyde Mübadiller Derneği’nin kurulmasına öncülük yaptı. Arşiv çalışmaları yaparak tarihe ışık tuttu. Kurduğu ekiple atalarının yurduna gezi tertip edip gittiler.
 Nedendir bilinmez yine dedikoduya dalıp gittik. Ne gereği vardı bunlara… İşine baksana be adam!   Hüsnü Yazıcı’nın verdiği bilgiler doyurucu, yeri geldikçe kullanacağım…
Mehmet Aday bir başka can dostumdur. Fakültede başlayan dostluğumuz aynı sevecenlikle ve aynı saygı ile devam edip gidiyor. Böyle de gider. Çalışkan, iş bilir, yardımsever ve telaşsız bir kişi! Saygıda kusur etmez, efendilikte tek geçilir… Hilesi, hurdası olmayan, olduğu gibi görünen bir adam gibi adam! Giyimine kuşamına diyecek yoktur. Takım elbise giyme ve kravat takma merakına hayranım. Elbiselerini birgün ütüsüz, yakasını kravatsız göremezsin. Bazen yazın kavurucu sıcağı tak dediğinde sıyrılır memur havasından kurtulur. Genç yaşta oğlu kötü hastalığa kurban gitti. Dayanılır gibi değil ama başka çare var mı? Dayanacak! Hem evlat acısına hem de benim ağır şakalarıma dayanacak, başka yolu da çaresi de yok ki!
Pek çok dostum, arkadaşım oldu Bahçeköy’de… Ama sorduğumda pek çoğunu kaybettiğimizi öğrendim. Ecel bu! Gelecekse geliyorum demiyor ki… Yaşlılara sıra sıra, gençlere ara sıra diyor ve yapışıyor insanın yakasına, bir da bakıyorsun ki öğleye yakın bir salâ veriliyor, bir arkadaşının yok olduğunu anlıyorsun. Kimleri kaybetmedik ki: Yaman delikanlı Ahmet Coşkun, komanda denilen grubun silahlı saldırında can verdi… Bu mert delikanlı öldüğü ile kaldı! Vuranları görünler, bilenler de korkudan konuşamadı! Yazık oldu, aslan gibi delikanlıydı. Ağabeyi Kazım ve kardeşi Mustafa iyiler. İbrahim Erkaptan çok erken aramızdan ayrılanlardan! Aslen Madenliydi. Evlenince Bahçeköylü oldu. Bahçeköy Spor Kulübünün de ilk başkanıydı. Orman Fakültesinin servis şoföre İbrahim Aydın da erken koptu dünyadan, iyi bir arkadaştı. Keza diğer servis şoförü, iyinin iyisi Orhan’da çok genç kaydı gitti bu dünyadan! Müftü Aga mükemmel bir insandı. İmam olmadığı zaman imamlık yapardı fahriyen! Sanki,   evliya! O kadar sevimli, o kadar cana yakın ve iyiliksever. Kendisini tanıdığımda yaşlıydı. Bir gün yaşını sordum nasılsa, doksanı devirdim demişti. O da yok, hakkında rahmetine kavuştu. Çimen kardeşler; Bahçıvan Mustafa ve kardeşi Süleyman! İkisi de can adamlardı… Mustafa çok iyi bir bahçıvan ve şakacı biriydi. Süleyman’ın futbolculuğu da vardı! Mustafa’nın oğlu Hasan Çimen’de genç yaşında göçtü dünyamızdan nur içinde yatsınlar. Fethi Barlas’ın oğlu Hasan, bir garip ölüp gitti…  Kaç kişilerdi bilmiyorum, sormadım sayısını. Her halde Topuzlu Bent kenarında yiyip içmişlerdi. Kalktıklarında elini yıkamak için suya eğildiği gibi kayıp gitmiş suyun derinliklerine, çekip çıkaramamışlar, çıkardıklarında da ölmüştü zaten!
Barlas ailesinde ölümler acılı, hem de çok acılı oluyor. Hoş ölümün tatlısı olmaz ya. Ama İsmet Barlas’ın ölümü bir başka ölüm oldu… Çocukluk arkadaşımdı, okul arkadaşımdı, partiden arkadaşımdı, fakültede birlikte çalıştık… Bir gün olsun ters düşmedik, kırmadık birbirimizi! Tam bir köy ağası havasındaydı. Köyde ağa şehirde beydi. Orman Fakültesinde Entomoloji ve Koruma Kürsüsünde teknisyendi. Her işe koşan becerikli ve iş bitirici bir insandı. Kürsü işlerinden çok dış işleri kovalar, Mehmet Aday’da kürsü işlerinde yanıp kül olurdu. Bizden önce emekli oldu. Siyasete atıldı. Uzun yıllar CHP de kaldı. Muhtar olarak köyün Belediye olması için mücadele verdi. Referandum sonucu köy Belde Belediyesi olmayı kabul etti. ANAP saflarında Belediye Başkanlığı seçimine girdi. Moral destek vermek için gittik Nihat Adatepe ile kendisine. Tanınamayacak kadar güçsüz ve zayıf gördük kendisini… Sordum “Biraz rahatsızım, uyuyamıyorum” dedi. Ayrıca bazı kişiler tarafından rahatsız edildiğini söyledi ama sorduğumuzda her zaman ki gibi yanıt verdi “Boş ver gitsin”… Seçime birkaç gün kala ölüm haberi geldi. Ortaköy’de sahil boyunda, arabasının içinde ölü bulunmuş. Elinde tabancası,  şakağından vurulmuş. Yer yerinden oynadı. ANAP Gen. Bşk. Mesut Yılmaz “Katili mutlak bulunacak” dedi ama hala bulunmuş değil! “İntihar etti” dediler ve cinayet dosyasını kapattılar ya da faili meçhule attılar. Belki de Türkiye’de bir ilk oldu. Yerine aday gösterilmedi ve vefat ederek hayattan ayrılan İsmet Barlas seçime Belediye Başkan adayı olarak iştirak ettirildi. Selam sana be arkadaşım, Allah gani gani rahmet etsin…
Kamil Kıvanç da hem çocukluk ve hem de askerlik arkadaşımdı. Birlikte Orman Fakültesinde çalıştık. İnsan bir insandı. Erken ayrıldı Bahçeköy’den ama ilişiğini kesmedi, sık sık gelip gitti. Emekli olduktan sonra tekrar geldi ama bu kez ecel yapıştı yakasına ve bir gün vefat ettiği haberi geldi…
İsmet Barlas, Kamil Kıvanç, Mustafa Şen, Abdül Gül, Hasan Altay, İbrahim Sönmez, Hüseyin Yalaza arkadaş grubu… Kaç kişi kaldı?
Orman Fakültesinin unutulmazları Amire Hanım, Burhan Pakyüzer, Mustafa Demir,  Kani Bey, Hayri Bey, Hasan Uçar, Çetin Erdem, Behire Hanım, Sebahat Özkul, Nezahat Akkoç, Engin Tuğcu, Mehmet Şenyurt, Zeycan Hanım, Sevgi Bıyıklı, Keriman Kuznek, Kazım Kutlu, Adem Akkoç, İbrahim Eren, İsmail Berk, Hamide Akkoç, Nevzat Elçin, kaloriferci Kazım, İbrahim Ersoy, Nimet Erdem, Şener Çınar, Yunus Sakarya, İzzet Durdu, Bahtinur Sarı, Alev Deniz, Aydan Karaöz, Füsun Demirkuş, Gönül Benli, Emine Yılmazel ve unutmadan belirtmeliyim bir de bizim Emine Balcı ve diğerleri… Kimi son yolculuğa çıktı, kimi yaşamak için mücadelesini devam ettiriyor.  Nevzat Elçin’e ayrı bir parantez açmam gerek! Tostoparlak, yüzü parlak, on numara ahlak sahibi bir adamdı. Sekseni devireli çok oldu maşallah sağlıklı yaşamaya devam ediyor. Kızı Jale, canım benim, babasının modeli, kooperatiften arkadaşım Metin Taşkınsoy’la evlendi ama kopmadı Bahçeköy’den. Çocukları Serdar aratmıyor babasını, her aktivitenin içinde var, son marifeti Bahçeköy kulüp başkanı, üst üste şampiyonlukları kucaklıyor.  Sedat Serçe yaman bir Elektrik teknisyeniydi. Polislikten geldiği için çok uyanık, kül yutmayan, müthiş Cumhuriyetçi bir baba yiğitti. Maşallah sekseni geçeli çok oldu ama sağlığı yerinde. Hepsine Allah uzun ömürler versin. Muhasebe ofisinin şefi Seyfi Barlas da bir başka kalender dosttu. Upuzun boyu, pos bıyıkları ile bir abide insan gibiydi. İş bilen, sakin ve telaşsız, paniğe kapılmayan iyi bir arkadaştı. Ne var ki ticarette tutunamadı! Teko Yakup Efendi’ye de bir paragraf açmak gerek. Birinci Dünya Savaşında Arabistan çöllerinde İngilizlere esir düşmüş, günlerce işkence görmüş ama sonunda Türkiye’ye dönebilmiş! Balkanlardan gelmiş. Nasılsa kapılanmış Orman Fakültesine santralci olarak! Hiç evlenmemiş, kendisini öğrencilere adamış. Bir de kendisini kollayan bulmuş Prof. Dr. Muharrem Miraboğlu… Ölene kadar Fakülte’de kaldı, fakültede çalıştı, fakültede yattı. Öğrencilerin sevgilisi, herkesin sevdiği bir adamdı. Bunca yıla rağmen Türkçeyi konuşmakta zorlanırdı. Anlat derdim esareti başlardı “Göğüslerim safi yara bit….” diye! Yıkanamamaktan, pislikten çok kaşınıyor ifade etmek istediği bu… Bir akşam hareket halindeki öğrenci servis arabasına giderken kapıda yığılıp kaldı ve son nefesini verdi. Sarıyer merkez mahallesi mezarlığında gömülü! Allah rahmet eylesin. Bir tek yakını, hısımı ve akrabası yoktu ama öldükten 15 gün sonra peş peşe yakını, akrabası diye gelen oldu! Neyi vardı ki alacaklardı? Çetin Erdem iyi dostlarımdan! Düzce’den tanırdım kendisini. Düzcespor’un yaman file bekçisiydi. Fakülte sekreteri olarak geldi ve emekliliğe kadar görev yaptı. Her konuda anlaştık, yardımını gördük. İş bilen, komple bir insandı. Eşi Nimet Hanımla baş başa kaldılar. İki çocuğu evlenince iki ara bir dere, çocuklara gidip dönüyorlar. Başka ne yapacaklar ki! Futbol hakemliği de vardı ama bu yaşta hakemlik yapılmaz ki!
Hani hayata devam edenlerin de sayısı az değil. Örneğin;  Fehmi Gülhaner, Hasan Şentürk, Talat Kahraman, Fethi Barlas yaşı seksenin üzerinde olanlar… Sağlıklılar iyi haber… Fethi Aktepe kötü hasta, evden çıkamıyormuş yazık! Allah şifalar versin. Diğer dostlar; Hüseyin Sevinç, Hüseyin Kartal, Reşat Barlas, Mustafa Coşkun, Kazım Coşkun, Abdül Gül, Ali Kılıç, İbrahim Ersoy, Hüseyin Kıvanç yaşama devamda kararlılar… Devam etsinler, kimse yok demez! Baki Yurttaş’da ayrı bir dava adamı. Baki de sol kulvarda yürümüş devamlı! Hala devam ediyor. Belediye Meclis üyeliği yapmış, kulüpte yönetici olarak görev almış bir başka dost.
Yazıcı’lar da hayli renkli. Süleyman, Mehmet, Ali, Hasan, Mustafa ve Necibe yazıcı kardeşler. Beş erkek bir kız kardeş. Necibe Mustafa Özbekrem ile evli. Çocukları Nurettin Özbekrem avukat olarak hayatını devam ettiriyor. Köyün sevilen isimlerinden! Mehmet Yazıcı ise asker arkadaşım. Erzurum’un tozlu topraklı sokaklarını arşınladık. Ordu Karargâhı cümle kapısında nöbet tutarken dalga geçerdim kendisiyle! Sağlığı yerinde, bastonu elinde yaşamını sürdürüyor ya o da yeter!
Bahçeköy’ün bir de yerel tarihçisi var Mehmet Sönmez. Merak bu işte! Düştü anıların peşine! Girip kilitli dolapların içine, bulup eskimiş, rengi solmuş fotoğrafları ve yazmış Bahçeköy tarihini. Kendi deyimi ile “biraz amatörce olmuş” ama bir ilk olduğu için bence iyi olmuş! Devamı etmiş ve Yeşilçam’ı yazmış! İyi bir araştırma! Karşılaştık başarılar diledim, devam etmesini salık verdim kendisine! Kitabını imzalaması lâzım ille de hatırlatmak mı gerek!
Bahçeköy bir yerde Yeşilçam olarak da isimlendirilir. Halk bunu biraz da böyle bilir. Nedeni çok basit, düşünmeye gerek yok. Çünkü Türk Sinemasının filmlerinin pek çoğu burada çekildi.  Sinemacılar için doğal platodur Bahçeköy.
Bahçeköy denilince akla İ.Ü.Orman Fakültesi gelir. Fakülte 1857 de Orman Mektebi Alisi olarak kuruldu. 1880 de Maden Mektebi ile birleşmiş ve Orman ve Maadin Mektebi adını almış. Mektup 1893 yılında kapatıldı dersler Halkalı Ziraat Mektebinde verilmeye başlandı. 1903 de okulun adı Halkalı Ziraat ve Orman mektebi oldu. 1910 Orman Mektebi Alisi adında yeni bir okul kuruldu. Bu okul önce Sultanahmet’te sonra da Sarıyer’deki Horozoğlu Konağı’nda (Şimdi Kültür Merkezi) faaliyet gösterdi daha sonra da Bahçeköy’e taşındı. 1919 yılında Muhtar Paşa Çiftliğine, sonra bu kez yine Sarıyer’de ama Yedi Sekiz Hasan Paşa Köşkünde öğretime devam edildi. 1922 de ise okul tekrar Bahçeköy’e ve bugünkü yerine taşındı.  Okul 1934 de Orman Fakültesi adını alarak İstanbul Üniversitesine bağlandı. Fakülte bünyesinde şimdi bir de Ormancılık Meslek Yüksek Okulu var.
Orman Fakültesinde tam tamamına 23 yılım geçti. Tatlı ve acı günlerim, anılarım oldu Fakültede. Bir kaç anımdan bahsetmek isterim. Öncelikle zor bir hocanın kürsüsünde bulundum. Prof. Dr. Fehim Fırat hocanın adı duyulduğunda irkilirmiş çalışanlar, öğrenciler. Mustafa Kemal’in kurduğu Heyeti Temsiliye de yer alan Şeyh Feyzullah Efendi’nin ya oğlu ya da damadıydı! Kesin dersem yanılırım. İstanbul Üniversitesi rektörü olarak görev yapmış bir yaman hoca. 27 Mayıs İhtilâlini takiben de Kurucu Meclis Üyeliği görevinde bulunmuş. Kürümüz Orman Hasılatı ve İktisadı Kürsüsü idi. Sonraları birkaç kez isim değiştirdi. Şeref Nuri İlkmen, Muharrem Miraboğlu profesörlerdi.  Abdülkadir Kalıpsız, Hayri Nuray Bayraktaroğlu doçentti. Sonra İlhan Gülen, Alptekin Günel, Uçkun Geray, Ertuğrul Acun, Tahsin Akalp, Ömer Saraçoğlu asistan olarak göreve başladılar ve sırasıyla doktor, doçent ve profesör oldular. Çok iyi, çok acı ve unutulmaz anılarım oldu Fakültede. Bir kaçını yazmak isterim:
            Memur alınacakmış, Nihat Adatepe götürdü beni. Fehim Beyin karısına çıktık. “Alın sınava” dedi. İlhan Gülen sınava aldı beni. Sordukları “2×17 kaç eder; 45 ten 13 çıkar…” Yaptım, “daktiloya geç” dedi. Geçtim, bir kitap açtı, “şu paragrafı yaz” dedi. Daktilonun yabancısı değildim.   Yazıyı da yazdım. İlhan Bey, Fehim Bey’in yanına gitti. Birkaç dakika sonra beni çağırdılar. Hoca “Sınavı kazandın, dilekçe ver işe başla” dedi. Ben hemen “Kaç lira aylık vereceksiniz!” dedim. Güldü, yanında iki kişi daha vardı onlarda güldü (Şeref Nuri İlkmen ve Kemal Ergin). Anladı memuriyetin ne olduğunu bilmediğimi. “Ne istersin?” dedi. “400 lira” dedim. “Git dilekçe ver işe başla” dedi. İşe başladım. Bir ay sonra maaş almaya gittim elime 226 lira verdiler. Muhasebeciye “Bu eksik” dedim. “Maaşın 300 lira kesintisi var” dedi. “Maaşım 300 değil 400 lira” dedim ve parayı kafasına çaldım, çıkıp gittim. Rahmetli Kamil, rahmetli İsmet, Nihat Adatepe ne yaptılarsa ben “Hayır” dedim. Nihayet olaya Fehim Bey müdahale etti, beni ikna ettiler. Ama ne oldu bilir misiniz? Fehim hoca bana her ay 50 lira zam verdirerek aylığımı üç ayda dört yüz liraya yükseltti.
Bir başka olay ise şu: Beni çok sevdiklerini sandığım Prof. Dr. Hayri Bayraktaroğlu Rizeli hemşerimdi. Keza Prof. Dr. Abdülkadir Kalıpsız da… Teknisyen kadrosu boştu. Bana verilmesi en uygun olanı idi. Ama birileri itiraz ediyormuş. Sonunda kürsü toplantısı oldu. Muharrem Bey odasına gitmemi ve istediği bir yazıyı bulup kendisine getirmemi söyledi. Odasına gittim, toplantı yapılan odaya açılan kapı aralıktı. Toplantıda benden bahsediliyordu. Hayri Bayraktaroğlu, benim en sevdiğim insan, nedense devamlı aleyhimde konuşuyor ve kadronun bana verilmemesi için yırtınıyordu. Bunları duydum ya hemen çıkıp gittim. Yazıyı da aramadım. Toplantı sonrası Muharrem Bey’in gülüşünden bir şeyler döndüğünü anladım. Meğer oda kapısını kendi kasten açık bırakmış, beni de durumu anlamam için oraya göndermiş! Teknisyen kadrosunu önceki toplantıda bana vereceklermiş Hayri Bey mani olmuş. Bu toplantıda yine konu edildi ve yine karşı çıkınca olay kaldı. Bir iki ay sonra kadro altı ay bana ve altı ayda Hüseyin Kıvanç’a verildi. Hangimiz teknisyen farkını aldıksa paylaştık. Bu konuşmanın olduğu günün akşamı servis arabasına giderken Hayri Bey hiçbir şey yokmuş gibi “İbrahim Can….” diye hitap ederek bir şeyler söyledi oralı olmadım, tekrar etti, dönüp bakmadım, bir daha tekrarlayınca “Ne İbrahim Canı be, bende sizi beni seven birisi biliyordum. Yanılmışım, bir daha bana iş falan sakın gönderme yapmam” dedim. “ Ne oldu, kızma” diye sorunca, hakkımda konuştuklarını dinledim, duydum, hiç sıkılmadın mı dedim” ve gittim. O olaydan sonra hep mesafeli olduk.
İlhan Gülen bir başka karakter! İnanılır gibi değil! Devamlı gülen yüzüne aldandın mı yandın! Bir gün yeni elbiselerimi (siyah lastikotin kumaştan) ilk defa giydim, saat 15.00 de Beşiktaş evlendirme dairesinde bir nikâha gidecektim. Fehim Hoca çağırdı ve “İlhan Gülen’in kömür günü bugün, onun burada benimle işi var, gidip kömürünü al” dedi. Nikâhı söyledim, kömürü eve bırakıp gidersin” dedi. İlhan Bey para ve kömür karnesini verdi, Kuruçeşme’ye gittim. Hava güzel! Sıradaki kamyona kömürler yüklenirken hava birden bire kaçık yaptı. Müthiş bir lodos rüzgârı ile toz bulutu içinde kaldık. Kamyon yüklenene kadar rezil olduk. Bu arada yağmurda yağmaz mı oluk oluk. Şoför mahalline yaşlılar oturdu, bana yer yok kamyonun üzerine çıktım. İlhan Beyin evine akşam karanlığında gittik kömürü boşaltıp eve döndüm. O elbiseyi bir daha giyemedim. Ertesi günü Fakülteye gittim. Yaptığım masrafı bir kâğıda yazıp, artan 130 kuruşun 125 kuruşunu İlhan Beyin masasının üzerine bıraktım. 5 kuruş bulamadım. İlhan Bey bir iki saat sonra çağırdı, yanına gittim. “Kömürü getirdin, sağ ol ama geri verdiğin para eksik” dedi. “Hayır değil” dedim. “Eksik” diye direndi, tekrar yanında hesap yaptım. “İşte tamam” dedim, “Ne tamamı işte beş kuruş eksik” demez mi! Kan beynime çıktı. “Yahu dedim benim yepyeni takım elbiselerim gitti, sen beş kuruşun hesabını yapıyorsun” diye bağırdım ve çıkıp gittim.  Fehim Hoca’ya durumu anlattım tabii çok üzüldü. Yıllar sonra İlhan Bey ile bir daha anormal şekilde dalaştık… Hem ne dalaşma, ceza alma pahasına en azından yedi sekiz yıl yazışmalarda, raporlarda ismini bile yazmadım!
Neyse o kadar çok anı var ki anlatmaya gerek yok, bu benim işim değil, ben gezi notlarımı yazıyorum, hepsi bu! Ama yine de bir kaç kişiye parantez açmak isterim: Prof. Dr. Muharrem Miraboğlu, Prof. Dr. Tahsin Akalp ve Prof. Dr. Uçkun Geray… Allah her anaya böyle evlatlar, her ülkeye de böyle bilim adamları nasip etsin! Fakültenin diğer kürsülerinde de elbette ki çok değerli bilim adamları var, bunu da hatırlatmak isterim. Örneğin; hepsi de profesör olan Selahattin İnal, Fikret Saatçıoğlu, Faik Tavşanoğlu, Adnan Berkel, Gafur Acatay,  Hayrettin Karaca, İsmail Eraslan, Kemal Erkin, Refik Erdem, Burhan Aytuğ, Turan İstanbullu, Orhan Uzunsoy, Hasan Çanakçıoğlu, Tahsin Tokmanoğlu,  Selçuk Bayoğlu, Faik Yaltırık, Besalet Pamay, Yener Göker, Nihat Balcı, Suat Ergenç, Adnan Berkel, Fikret Saatçıoğlu, Necdet Özyuvacı, Turgay Aykut, Melih Boydak, İbrahim Atay, Hüseyin Aksoy, İsmet Şanlı, Gökhan Eliçin, Bülent Seçkin, Ertuğrul Acun ve diğerleri…
Bahçeköy bir çırpıda geçilecek bir yer değil. Belde belediyesi iken mahalleye dönüştürülen talihsiz bir belde! Bahçeköy Merkez Mahallesi, Kemer Mahallesi ve Yenimahalle olarak üç ayrı muhtarlık yapıldı. Yani Bahçeköy doğrudan, Sarıyer’in mahallesi yapıldı. Yürek yanmaz da ne yanar? Merkez Mahalle muhtarı Muhittin Atmaca, Kemer Mahallesi muhtarı Erdoğan Kavraz, Yenimahalle muhtarı da Ahmet Özçelik… Üçü de hayrını görsünler.
1960’lı yıllara gidiyorum ve eskileri hatırlıyorum. Biri Kilyos’a, diğeri Kamer çeşmesine giden iki cadde… Arada bir küçük ve dar sokaklar. Üç kahvehane… Biri eski caminin karşısında Yazıcıların, biri köyü girişte solda set üzerinde Yusuf Coşkun’un kahvesi, diğeri de yine sağda set üzerinde ve kilise iken cami olan mabedin karşısında yol kenarında… Tam karşısında da bahçesi… Köy küçük, nüfus az, işyeri yok denecek gibi ama insanlık, arkadaşlık dört dörtlük. Kışın rahmetli Mehmet Tulum’un izbe kahvehanesinde inden ayı çıkarır gibi duman altı olurduk. Yazın ise karşıdaki sette ağaçlar ve sarmaşıkların altında keyif sürerdik. Köy meydanındaki Yazıcılara ait kahvede hiç oturmak nasip olmadı. Zaten sonra bir başka işyeri oldu. Mehmet Tulum yeri ise şimdi büyük bir market… Yusuf Coşkun’un kahvehanesi… Önünde bahçesi… Buradan Bahçeköy’e kuş bakışı bakılır. Her düşüncede adam saf ve masa tutar burada. Kimi sağcıdır, kimi solcudur, kimi köylü, kimi şehirli. Turuncudan, gök mavisine kadar her cinsten insan bulunur bu bahçede. Kan kırmızı da, yemyeşili de… Koyu karanlıktan daha karanlığı tercih edenlerde bulunur, aydınlığa şapka çıkaranlar da! Elbette ki üç büyük kulübün yerine giren Trabzon spor da konuşulur! Pişpirik de oynanır, elli bir de… Tavla da zar da atılır, konken de okey de! Velhasıl-ı kelam ne istenirse burada bulunur. Dargını, kırgını ve dahi küskünü… Çok barışığı, yüzünde kırışığı, saçlarında akı olanlarda bulunur… Memurda vardır, esnaf da! Gençlerin çoğunluğunu fakültenin öğrencileri oluşturur… İşte bu kahvehanede her öğle vakti bir saatliğine de olsa oyun oynadık, şaka yaptık, lak lak ettik vakit geçirdik…
Memur takımının en büyük zevki yemekten sonra volta atmaktı. Grup grup olurlardı. Profesörler bir grup, doçent ve doktorlar, asistanlar bir grup! Bir diğer grup da bizlerdik. Yani memurlar… Aslında hepsi memur da onlar öğretim üyesi ve görevlisi, bizler düz memur, unvanı/sanı yok! Fakülte bahçesini turlar dururdu hepsi. Biz memur takımı daha ziyade Orman İşletmesinin bahçesinde ve bent yollarını arşınlar durur, dedikodunun en hasını bu turlama sırasında yapardık. Hepsi hayal oldu, hepsi mazide kaldı. Artık o günleri yaşamak olası değil! Ne yapalım biz de yaşadığımız güne gün deriz! Bizim grubun tur başı Mehmet Aday’dı. Takımı da ben, Nezih, Mehmet Şenyurt sonraları Cihat oluştururdu. Daha önceki yıllarda İsmet Barlas, Kamil Kıvanç, Nihat Adatepe ve Dursun Ekinci ile volta atardık… Zaman zaman hanım arkadaşlarda katılırdı aramıza. Neyse her şey mazide kaldı…
Bahçeköy Orman İşletmesi, Belgrat Ormanı ve bu orman içindeki piknik yerleri ile av sahası unutulmaz. Neşet Suyu piknik yerinde yapılan kazı sırasında bir mezar taşı bulundu. Adeta bir abide, bir anıt! Mezar taşı üzerinde askeri birliğin adı ve şehit olanların isimleri yazılı. Üzerindeki tarih ise (Hicri 1287, Miladi: 1871). Bu şehitlerimizin de mekânı cennet olsun diyelim başka ne diyebiliriz ki?  Av sahasında Geyik üretim ve Pekin ördeği üretim sahaları var. 
Bizim bildiğimiz Bahçeköy, şimdi yok. Üç mahalle olmasına karşın, mahalle, kasaba, ilçe değil Anadolu’da her hangi bir şehir gibi bir yerleşim bölgesi… Sokaklarında dolaşmaya kalksak akşama kadar bitiremeyiz. Dolu dolu yaşamak istersek Bahçeköy’ü daha çok uğraş vermek gerek. Ama tepe noktadan bakarsak pek çok tespit yaparız. İsterseniz gelin şöyle bir yükseklerde dolaşarak ve dahi Hüsnü Yazıcı’nın notlarını da dikkate alarak yapalım tespitlerimizi:
Efendim! Selanik’ten getirilen köy halkı okumuş ailelerden oluşuyormuş… Hacı, hoca, hafız, molla ve rüştiye mezunu gibi! Bu nedenledir ki Türkiye’ye geldiklerinde de çocuklarını okutmaya çok önem verdiler. Örneğin; Ali Özbekrem, Hüsnü Esen, Abdullah Altıparmak, Dursun Esen, İbrahim Aksu, Celal Barlas, Av. Ahmet Sönmez, Mustafa Yazıcı, Nurettin Özbekrem, Mehmet Gül, Hüseyin Çimen, gençlerden Nadiye Sönmez (Kartal), Erhan Şen ve iki kız kardeşi üniversite bitirerek üst düzeyde görevler üstlendiler. Halen yüksek öğrenime verilen önem aynen devam ettiriliyor.
Belde Belediyesi başkanlığını ilk başkan olan Muzaffer Altınsoy üç dönem yaptı. Son başkan ise Mustafa Başaran! Belediye olur da Meclisi ve meclis üyeleri olmaz mı? Onlardan da bir demet sunalım: Hüsnü Yazıcı, Mustafa Şen, Sami Kasap, Osman Aktaş, Mehmet Güney, Yakup Çakıroğlu, Baki Yurttaş, M. A li Adıgüzel, Mehmet Yüksekten, Hüseyin Tulum, Suat Kasap, Fahrettin Erkaptan, Yılmaz Tamer, Ali Taşdemir, Yılmaz Tank, Ahmet Aktepe, Nizam Hacıosmanoğlu, Cevdet Kain, Osman Can, Şenel Demirkaya, Bekir Demirbilek ve İbrahim Man…. Hani az da değil, hepsi isteyerek, severek görev yaptılar.
Belediye Başkanlarını, Meclis üyelerini sayar da muhtarları saymazsak yakarız kendimizi: Ali Kıvanç (Aga Paşa), Mustafa Çetin, Hüseyin İpek, Osman Man, Kamil Tulum, İbrahim Gülsev, Fehmi Gürhanel, Hasan Güzel, Fethi Barlas, Süleyman Kasap, Abdül Gül, Mustafa Şen, Sadık Güney, İsmet Barlas, Salih Kavrazlı, Ali Gül… Mahalleler kurulunca yeni yeni muhtarlar görev aldı: Osman Aktaş, Ahmet Özçelik. Erdoğan Kavraz, Erdoğan Atmaca… Biliyorum eksiği vardır da fazlası yoktur… Ne yapalım, eksikleri de tamamlayan bulunur.
Bahçeköy’de önemli eğitim kurumları var. Örneğin: İ. Ü. Orman Fakültesi ve Orman Yüksek Meslek Lisesi, Bahçeköy Ferizan Kemal Demir Onaran Lisesi, Açı Okulları İlköğretim ve Lisesi ile Bahçeköy Türkan Efe İlköğretim Okulu bulunuyor.
Bahçeköy’de büyük işyeri olarak fazlaca bir şey yok: Tekin Acar Kozmetik Fabrikası ile Arken Kimya fabrikası faaliyette. Büyük market sayısı az değil, dükkân sayısı da fazla. Damak tadı olanlar için birkaç lokanta var…
Bahçeköy’de resmi daire sayısı fazla, zira Belediye olmasının etkisi olmuş. Keza dernek sayısı da az değil. En eski dernek Bahçeköy İlim ve Kültür Derneği Talebe Yurdu Derneği olmalı. Sonra Bahçeköy Spor Kulübü, Avcılık Atıcılık Derneği, Okul Aile dernekleri, Cami Dernekleri ve en son kurulan Mübadiller Derneği akla gelen derneklerden. Bu derneklerden Avcılık ve Atıcılık Derneğinin tesisleri mükemmel hayrını görsünler de yasak avlanma yapmasınlar… Keza Bahçeköy Spor kulübünün de tesisleri hayli iyi… Onlarında görevi semti iyi temsil etmek ve başarılı sporcular yetiştirmek olmalı.  Hemen iki nokta koyup devam edelim; İ.Ü. Orman Fakültesinin spor kompleksi de müthiş. Futbol sahası suni çim, kapalı spor salonu mükemmel. Gençliğin emrine verilmiş. Dekan Prof. Dr. Tahsin Akalp’ın büyük gayretleri ile meydana getirilen spor kompleksi alkışa değer!
Eskiden Bahçeköy’de Nalbant ve saraç vardı, şimdi yok. Çarşı içindeki saraca 1964 de iki kemer yaptırdım köseleden, birini hale kullanıyorum. Pahalı kemerlere beş basar argo lisanıyla. Bir de albenisi olsa para ile satın alınamaz. Zira kemer nerede ise benimle yaşıt! Şimdilik askıda!
Eskiden Bahçeköy halkı bahçıvanlık, hayvancılık ve rençperlik yapardı. Orman Fakültesi, Orman İşletmeli, Fidanlık ve Büyükdere Tekel Kibrit Fabrikası köylülerin iş alanlarıydı.
Köydeki eski köy binası şimdi Sarıyer Belediyesinin Konuk Evi. Bu isimle Kız Yurdu olarak hizmet veriyor. Düşünenler iyi düşünmüş, alkışlarız. Sağlık ocağı da var. Hayırsever Sabri Artam sadece Cami yaptırmakla kalmamış kendi ismini taşıyan bir de Sağlık ocağı var Bahçeköy’de.
Şu Hüsnü Yazıcı yok mu tarih yazacak adam. Neler de çıkarmış meydana şöyle bir göz atalım: Köyün kuruluşundan günümüze kadar olan ilkleri saptamış. Aşk olsun be! Bir kaçını kayıt edelim: İlk muhtar Aga Paşa (Ali Kıvanç), İlk kasaplar Bac,  Ali Yazıcı, Mustafa Şen, Nadir Yılmazel ve Hasan Bileyci ailesi, ilk Aygaz Bayii Mustafa Şen, İlk ayakkabıcı dükkânı açan Mehmet Sönmez, ilk lokanta açan Coşkun ailesi, ilk kunduracı Hüseyin Baygın, ilk imam Aguş Şevket Efendi (Sönmez), İlk kulüp başkanı İbrahim Erkaptan, İlk Saraç Hasan Bey, İlk berber Yunus Bey, ilk oto tamircisi Man ailesi, ilk iğneci Mustafa Özbekrem, İlk dernek Bahçeköy’ü Güzelleştirme Derneği,  İlk belediye başkanı Muzaffer Altınsoy, ilk ilkokul müdürü Fehmi Bey, İlk polisler Hasan Barlas, Ahmet Altıparmak ve İbrahim Konuk, ilk avukat Nurettin Özbekrem, İlk subay Alb. Celal Barlas, ilk Astsubay Ali Yapıcı,… Bravo Hüsnü Yazıcı’ya! Biraz daha sıksa kendini bu sayı çok daha artabilir!  Ha aman unutmayalım çok önemlidir. Genç futbolcular arasında ilk Türkiye penaltı atma birincisi Can Tüysüz de Bahçeköylüdür. Can Tüysüz Avrupa şampiyonası için Hollanda’ya gitmiş kendisi gibi penaltı birincileri ile yarışmış ve Avrupa ikincisi olmuştur. İki penaltı atışı direkte patlamasaydı Avrupa ikincisi değil birincisi olacaktı!
Enteresan değil mi? İlk halkı Rumlardan oluşan Bahçeköy’de Rum meşatlığı yok” hatta meşatlık yeri diye bir yer mevcut değil! Ayazma olduğu da işitilmedi! Nasıl Rum köyü ise?
Yerleşim ve insanlar varken, elbette ki hayır olacaktır. Kimileri okul yapacak, kimileri cami, kimileri de çeşme, tuvalet ve şadırvan yaptıracaktır.   İsim yazmadan, yani iyilik yap denize at anlayışı ile hareket eden bu insanları “Sadaka ver, kimse görmesin” deyimine uyarak isim isim yazmıyoruz, kusura bakılmaz her halde!
Bahçeköy’de örf ve adetlerin bir kısmı devam ettirilemiyor artık. Oysa çok enteresan örf ve adetler vardı. Örneğin; Uzağa gidenin arkasından su dökmek; Aman nazar değmesin diyerek tahtaya vurmak; Kötü ruhlardan, şanssızlıktan, nazardan ve gözden korunmak için kurşun döktürmek; Loğusa kadınların başına kırmızı kurdele bağlamak; ölünün arkasından Kur’an-ı Kerim ve 40’cı günü mevlit okutmak; mezarları ziyaret etmek ve nazar boncuğu takmak gibi. Dini bayramlarda, bayram namazı kılındıktan sonra toplu halde mezarlığa gidilerek ziyaret etmek! Bayram sabahı çorba, sütlü börek, kapama büryan ve evde açılan baklavadan yemek; önce küçüklerin büyükleri ziyaret etmesi, akşam da büyüklerin küçükleri ziyaret etmesi gibi..
Eski dönemlerde, Selanik’ten gelenler birbirlerine  “Aga Paşa” diye hitap ederlermiş bunu da anti parantez yazalım da kimsenin aklı karışmasın!
Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Bahçeköy’de de düğünler üç gün ve üç gece devam eder. Gündüzleri cengi, zurna ve davul, geceleri orkestra!. Üç gün köy meydanında en usta aşçıya (Bolu’lu Zeki Usta’ya)  yemek yaptırılarak düğüne katılanlara yemek yedirilir.
Bahçeköy’de 7 cadde geçici sokaklar hariç 60 sokak, 9 site ve 4 lojman var diyoruz ve Bahçeköy gezimizi de sonlandırıyoruz. Yemeği yediğimizi belirtmeliyim, unutmadan! Yemek sonrası kısa bir sohbet, bir kare fotoğraf ve Sarıyer’e dönüş. İkindi vakti yaklaştı, bir an evvel otobüse gitmek gerekiyor. Mustafa’ya veda ederken, yok öyle basıp gitmek. “Burada sizin değil benim dediğim olur. Ben sizi göndereceğim” diyerek jestin babasını yaptı. İşte tam da bu anda büyük oğlu Aptullah geldi. Bize sadece araba ile Bahçeköy’den ayrılırken Mustafa Şen’e el sallamak kaldı. Tabii Sarıyer’e gidene kadar sohbet devam etti. Kısa ama öz konuştu Abdullah “Bir türlü okula ısınamadım. Sonunda yarım bıraktım. Baba mesleğini seçtim, serbest çalışıyorum, hayvan alıp satıyorum”… Diyecek bir şeyimiz yok! Şansın bol olsun demekten başka…
Bahçeköy’de arkadaş ve dost hayli fazla! Her birini tek tek sayıp kayda geçmenin, ayrı ayrı iş ve mekanları ile belirtmenin imkânı yok! O nedenle yazı içinde kendilerini bulamayanlar üzülmesin, zira özür dilemek bizden!
Bir önemli görevi de arkada bırakmış oldum. Ohhh be dedim. Gezi notları hiç de kolay değilmiş. Amacımı gerçekleştirmenin rahatlığı içinde derinden bir ohhh daha çektim.
Yapacağım tek şey kaldı; Sarıyer’in diğer mahallelerini yanı Ferahevler, Cumhuriyet Mahallesi, Poligon, Armutlu, Reşitpaşa gibi yerleri tek kalemde öz bir yazı ile kaleme almak. Buraları çok eski tarihleri olan yerler değiller, hepsi de yeni yerleşim bölgesi.

Yapacağım şey bir genel yazı içinde bu mahallelere dokunmak ama özellikle de metin içinde kendilerini arayanlara el sallamak! İstiyorum ki hiç kimse “beni ya da bizi neden yazmadın” demesin! Buna da imkân yok! Böyle bir şey olsa 350 bin nüfuslu tüm Sarıyer’i tek tek kaleme almak ve kayda geçmek gerekir! O nedenle herkesin hoşgörüsüne sığınmak benim kurtarıcım olacak ve öyle yapacağım.