Bu kez uğrayacağımız yer Büyükdere. Hani antik çağdan kalan ismi ile Bathykolpos Bizans dönemindeki ismi ile Vathys Kalpos ya da Kalos Agnos. Büyükdere isminin çuk oturduğunu antik çağdaki söylemlere bakarak söylemek zor. Ancak Çayırbaşı’ndan akan derenin iki kolundan biri olan Büyükdere benimsenmiş olacak ki Büyükdere ismi kabul görmüş, iyi de olmuş!
Kafamız Vathys Kalpos ve Kalos Angnos’a takıldı. Araştırdık bir de ne görelim; bu kelimelerin karşılığı Derin Körfez, Güzel Ülke ve Güzel Çayır anlamlarına gelmiyor mu? Neyse doğru olan yüzlerce yıl sonra bulundu ve ayrı bir mahalle olarak ayrılan Romanların merkezi’ne Çayırbaşı Mahallesi adı verildi. Diğerleri yani Derin Körfez fevkalade kabul görebilirdi, çünkü Boğaziçi’nin en büyük körfezi Çayırbaşı/Büyükdere burasıdır.
Neyse ismi bırakalım da dolaşmaya başlayalım. Öyle Büyükdere kolay kolay yazılıp sayfalara dökülecek bir mahalle değil. Latin’i var, Ermeni’si var, Rum’u var, Müslüman’ı var! Her ne kadar siyasi olaylar nedeni ile azınlıklar yok sayılacak kadar azalmış olsa da ibadethaneleri duruyor, hem de bakımlı ve pırıl pırıl. Örneğin; Büyükdere’ye girişte Surp Boğos Ermeni Katolik Kilisesi, Vapur İskelesi karşısındaki Danışmend Sokakta Ayios Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi, eski küçük parkın karşısında ve Azatlı Sokakta Santa Maria Latin Kilisesi. Bir diğeri de Mehmet İpkin İlköğretim Okulu karşısında Aziz Hripsimyantz Ermeni Kilisesi. Gel de düşünme, Büyükdere’de Cami’den fazla Kilise! Olur ya! Neden olmasın; adamlar giderken kiliseleri de beraberinde götürecekler değillerdi ya!
Büyükdere de diğer mahalleler gibi çok göç aldı. Ermeni, Rum azınlıklar Büyükdere’yi terk ederken, Latinleri oluşturan İtalyan, Fransız, Alman ve diğer milletlere ait insanlarda Türkiye’den çeşitli nedenlerle ayrıldı. Azınlıklar gitti de ne oldu? Gelenler o kadar değişik ve çok ki, Büyükdere büyüdükçe büyüdü. Şimdi eski Büyükdere sınırları içinde Çayırbaşı, Kocataş, Kazım Karabekir ve Kozdere (PTT Evleri) var. Büyükdere Karadeniz’den sürekli göç aldı. Bilhassa 1980 den sonra da doğu ve güney doğudan gelen göçlerle nüfus patlaması yaşadı.
Büyükdere tarihi eser bakımından hayli zengin bir yer. Ama burada tarihi eser olanlar arasında insanlar da var. Örneğin Hikmet Öziş, Süreyya Öziş, Oktay Uzunçarşılı,Prof. Dr. Yener Göker, Meral Akarçay, Eroğan Kobal, Vural Atik, Baki Gülerler, Hidayet Yorgun ve adeta bir firma hüviyetinde olan Büyükdere Muhtarlığı! Muhtarlık en az yetmiş seksen yıldan beri aynı ailede! Benim tanıdığım Muhtar Ali Bayrak, sonraki Muhtar Hikmet Bayrak’ın babası. Ali Beyi 1950’li yıllarda tanıdım. Çok da sevdim! Babacan, kalender, devamlı gülen ve yardım seven bir insandı. 27 Mayıs İhtilâlinden sonra olacak Hikmet Bayrak Muhtar seçildi. Sonraları gelen darbeler sırasında muhtarlık geçici olarak başka kişilere verildi ise de Hikmet Bayrak seçimlerde rakiplerinin sırtını yere yapıştırarak tekrar muhtarlığı kazandı. Bir süre önce Hikmet Bayrak son yolculuğuna çıktı. Allah rahmet eylesin. Son dönem muhtarlığını sadece isim olarak yaptı. Görevlerini dünya iyisi eşi Nahide Gül Bayrak yaptı. Son seçimi ise Gül Hanım kazandı ve halen muhtar. Yani yine aynı ailede muhtarlık devam ediyor. Muhtarlık seçimlerine pek çok aday çıktı. Fakat Büyükdereliler her zaman vefalı oldukların gösterdiler ve Hikmet Bayrak’ı seçtiler, aynı işi eşi içinde yaptılar. Gül Hanımı sevmemek mümkün mü? Allah sanki bütün samimiyeti, içtenliğe ona vermiş, o da dostlarına dağıtıyor.
Büyükdere kozmopolit halk topluluğuna sahip ama eski Büyükdereliler çekirdek kadro olarak devam ediyor, ettiriyorlar birlikteliği. Ama ne oldu ise bu sene oldu ve Hikmet Öziş ağır bir hastalık geçirince her yıl yapmakta oldukları Büyükdereliler gecesi yapılamadı. Gece yapılabilseydi şüphe yok ki yine eskisi gibi Amerika’dan, Kanada’dan, Fransa’dan ve Yunanistan’dan gelenler olacaktı. Geceyi yıllardan beri Hikmet Öziş tertipliyor. Yani diğer ismi ile “Küçümen Hikmet”. Sarıyer halkevinden yetişmiş bir eski Büyükdereli. Çocuk yaşta Sarıyer takımında oynadı. Buradan Beykoz’a gitti. Başarılı futbolu devam edince Galatasaray’a transfer oldu ve yıllarca; Musa Sezer, Gündüz Kılıç, Doğan Koloğlu, Turgay Şeren, Rober, Naci, Muzaffer gibi büyük futbolcularla birlikte forma giydi. Siyasi hayata atıldı CHP de uzun yıllar İlçe yöneticisi ve Başkanı olarak görev yaptı. Meclis üyesi oldu ve Bank-Sen’de sendikacı olarak görev yaptı. Velhasılı kelam Hikmet Öziş Büyükdere’dir desek yeridir. Hikmet Öziş’in son yaptığı iş ise “Son İskele Büyükdere” isimli bir kitap çıkararak, Büyükdere’yi tanıtmak olduk. Mükemmel bir eser meydana getirdi. Ev ev, sokak sokak tanıttı Büyükdere’yi ve Büyükderelileri! Böylece çok önemli bir görevi yapmanın mutluluğunu yaşadı ve Büyükdere’yi tanıtan ilk önemli kitabın yazarı olarak takdir aldı. Sağlığı şu anda iyi ama yaşı da hayli var. Ama acele etmeye hiç kalkmasın zira ağabeyi Süreyya sağ ve zinde. İkisine de aman acele etmeyin der, bir başka konuya atlarız.
Bir başka Büyükdere’li Berber Adil, ufak, tefek ama çok yakışıklı, ele avuca sığmayan bir delikanlı iken futbola gönül verdi. Fenerbahçe’de oynadı. Büyükdere’de berberlik yaparken, Rum kızı Maria’ya gönlünü kaptırdı ve aynı etkiyi görünce zor kabul edilen bir evliliğin iki isminden biri oldu. Bu birliktelik ölüm kendilerini ayırana kadar devam etti. Berber Adil “Sevda Din de olsa dinlemez” dercesine sevda denizinde yüzdü ölünceye kadar! Hem de Büyükderelilerin Adil Ağabeyi olarak!
Prof. Dr. Yener Göker benim en eski arkadaşım ve dostlarımdan biri. Sarıyer Ortaokulunda birlikte okuduk. Yener eğitimi, ben de çalışmayı seçince ayrıldık. Yener eğitimini tamamlayıp önce Orman Yüksek Mühendisi oldu sonra da İ.Ü. Orman Fakültesine asistan olarak göreve başladı. Başarılı çalışmaları sonunda sırasıyla Doktor, Doçent, Profesör oldu. Tabii ki Anabilim dalı başkanlığı görevinde iken de emekli oldu. Sessiz bir deniz gibidir Yener. Sakin tabiatlı, iyi niyetli ve çalışkandır. Yardımseverliği ve ciddiyeti ile her zaman takdir görmüş ve binlerce öğrencinin yetişmesine büyük katkı vermiştir. Emekli olduktan sonra bir daha işyerine hiç gitmemesi nedense o kürsüden emekli olanların izlediği yoldur! Yener Gökner, Büyükdere’yi terk etmeyen, yaşamın tadını kaldırımları yine eskisi gibi sessiz, sakin ama anılarını yaşarak geçiren bir “Büyükdere sevdalısı”dır.
Yerli Halk, Ermeni, Rum, Yahudi, İtalyan, Fransız vesaire! Karışık, kozmopolit bir topluluk yaşadı Büyükdere’de. Hiç kimse de bunu yadırgamadı. Her tür moda önce Büyükdere’de kendisini gösterir ve kabul görürdü. Hatta Sarıyer kazasında ilk Millet Okulu Büyükdere’de açıldı ve Kara Kethüda Camii bir sure Millet Mektebi olarak hizmet verdi. Yani, Latin alfabesine dönüldüğünde halkın okuma yazma öğrenebilmesi için yapılan yazma/okuma seferberliğine Büyükdere’de Kara Kethüda Camiinde başlandı. İyi de oldu. Yüzler okuma yazma bilmeyen Türk hanımı okumayı, yazmayı öğrendi.
Büyükdere Sarıyer’in kültür merkeziydi. Halkevi’nin Büyükdere’de olması da Büyükdere’yi önemli kılıyordu. İlk Spor gazetesini Halkevi kütüphanesinde okudum. Keza ilk gazeteyi de. İlk romanı da halkevinden ödünç alıp okuyup iade ettim. Palazlandığımda biraz daha ileri gittik sosyal çalışmalara katıldım. Güreşte karar kıldım altı-yedi ay uğraşıp durdum, yetenek olmayınca ne kadar uğraşırsan uğraş bir bok olamazsın diyenler haklı çıktı. Halkevinde neler yoktu ki? Arayanlar her istediğini bulabilirdi. İsmet Paşa’yı da Halkevini ziyarete geldiğinde yakından tanımak fırsatını bulmuştum. Yıllarca sonra “Orta’nın Solu” sloganını ortaya attığında pek çok kişi bir şey anlamamıştı. Uzun uğraşlar ve bıkmadan verilen mücadele gerekiyordu. Tanıtımı CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit CHP nin İlçe binası olan Halkevine gelerek yaptı. CHP liler bile bu toplantıya katılma cesaretini gösterememişti. On beş yirmi kişi vardık yoktuk. Ecevit “Ortanın Solu” nedir? Bir saat anlatıp durdu. Konuşmasını bitirdiğinde salonda beş altı kişi kalmıştı. Kendisine çiçek verdik, fotoğraf çektirdik. Fotoğraf karesinde Ecevit, Erdoğan Kobal, Vehbi Kızıltuğ, ben ve ismini hatırlayamadığım bir Büyükdereli dost vardı. Demokrat Parti İktidara geldiğinde Halkevlerini kapattı. Binlerce kitabı sokaklara döktüler, çöpe attılar yaktılar. Yazık, kültüre hizmet bu olmamalıydı. Halkevleri bir daha eski haline getirilemedi.
Büyükdere’nin tek camii Kara Kethüda Camii’dir (1757-1774). Sadaret Kethüdası Mehmet Ağa tarafından yaptırılan bu cami günümüze gelene kadar pek çok değişikliğe uğradı. Büyükdere’de önemli bir tarihi eser de Ali Bey Çeşmesidir (1602). Mükemmel suyu ile hala halkın kana kana su içtiği bir memba suyudur. Büyükdere’de önemli bir tarihi eserde Topçu Karakolu binasıdır. Kesin tarihini saptamak mümkün olmadı ama 1897 ile 1911 tarihleri arasında yapılmış olması büyük ihtimaldir. Çünkü bu binanın eşlerinden biri Yeniköy askerlik şubesi, biri Sarıyer Orduevi, Biri Yenimahalle’deki Jandarma Karakolu binasıdır. Topçu Karakol binası önce ismi ile ilgili amaç için kullanıldı. Sonraki yıllarda okul ve değişik amaçlar için kullanılmasına rağmen, uzun yıllardan beri viran halde duruyor, yazık değil mi? Neden kullanılmaz? Yetkililer uyuyor mu? Uyuyorlarsa uyansınlar lütfen. Ya da hemen özelleştirme adı altında satsınlar, zira yandaşlardan talip olanlar balıklama atlarlar ihaleye! Unutmadan yazmak gerekir. Büyükdere Vapur İskelesi de önemli bir tarihi eserdir. Şirket-i Hayriye’ye ait bu muhteşem vapur iskelesi binası gerek mimari, gerek konumu itibariyle mükemmeldir. Zamanında Büyükdere’nın en önemli iş merkeziydi. Zira iskele binasının içi büyük bir pasajdı. Bu binada 25 yıldan beri atıl, hiçbir görev yapmıyor, kaderine terk edilmiş. Neden böyle tutuluyor, neden kullanılmıyor anlamak mümkün değil. Yahu elinizde fırsat varken, çıkartın satışa, verin istediğinize kimsenin itiraz edecek hali yok ki. İtiraz edenin binersiniz kafasına, kesersiniz soluğunu bir daha konuşmak mı? “Haşa” der işine bakar talipli olan! Artık Büyükdereli hanımlar beylerini, genç kızlar nişanlı ve yavuklularını karşılamak için iki dirhem bir çekirdek süslenerek vapur iskelesine gidip, Eminönü ya da Köprüden 18.10 da kalkacak olan şehir hatları yolcu gemisine karşılamaya koşmuyorlar.
Büyükdere’de kaybolan bir eser ise Büyükdere Hamamı’dır. Hamam 1889 da ki büyük yangında yanmış ve ortadan kalkmıştır. Bu hamama “Balıkçılar Hamamı” isminin verilmesinin nedeni Büyükdere’de balıkçıların çok olduğunu gösteriyor.
Büyükdere’yi Sarıyer’den Bülbül Sokağı ayırır. Bırakalım bülbüller sokakta kalsın bizde Büyükdere’den Sarıyer’e doğru gelelim. Bakılım neler göreceğiz.
Büyükdere Çarşısı içindeki Halkevini tadat ettik, az ileride sağda Keçecizade Fuat Paşa yalısı vardı. Halen Fuat Paşa Oteli! Birkaç yıl önce tamamen eskisine uygun şekilde yenilendi. Büyükdere sahil şeridi yalılarla dolu. En önemlilerinden biri Portakalyan Yalısı son sahibi Erol Aksoy. Nedendir bilinmez içinde oturanı yok. Neden kirayla verilmez, boş tutulur akıl almaz. Daha ileride Azaryan Yalısı. Bu yalı Vehbi Koç tarafından satın alınıp müze yapıldı. Sadberg Hanım Müzesi olarak Türk Kültürüne hizmet veriyor. Yalıya Vidalı Yalı da denilmektedir. Eski konumu itibariyle yalı ahşaptan yapılmış, çivi kullanılmamış ve ahşap vida kullanılmıştır. Burada bir atraksiyon oldu ve hemen yanındaki iki katlı yardımcı bina, birkaç yıl sonra üç kat hale getirildi. Tabii getirilsin, kültüre hizmet ediyor ama diğer insanlara neden tolerans yok diye de düşünmekten edemiyorum. Aman boş verme Balcı sen düşünmeye devam et! Yahu Para her kapıyı açan anahtar değil mi? O halde nedir bu düşüncelerin diyoruz ve İlerliyoruz. Karşımıza Sandalcıyan yalısı çıkıyor. Çok iyi, bakımlı bir yalı! Bu hattın en önemli yalılarından biri Uzunçarşılı Yalısıdır. Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya ait yalıda oğlu Av. Oktay Uzunçarşılı ile küçük oğlu Rahmetli Acar’ın eşi Özenç Uzurçarşılı oturuyorlar. Yalının muhteşem süslemeli var. Her haliyle ben başkayım der gibi. Ama bakıma da ihtiyacı var. Bu da belli oluyor. Türkiye’nin en büyük Türk tarihi profesörü İsmail Hakkı Uzunçarşılı’yı rahmetle anıyor, Oktay Bey, Özenç Hanım ve Oktay Beyin kızı Cihan Hanımı selâmlayarak yürümeye devam ediyoruz.
Piyasada caddesindeki en önemli bina Rus Büyükelçiliği Yazlık binasıdır. Her bakımdan önemli bir tarihi eser. Bakımsızlıktan perişan halde! Onarım izni çıkmış ama bir türlü başlanamadı. Müştemilat binası iyi bakımlı! Eğer yalıları, konakları, köşkleri saymaya başlarsak, sokak aralarına girmek gerekir. Çünkü Büyükdere’nin iç kısımlarında tarihi eser niteliğinde onlarca bina var. O nedenle bunları geride bırakalım da işimize bakalım!
Büyükdere çarşısı çok hareketli bir çarşı idi. Büyükdere’ye girişte sıralanan gazino ve oteller hala akıllardadır. İstanbul’un ilk Oteli Hotel de Bellevue’nin yanıp yok olduğunu hatırlatarak diğerlerini sayalım; Deniz sahilinde La Piyer, Üniver, Propylees, Paris, Ambasador, Astoriya, Bristol, Mardiros! İsimlerden de anlaşıldığı gibi hepsi de gazinodur. Ama gazinoların üst katları da oteldir.
Büyükdere deyince akla Beyaz Park gelir. Bunu belirttikten sonra deriz ki Beyaz Park’ta yüzmeyen bir Büyükdere’li, Ben Büyükdereli’yim diyemez. Beyaz Park Plajı açıldığında yer yerinden oynadı. Nasıl olur da erkek-kadın aynı yerde yüzerler? Olur mu hiç? Tövbe tövbe diyenlere yanıtı Atatürk verdi. Büyükdere’ye Tahsin Uzel’e ziyarete gelen Atatürk’e Beyaz Parkı işleten Rasim Kayra tarafından durum anlatıldı. Atatürk “Kadın erkek ayrımı da ne oluyor? Burada doğru olan şey, aradaki mesafenin azlığı değil, deniz hamamına hala haremlik selamlık aranmasıdır” demiş ve böylece plajda kadın-erkek bir arada yüzmesinin de önü açılmıştır. Türkiye’nin en önemli plajlarından biri olan Beyaz Parkın diğer yanı da Gazino idi! Türkiye’nin en namlı ses sanatçılarının sahne aldığı Beyaz Park’ta tarihte kaldı. Yerinde şimdi Liseliler çay bahçesi var. Koca bir tarihi eser yok edildi ise de yerine halka çok iyi hizmet veren bir çay bahçesi yapıldı. Gelirinin büyük bir kısmı Sarıyer Lisesi öğrencilerine burs olarak verildiğine göre hizmette kusur yok olsa da affa uğrar deriz! Yönetiminde dargınlık, kırgınlık, klikçilik oluyormuş bu konumuz değil! Liseliler kendi işlerini kendileri halletsinler biz sadece kayıt düştük. Yaptığımız bu! Hatırlatalım Beyaz Park Plajının hemen yanında Büyükdere Denizcilik Yüzme İhtisas Kulübü’nün yüzme tesisleri vardı. Bu tesisler de Beyaz Park kaldırı ykıldıktan sonra ortadan kaldırılarak spora da ağır bir darbe vuruldu. Tesis olmayınca dernek de ortadan kalktı.
Hatırlatmak görevimiz; Boğaziçi’nin en eski yalılarından biri olduğu söylenen Holden Yalısı bütün görkemi ile sahil boyunu süslüyor. 18. yy. dan kalan bir eser. Büyükdere’de ayrıca şato tipi bir yalı var. Bu yalı Boğaziçi’nin Şato tipindeki ilk yalı örneğidir.
Büyükdere’nin en renkli yerlerinden biri parkı idi. Bırakın çocukların parkta oynaması, yaşlıların bile vazgeçemedikleri bir dinlence yeriydi. Hele Latin Kilisesinin arkasındaki alan? Burası Büyükdere’nin kalbi idi. Bütün milli bayramlar için okul öğrencileri, dernek temsilcileri burada toplanarak bayram kutlamaları yapılırdı. Hangi birimiz burada esas duruşta İstiklâl Marşı dinlemedik ki? Hangimiz burada sair günlerde top oynamadık ki? Toplum şaşırmış yetkililer çıldırmış. Alan kimin olursa olsun yetkililerin el atması ve kamulaştırarak bu büyük alanı halka mal etmeleri gerekirken inşaata açtılar ve içine de etiler. Beton yığını binalar! Eskiye özlem geride kalan!
Büyükdereli olup da unutamayacakları bir yer daha var. Rum Kilisesi arkasındaki duvar üstü. Burası çok da büyük olmayan bir arsa! Arsa ama ne arsa? Yahu hiç unutmam, burada dörder kişi ile oynanan futbol maçlarının tadını hala bulmuş değilim. Kıran kırana, vuran vurana yapılan maçların bir kısmında kavga çıkar maç yarım kalırdı. Büyükdere-Sarıyer maçları her hafta yapılır yüzlerce insan bu maçları seyrederdi. Bir maç yarım kaldı. O maçı çığırından çıkaran bendim ve sonunda kavga oldu! Unutulur mu? Cemil, Cemal, Kuyruklu Erdoğan, Kenan, Cengiz, Andoni hepsi de kar taneciği gibi gelen fırtına ile değişik yerlere savrulup gittiler. Gitmeyenler de var tabii. Vural Atık çeşitli nedenlerle hanım değiştirdi ise semtini değiştirmedi. Aynı şekilde Erdoğan Kobal’da hem eş değiştirdi ve hem de spor yaşamı boyunca takım değiştirdi ama semtini değiştirmedi. Bunların ve bu gibilerin “Ben Büyükdereliyim” diye bağırma hakları var.
Büyükdere Çayırbaşı Aralığı Sokak, yani eskiden Kömür İskelesi denilen yere giden sokak. Bu sokak elli altmış metrelik bir sokaktır. Ana caddeden denize iner. Sokak ortasında Damatzade Mehmet Murat Efendi Meydan Çeşmesi var (1756). Sokağın sağı solu ev alt katları işyeri idi. Denize yakın yerde ise mazotçu ve kumanyacı bulunuyordu. Buradan da anlaşılıyor ki buradan Karadeniz’e sefere çıkacak tekneler mazot, kumanya ve yol gidiş belgelerini alarak yola çıkarlar. Kömür iskelesi denmesinin nedeni de yaz kış Ağva, Şile ve Karasu tarafından gelen odun kömürü yüklü taka ve çektirmelerin buradaki ahşap iskelede bağlı bulunmasındandır. Bu sokağa girer ve denize doğru gidişte sağda ve en sondaki üç katlı bakımlı binanın alt katı kahvehane idi. Üst katı ise önemli bir insanı misafir ediyordu. Adı Davit, soyadı Sehakkuli idi. Acem Ermeni’siydi ama çocuk yaşta Türkiye’ye gelmiş ve tahsil görmüştü. İstanbul işgal edilince İngilizler kendisini bulmuş ve Boğaziçi’ndeki İngiliz ve Yunan kontrol gemisine tercüman olarak görevlendirilmişti. Görevi Anadolu’ya gönderilecek silah ve mühimmatın önlenmesi için çalışmaktı. Aydınların gönderilmesinin önünün kesilmesiydi. Davit Bey görevini mükemmel yaptı. Kuva-yı Milleyecilerden Milis Yüzbaşı Kalkavanzade İlyas Sami Bey kendisini buldu ve milli mücadeleye yardımcı olması teklifinde bulundu. Davit Bey İlyas Sami Beyin teklifini derhal kabul etti ve Sarıyerli Kuva’yı Milliyecilerle temas kurdu. Büyükdere’den Dede Yusuf, Sarıyer’den Av. Aziz Bey, Ketencioğlu Hacı Yakup Ağa, Osman Kaptan (Saruhan), R. Fener’den Giritlioğlu Hacı Şakir Reis ve Bayram Reis ile temas kurarak işe başladı. Hatta kendisine gelen ve yardımcı olması halinde kendisine büyük paralar verileceğini söyleyen Milis Yüzbaşı İlyas Sami Bey’e “Ben Türk okullarında okudum, bu ülkenin ekmeğini yedim. Bana değil para dünyaları verseniz kabul edemem, Ben Ülkeme ihanet edemem” diyerek elinin tersi ile parayı itmiş ve yardımcı olacağı sözünü vermişti. Bu yaman kuvvacı silâh kaçıracak takacılara da teknenizde silah, mermi olduğu zaman Türk bayrağını “baş tarafa asın, yoksa kıç tarafa” diyerek yardımcı olacağını söylemiş ve bu yardımı da savaş sonuna kadar yapmıştı. Şimdi biraz durup düşünelim neler oldu diye! Yerli işbirlikçiler tarafından ihbar edildi. Tutuklanacağı anlaşılınca Rumelifener’li Giritlioğlu Emir Ahmet Reis tarafından taka ile Bulgaristan’a kaçırıldı. Uzun yıllar orada kaldı ve 1949 yılında tekrar Türkiye’ye döndü. Güç durumdaydı geçinebilmek için fotoğrafçılık ve Fransızca öğretmenliği yaparak yaşamaya çalıştı. 1950’li yıllarda göçüp gitti…
Büyükdere Milli Mücadele sırasında hayli karışıklıklar gördü. Yerli Rumların Büyükdere Çarşısına Yunan Bayrağı asması ve eğlenmeleri, Türkleri çok üzdü. İleri gelenlerden Dalyancı Dede Yusuf Beyin onurlu mücadelesi ile Bayrak indiriliyor, gereken ihtar yapılarak gözdağı veriliyordu. Bunlar küçük notlar ama her zaman düşünülmesi ve hatırlanması gereken notlar.
Sarıyer tarafından Büyükdere’ye girmeden ilk önemli toplanma noktası Beyaz Park ikincisi ise Vortik’ti. Yani Sevsay… Sevsay yani bugünkü ismi ile Köşem Restaurant! O zaman Vortik yani Sevsay çay bahçesi idi. Gerek verilen hizmet, gerek müşterisi ve gerekse çayı ile mükemmel bir yerdi. Ön taraflarda yazlığa gelen Rum, Ermeni, Yahudi aileler otururdu. Tabii Türk’lerde arzı-endam ederdi. Süslenip-püslenip, has koktular sürerek masalarda kendilerine yer bulan cinsi lâtiflere kur yapanların sayısı hiç de azımsanmayacak kadar çoktu. Kaş-göz işmarı ile kalkıp gitmeler, bir süre kaybolmalar, sonra gelmeler, büyüklerin sitemleri hep görülen günlük manzaralardı. “Eeee bu kadarı da olsun be ne çıkar” diyen madamaların kıkır kıkır gülmeleri de ayrı seyir demekti… Vortik gerçekten Büyükdere için hatta Sarıyer için çok önemli bir merkezdi. Burası da tarihe karıştı. O güzelim yerde yılda bir iki ay turist ağırlayan bir restaurant var. Kazanıyor mu? Kazanmıyor mu sormayacağız ama Sevsay’a yazık oldu diyeceğiz. Gerçekten yazık oldu.
Erdoğan Kobal, Büyükdere’nin deli dolu sevdalısı! Terk etmediği semtini çok seven bir eski sporcu. Ortaokulda beraberdik. Sınıf takımında oynuyorduk. Herkese olduğu gibi Erdoğan’a yardımcı oldum. Çok yetenekliydi, kısa sürede iyi voleybolcu oldu. Galatasaray’da oynadı. 60 dan fazla Milli oldu. Milli takım kaptanı, milli takım koçu, milli takım antrenörü oldu. Büyükdere’yi Borankay ile birleştirdi, koçluğunu antrenörlüğünü, başkanlığını yaptı ve Türk sporuna damgasını vurmayı bildi. Galatasaray’a transfer olduğunda verdiği ilk röportajında “Benim antrenörüm İbrahim Balcıdır” demek kadirbilirliğini göstermiş bir spor adamıdır. Sağ olsun be! Aklından geçenleri, ya da gerçekleri söyleyeceklere o kadar ihtiyacımız var ki! Şu yaşlı halinde bir de susmasını bile!!!
Büyükdere’yi bütünü ile tadat etmeye kalkarsak ayrı bir kitap yazmamız gerekir. Bunu düşünerek tespitlerimizi kısa notlarla kayda geçelim:
Unutmayalım kaymakamlık binası Büyükdere’de idi 1967 de Sarıyer’e geldi. Ne var ki ancak 44 yıl Sarıyer’de kaldı. Şu anda Ferahevler’de. Büyükdere’deki eski kaymakamlık binası yerinde Park var, Sarıyer’deki yerinde ise sadece bir sağlık ocağı… Bina harap olmak üzere!
Büyükder’de Sarıyer’in en eski derneği olan Yardımsevenler Derneği Sarıyer Şubesi faaliyetine devam ediyor. İlk Başkanı Handan Öniş, sonrakiler Calibe Tanca, Mükrime Ürgüplü ve Nuran Alson şu sıralarda kim öğrenemedim!
Büyükdere Spor Kulübü kurulusu 1946. Reşat Bey ve arkadaşları tarafından kurulmuş. Sarıyer Kulübü Başkanı iken bir ihtilaf sonucu kulüpten ayrılmış ve bu ayrılış Büyükdere Spor Kulübünün kuruluşunu beraberinde getirmiş! İyi de olmuş. Bu kulüpten hayli yetenekli futbolcular yetişti.
Kaymakamlık Büyükdere’de iken Kaymakam olarak görev yapan Hüsnü Uğural, kaymakamlık görevinden sonra İstanbul Gençlik ve Spor İl Müdürü oldu daha sonra da Edirne Valisi olarak görev yaptı. Hatırlatmakta yarar var. Atatürk’ün çok sevdiği Maarif Bakanı Mustafa Necati’nin kardeşiydi. Kaymakamlık Sarıyer’e geldikten sonra da bir vali daha çıkardı Sarıyer! Mehmet Ersoy! O şimdi Sinop’tan seçilen AKP milletvekili! Hayırlı olsun deriz.
Büyükdere Güzelleştirme Derneği 1967 de kuruldu. Çok yararlı çalışmalar yaptığı gözlendi. Büyükdere ve Sarıyer isimlerini taşıyan iki önemli kitapçık çıkardı. Bu kitapçıklardan çok yararlandığımı belirtmek isterim ama devam ettirilemedi. Dernek uzun bir süre faaliyetini tatil etmiş olacak ki yıllar sonra arz-ı endam eyledi. Halen büyük Parkın içindeki küçük binasında faaliyetine devam ediyor.
Kazıklı yol! Kazıklı yol, Büyükdere’yede, Büyükderelilere de büyük kazık oldu. Bu yol yapılmakla trafik biraz rahatladı ama hem o canım tarihi vapur iskelesi işlevini, hem de Büyükdere çarşısı hayatiyetini kaybetti, hala daha belini doğrultabilmiş değil!
Adliyede 2011 yılının son aylarında Sarıyer’den kaldırılarak Çağlayan’a gönderildi. Sarıyerliler sabıka kaydı almak için bile bir yevmiye kadar masraf yaparak Çağlayana gidip gelecekler. Yani bir günü bitirecekler. Ne kafadır yarabbi?
Pek iddialı değilim ama İstanbul’da ilk otelin Büyükdere’de açıldığı söylentisi yaygındır. Örneğin; Sevsay’ın arka yamacında olduğunu fotoğraflardan anlıyoruz. Hotel de Bellevue! Yani Belvü Otel. Bu otelde ünlü piyanist Liszt Frans konser vermiştir. Hani o günün şartlarında bu olay az bir şey değil belirtmek gerek!
Büyükdere öteden beri içkili lokantaları ve gazinoları ile ünlüdür. Bir kısmını sayalım bakalım neler varmış: Beyaz Park, Bosphor, Şevki, Andon, Mardiros, Astorya, Kibar, Yani, Bolu, Şarapçı Nikola, Bursa, Mehmet Efendi (Hayri), Hasırlı, Agora, Orman ve Mina… Şimdilerde fazla kalmadı ama yine de birkaç tane var ama hiç de tanınmışlıkları yok! Bosphor Gazinosu gazinoların en iyilerinden biriydi. Büyükdere’ye girişte adeta deriz üzerindeydi. Mükemmel servisi. Yemekleri ve seçkin müşterileri ile gözde bir yerdi. İşletici Artist Ahmet neden kadar uğraştı ise de artist olamadı. O günkü şartlarda binlerce fotoğraf çektirip dikkat çekmek istedi ise de sadece “Artist Ahmet” ismi ile anılır oldu. O kadar!
Sarıyer müstakil belediye olduğu 1984 yılında Belediye Büyükdere’de kuruldu. Bir canlılıktı Büyükdere için ama çok görüldü. Belediye Başkanlığınca karar verildi yeni belediye binası Pınar mahallesinde yapılıyor, bina bitince oraya gidecek belediye. Belediye Başkanlık binası inşaatı hızla devam ediyor. Etsin bakalım, Büyükdere ile Sarıyer ne zaman köy haline getirilecek göreceğiz! Sarıyer Belediye Başkanlığını sırasıyla Ali Sandıkçı, M. İhsan Yalçın, Yusuf Tülün, Sedat Özsoy, tekrar Yusuf Tülün görev yaptılar. Halen Belediye Başkanı olarak Şükrü Genç hizmete devam ediyor.
Belediye Başkanları sayılırda muhtarlar pas geçilir mi? Geçilmez tabii. O halde sayalım bakalım kimler gelip geçmiş muhtar olarak: Tütüncü Süleyman Efendi, Rıfat Efendi, Ahmet Efendi, Ali Bayrak, Alb Gafur Bey, Em. Astsb. Kenan Gütçimur, Temel Çınar, Hikmet Bayrak ve Nahide Gül Bayrak… Büyükdereliler her zaman ki gibi sahip çıkarlarsa arkadaşlarına Gül Hanım daha uzun yıllar muhtarlığını devam ettirir. Hadi bakalım gelecek günler neler gösterir.
Eksiği - fazlası ile Büyükdere’yi de tamamladık. Bizi unuttun, bizi yazmadın diyenler olacaktır. Bundan şüphemiz yok! Ha hatırıma gelmişken yazmalıyım. Unuttuklarımızdan biri Büyükdere Dondurması! Bu kadar lezzetli, bu kadar nefis ve leziz bir dondurma olabilir mi? Eskiden İskele içindeki yerinde müşterilerini ağırlıyordu. Bir kapısı ana caddeye açılırken, bir kapısı iskele içine açılıyordu. Dondurma almak için kuyruk olurdu millet! Sahibi bir Rum vatandaşıydı bildiğimiz kadarı ile… Ülkeyi terk ederken, dükkânını da yanında çalışana terk etti! Büyükdere dondurmacısının Sarıyer’de şubesi var, aynı dondurmayı sunuyor vatandaşa!
Büyükdere’yi tamamlamadan bazı kişilerin en azından isimlerinden bahsetmek gerekir. Unutulmayacak isimlerden biri Ömer Sezer’in. Karagümrük S. K. nun kurucusu ve Sarıyer S. K. nü zor günlerinde sırtlayan bir insandı. İnsanların iyisi Bülent ağabey de insanlık timsali bir insan hatırlatmakta yarar var. Biraz rahatsız, ayakta ve yaşamak için direniyor. Topçu kardeşler Yusuf, Nusret ve İzzet Büyükdere’nin en efendi insanlarından olan üç kardeş. Hiç biri hayatta değil! Tornacı Yusuf! Canım arkadaşım o nu da kaybedeli yıllar oldu. Büyükdere’nin Hanım Evliya Çelebisi Güveyre Seçen Yurttagüler. Maşallah leyleği devamlı havada görenlerden biri! Onun için seyahat ve gezi sanki asli görev. Hatırlatmak bizim görevimiz ve deriz ki, Sarıyer’in ilk hanım Orman Yüksek Mühendisidir. Günaydın Gölgeli de çok kazandı, iyi yaşadı ama sonuçta ayakta kalabilmek için Büyükdere’yi terk etti. Büyükdere’nin gülü kardeşler Mustafa ve Mümtaz Deniz; bu gidişle belki de tabuta girecek kadar kramponlu ayakkabıları giymeye devam edecekler.
Büyükdere’de 3 cadde, geçeçi sokaklar hariç 60 sokak var! Site sayısını tespitte yanılmamak için sayı vermemeyi uygun gördüm. Zira inşaat işi o kadar sürekli ki peşinden koşulması halinde bile yakalanması çok zor. Hatırlatmakta yarar var; nerede ise Türkiye’nin en büyük zenginleri Büyükdere’deki Alsit Sitesinde ikamet eylemekteler!
Büyükdere Tamam, o halde yola devam ediyoruz. Bülbül Sokağı, Bülbül Dalyanı’ndan Sarıyer’e doğru adım atmaya başlıyoruz. Bakalım neler olacak, Kimler karşımıza çıkacak. Birkaç bekleyelim bakalım!
22.07.2012
18 Ağustos 2012 Cumartesi
GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK! -9
Yolumuz Çayırbaşı! Bu kez Sarıyer’den yürüyoruz. Hem hava alıyoruz hem de denizi seyrederek yürüyoruz. Martıların gaklamaları, karabatakların dalıp çıkmaları, rıhtıma bağlanmış küçük gezi kayıkları, deniz üzerindeki pislikler; pet şişeler, poşetler ve çöpler. En çirkini de eskilerin kaput dediği prezervatiflerin deniz üzerinde dans etmeleri! Çüş be! Bu ne densizlik demek gerekir ama mereti ne yapacaklar ki? Yahu derdi bize mi düştü! Ne yaparsa yapsınlar! Bizim görmezden gelmemiz gerekirdi diye düşünüyor ve adım adım Çayırbaşı’na doğru ilerliyoruz.
Gördüğümüz kadarı ile İstinye ile Tarabya koylarının marina yapılmak üzere özele aktarılması, yat ve kayıkların Çayırbaşı-Sarıyer arasındaki rıhtıma bağlanmalarına neden oldu. Daha önce de aynı şey vardı. Zira balıkçılar için, hele saç tekne sahibi balıkçılar için önemli olan teknelerini bir yere bağlayabilmektir. Onlar için rıhtımdı, limandı, mendirekti, barınaktı değişmezdi. Her yer balıkçı reislerinindir. Bu durum öteden beri böyledir. Nitekim Çayırbaşı-Beyaz park arası balıkçılara ait saç teknelerinin adeta merkezidir. Geçelim, bunları yazmaya soyunmadık. Ama ne yapalım ki görüyoruz, gördüklerimizi de yazıyoruz. Yürü be, yürü! Gideceğimiz yer Çayırbaşı!.
Çayırbaşı’ndayız. Bildiğimiz yer! Ama biraz eskiden bahsetmeden içeri girmenin anlamı yok. Çayırbaşına girerken deniz tarafından iki tersane vardı. Yılın her ayı dolu olurdu. Onlarca insan ekmek yerdi bu tersanelerden. Şimdi yerlerine yeller esiyor. Birinin yerinde Rize Vakfı tesisleri var, Diğerinde büyük bir çay bahçesi… İlerlemeye devam ediyoruz. Sağda Topser Tuğla fabrikası. Yüzlerce insanın ömür tükettiği yer… Sonra Ekmekçioğlu Tuğla fabrikası oldu. Bu alanda ayrıca on bir adet çömlekçi vardı. Her biri üç beş kişi çalıştıran atölyelerdi. Hiç biri yerinde yok… Teknoloji denilen meret bu mesleği yerle bir etti.
Topser/Ekmekçioğlu Tuğla Fabrikası ile çömlekçilerin bulunduğu büyük alan şimdi modern bir site. Sedat Kent sitesi! Cebi güçlü olanların toplandığı bir site! Hayrını görsünler.
Çayırbaşı Caddesi üzerindeki üç katlı muhteşem taş bina hala zerafetini koruyor. Bir ara “Ender Villa” isimle otel olarak kullanılmıştır. Bu binanın karşısında ve bahçe içinde muhteşem bir Villa! Adeta denizle iç içe. Demokrat Parti iktidarı zamanında yapılmış, yol genişletilmesi sırasında bile binaya dokunulamadı. Demek ki rahmetli Menderes’in çok yakını idi! Kazıklı yol ile eski cadde arasındaki köşk tipi bina ise 19 yy. sonlarında yanarak ortadan kalkan Kefeliköy otelinin müştemilat binası. Okuduklarımızdan kayda geçtik, ayrıca yaşlılardan duyup yazdık, kabahat bizde değil, inşallah yanılmamışızdır.
Çayırbaşı’nda ve Cerrah Mahmut Efendi Camiinin yanındaki açık alan, köy meydanı gibi. Çayırbaşı’nın yerli halkı Çingene dediğimiz Romanlar! Bu alan Romanların düğün ve eğlence yeridir. Söz, nişan, evlilik ve sünnet düğünleri burada yapılır.
Çayırbaşı’nın en önemli tarihi eseri Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii olarak bilinen camidir. Ancak Camii yaptıran Gazi Hasan Paşa değil, Kılıç Ali Paşa’nın doktoru Cerrah Mahmut Efendidir. Bu zatın mezarı cami haziresindedir. Gazi Hasan Paşa Camiin onarımını yaptırmış, ayrıca camiin dış duvarına bitişik bir de çeşme yaptırarak hayrat etmiştir. Bu çeşmenin özelliği iki kitabesi olmasıdır. Birinde şöyle yazar: “Bu çeşmede saka gediği yoktur”. Açılımı ise şudur: Sakalar bu çeşmeden su alıp satamazlar”. Görelim büyüklüğü, görelim halkın korunmasının ne denli önemli olduğunu! Adam boşuna Gazi Hasan Paşa olmamış, boşuna Osmanlı tarihine kaydını yaptırmamıştır. Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın yaptıkları bu kadarla bitmez. İkisi Rumeli Fener’inde, biri Büyüklimanda, Biri Yenimahalle’de ve biri de Çayırbaşında olmak üzere beş çeşme Sarıyer kazasında yaptırmış, tabii bunlar benim bildiklerim. Kasımpaşa ve diğer yerlerle birlikte 15-20 yi bulur yaptırdığı çeşmeler. Unutmadan kayda geçelim; Büyükliman’daki çeşmeyi, tersanede çalışan işçilerin ihtiyaçları için yaptırdığı iddia değil kesindir. Buradan anlıyoruz ki Büyükliman’da Osmanlı donanması için bir tersane bulunuyordu. Ayrıca İstinye’de tersane yapılmasını da ilk düşünen adamdır Gazi Hasan Paşa!
Biz vefakâr milletiz! İyilikleri unutmayız. Cezayirli Gazi Hasan Paşa’da unutulmadı ve Çayırbaşı’nda yaptırdığı çeşmenin karşısındaki küçük parka adına anıt dikildi ve her zaman yanında gezdirdiği aslanı ile kendi büstü konuldu. Yıllarca yerinde duran büstü iki yıl önce çalındı, çalanlar hala bulunamadığı gibi, yenisi de yerine konulamadı! Bravo bize ve yetkililere!
Çayırbaşı’ndan bahsederken aslında geleceğimiz nokta bura halkının yaşamıdır, yaşam tarzlarıdır. Çayırbaşı’nın yerleşik halkı yeni deyimle Roman’dır. Yani Çingene’dir. Bunlara Çingene’den başka, Kıpti, Esmer vatandaş da deniliyordu. Ama Roman’lıkları ortaya çıktıktan sonra bunlar unutuldu. Çayırbaşı’nın 1970’li yıllara kadar mutlak hâkimi Roman’lardı. Sonra göçlerle durum tersine döner gibi oldu. Yeni tespitim yok, belki de tamamen terse döndü!
Çayırbaşı denince akla önce sefalet gelir sonra da günlük yaşamın doyumsuzluğu. Romanlar benim bildiğim kadar günlük yaşarlar. Yani bugün kazandıklarını bugün yerler ve yarın için “Allah Kerim” der geçerler. Onların yarın için düşünceleri olmaz, hiç olmadı ki! Romanlar; durumlarından, yaşamlarından; giyim ve kuşamlarından, hastalıklarından, ustalıklarından asla şikâyetçi olmazlar. O gün kazanır, o gün yerler. Yaşamları istekleri doğrultuda olur. Buna Roman olmayan diğer Çayırbaşılılar da alışıktır. Onlarla birlikte Çayırbaşı havasını solurlar.
Romanların sosyal yaşamları evlerinin önünde başlar orada sona erer. Tencereyi eline alan bir mahallelinin parmaklarını vurarak tepmo tutması demek oyunun başlaması demekti. Çok geçmez buna klarnet, keman, darbuka, tef ve zil sesleri de karışır, üç beş dakika içinde bir araya gelerek cümbüşü başlatırlar. Eğlenceleri saatlerce devam eder, eğlenenlerden çok dışarıdan seyredenleri olur!
Çayırbaşı ortasında yer alır Roman Mahallesi. Camiin arkasından başlar ileri doğru gider. Biz de buradan daldık sokak aralarına. Daracık sokaklar, birer ikişer odalı evler! Romanlar birbirlerinden kopmazlar, uzaklaşmazlar, öyle kolay kolayda yeniliğe doğru adım atmazlar. Çünkü para biriktirme hastalıkları ya da ustalıkları yoktur. O nedenle babadan ne bulmuşlarsa onu devam ettirirler. O nedenle izbe binalar, izbe yollar ve daracık sokaklarda yaşamları devam eder. Küçük bir sitem büyük kavgayı beraberinde getirir. Mahalleli birbirine girer, belki de kan gövdeyi götürür. İşte böylesi bir anda akıl edip, kemanına sarılan kemaneyi çektiği anda çıkan sesle savaş gibi olan kavga durur ve eğlence başlar.
Romanların utandıkları tek husus, bir resmi daire önünde amir veya memurun “Yaz bakalım” dediği anda yazı yazamaması ve imzasını atamamasıdır. Zira okula gitmezler, gitse de devam etmezler! Onlar için okumak da pek önemli değildir ya!
Eskiden her yerde olduğu gibi kabadayıları olurdu Çayırbaşı’nın! Yine var ama eskisi kadar çok değil. Kabadayılık tam anlamıyla kaybolmadı ama hayli azaldı. Çayırbaşılı Romanlar arasında dostluk çok ileri düzeydedir. Hürmetkârdırlar, saygınlık gösterirler. Kabadayı ruhlulardır, hatta kabadayı olanları vardır, bu halleriyle sevilirler. Öyleleri vardır ki racon kesmeyi de bilir, haraç almayı da! Hatta sevdikleri uğrunda can vermeyi de!
Eskiden Yaşar Reis ne kadar ağırlığı olan adam idiyse bugün de Tatani Yaşar aynıdır. Ağırbaşlı, efendi, sadık, hürmetkâr ve sözü dinlenen bir kabadayı. Güngörmüş, gece geçirmiştir. Eğlenceyi görmüş, kodeste gün saymış, kıramponlu ayakkabıları ile futbol sahalarında top koşturmuştur. Ne denli güçlükle karşı karşıya kalmışsa acze düşmemiş, dikliğini yitirmemiş, adam gibi adam olmayı bilmiştir. Deyim yerindeyse dün de sözü dinlenirdi bugün de dinlenir. Çayırbaşı’nda sözü dinlenen bir kişi daha var: Hanım Ağa! İsmi önemli değil; ne derse o olur. Aksinin olmasına imkân yok. Romanlar bunu söylüyor, bizden yazması!
Öyle zamanlar oldu ki Çayırbaşı halkı arasına da aşk ateşi kor olup düştü. Roman kızı ya da erkeği, Roman olmayanla aşk yaşayıp çoluk çocuğa karıştılar. Bazıları beyaz, bazıları sarışın çocuk sahibi oldular. Adeta Romanlıktan koptular. Aileleri tepki gösterenler Çayırbaşı’nı terk edip gittiler.
Birden zengin olmak isteyenlerin ya da zengin olmuş da bundan vazgeçemeyen uyuşturucu baronlarının en çok tercih ettikleri yerdir Çayırbaşı. İşsiz ve güçsüzlerin çok olduğu burada parayı oltaya yem olarak takıp gençlere atmaları sonucu onları torbacı olarak kullanma yolunu buluyorlar. Böyle olunca bir kısım genç en tehlikeli ve zor işi yapmaktan geri kalmıyor ve yakalandıklarında içeri giriyor. Bunun adına da uyuşturucu satışı deniyor. Yakalananlara da torbacı! Birazda Çayırbaşı bununla şöhreti bulmuş! Doğruya doğru, eğriltmeye gücümüz yetmez!
Çayırbaşı’nda aşk başkadır. Sevda ise daha başka! Seven öylesine sever ve sevdiğine ulaşabilmek için varını yoğunu ortaya koyar! Bir araya geldiklerinde, bir yastığa baş koyduklarında dünyalara sahip olurlar, birbirlerine sımsıkı sarılırlar. Onlarda kıskanma yoktur. Yan gözle bakma da yoktur. İhanet ise asla olmaz! Hangi taraf ihanet ederse, bin misliyle karşılığını alır. Saldırganlıkları asla affetmezler. Kim yaptı ise karşı taraf intikamını alacakmış gibi bin kez fazlasını yapmaya yelken açar. Bunu bildikleri içindir ki ihanet görmek istemezler, kitaplarında ihanete yer yoktur, olursa affı da yoktur.
Çayırbaşı, Sarıyer’imizin bir başka güzelliği, bir başka yaşam tarzının hüküm sürdüğü yerdir… Böyle olduğu için orada “Aşk” olduğu kadar “Sevda” da vardır ve her ikisine karşı olacak ihanetin karşılığı da “Yok” olmaktır.
Çayırbaşı halkı yani Romanlar, günlük ne iş bulurlarsa yaparlar. Fakat eskiden büyük bir kısmı balıkçılıkla uğraşırdı. Reisleri vardı, alamana kayıkları, ağları, dalyanları, küçük balıkçı kayıkları vardı. Küçük ağ balıkçılığı, olta balıkçılığı halen yapılıyor. En namlı Reisleri Yaşar Reis’ti yanılmıyorsam! Hata yaptımsa affola! Unutmuşumdur mutlaka!
Bir kısmı da eskicilik yapar. Evlerden eski alıp ihtiyaç sahibi yerlere eskileri satarlar. Bir geçim yoludur bu. Bu işte en önemli isim de bir başka Yaşar’dı. Yaşı sekseni geçmişti ama yine hem aynı işi yapıyor ve hem de hastası olduğu Galatasaray maçlarını kaçırmıyordu. Uzun yıllar oğlu devam ettirdi mesleği! İkisine de rahmet ola! Bir zaman vardılar, şimdi yoklar.
Çayırbaşı sözü edildiğinde Tekel Kibrit Fabrikası ve Büyükdere Fidanlığı akla gelir. Tekel Kibrit Fabrikası Bahçeköy Caddesi üzerindedir. Önce bira fabrikası olarak açıldı (1909) ve 1930 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra bu fabrikanın alanı üzerinde Tekel Kibrit Fabrikası binaları yapıldı ve hizmete açıldı. Fabrika 1988 yılına kadar faaliyete devam etti. Kazanın en büyük ikinci fabrikasıydı Tekel Kibrit Fabrikası. Genellikle işçileri Çayırbaşı’nın Romanlarıydı. Fabrika onlar için bulunmaz nimet ve çok önemli ekmek kapısıydı. Bunu da çok iyi kullandılar. Fabrikanın unutulmaz isimleri arasında Hayri Bey, Şükrü Bey, Ömer Bey (Sezer), Baba Mesut (Seçen), Celal Bey (Varol), Rıfat Kılıç, Titi Cavit (Toprakiş), Hayri Çakmak vardı. Elbette ki daha pek çokları silinmeyecek izler bıraktılar ama en ünlüleri Adnan Özcan oldu. Adnan işçi olarak girdiği fabrikada bir süre sonra işçi temsilcisi, sonra baş temsilci oldu, bir süre sonra şube başkanı ve daha sonrada Petrol İş Sendikası Mali Genel Sekreteri ve nihayet Genel Başkanı olarak sendikalar tarihine adını yazdırdı.
Bu fabrika Sarıyer’in hayat damarlarından biriydi. Sarıyer kulübü buradan besleniyordu. Ömer Bey Sarıyer S.K. yöneticisi; Mesut, Fahri, Yahya, Zeki Yazıcı, Erdem Acar, Adnan Özcan, Yaşar Elmas, Metin Kınay, Ahmet Sert, Dadaş Mahmut, Mehmet Orman, Derya Kılıç, Oğuzkan Yüksel, Hüseyin İşyar ve daha niceleri burada emek sarf etti…
Bir başka büyük işyeri Fidanlıktı. Uzun yıllar faaliyet gösterdi. Bir ara özelleştirilme adına bir şahsa verildi ise de sonra geri alındı. Faaliyetine devam ediyor ama asla randımanlı değil, Yani olsa da olur olmasa da! Burada da Sarıyer kulübü için kaynak vardı. Hayri Tezcan ve Suphi Soylu buradan yetişmiş usta futbolculardı.
Bahçeköy Caddesi takip edilirse görülecektir ki bu cadde sağlı sollu yeşillik ve bol ağaçlık bir alan. Sol tarafta beş altı adet birbirinden güzel çay bahçesi ve gazino. Sağ tarafta Bilezikçi Çiftliği. Uzun yıllar mücadele verildi ve Orman Fakültesi tarafından çiftlik satın aldı. Şimdi araştırma ormanı. Büyük bir piknik alanı da var. Çiftlik içinde çok yaşlı ve anıt ağaçlar bulunuyor. Bin yaşın üzerinde ki Çınar ağacının çevresi 17 metre, içi kovuk ve rahatlıkla 25, 30 kişi kovuğunda oturabiliyor. Bu ağacın yanında kardeş çınar görülmeye değer. Aynı gövdeden çıkmış iki müthiş ağaç, mükemmel sağlıklı ve 35-400 yaşın üzerinde muhteşem görünüşü var. İleri doğru gidilinde bir başka anıt ağaç boy gösterir. Bunun adı Uyuyan Çınar… Buna Ahtapot Çınarı da deniliyor. Bir doğa harikası. Sarıyerli olup da bunları görmeyenler ben Sarıyerliyim deme hakkına sahip olamazlar. Bizden söylemesi!
Hatırlatmakta yarar var. Türkiye’de ilk hava taşımacılığı Büyükdere Hava Alanından yapıldı. Bu alan Çayırbaşı’ndadır. O dönemlerde Çayırbaşı Büyükdere’ye bağlı idi. Bir İtalyan hava Şirketi 1924 de Türk hükümetinden 11 yıl çalışma izni ve imtiyazı alarak hava alanını kurdular. Atina, Brindizi, İstanbul – Atina, Rodos seferleri yapıldı. Hükümet tarafından 1936 da hava alanı satın alınarak millileştirildi. Günümüzde ise devletin nesi varsa satılıyor, eşe dosta, yerliye yabancıya peşkeş çekiliyor. Neyse… Buradaki iki hangar, şimdi depo ve bir idare binası, şimdi Sahil Güvenlik Komutanlığı binası olarak kullanılıyor. Hemen kaydedelim hava şirketinin uçakları şimdiki gibi modern uçaklar değillerdi. Deniz uçaklarıydı. Denize iniş yapıyor ve motorlu bir sandal uçağa halat bağlayarak kıyıya çekiyor ve ray üzerinden hangara çekiliyorlardı. 1950’li yıllara kadar bu uçakların kalkış ve inişlerini gördük. O nedenle rahatlıkla kayda geçiriyoruz.
Fazla detaya inmenin yararı var mı? Bilemem! Ama girmemek her halde daha iyi olacak. Gelin birlikte kısa kısa dolaşalım Çayırbaşı sokaklarında!
Çayırbaşı’nda bir cami bir mescit var. Klise, sinagog ve havra yok!
Çayırbaşı’ndaki otelin adı Hotel de l’Emprime Ottoman’dı. 1853 yılında Türkiyeyi ziyaret eden İngilterenin Cumberland Eyaleti Merkezi Carlisle’in Yedinci Kontu Gerog Wlliam Frederick Howard bu otelde kalmıştı. Her halde uğursuz gelmiş olacak ki bu otel yanıp kül oldu.
Çayırbaşı’nda bir Müslüman, bir Rum ve bir de Ermenilere ait iki mezarlık var. Ölmek isteyenler için müsait yer var! Mezar yeri bulamam anlayışı ile paniklemeye gerek yok!
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kumandanlarından General Fahri Belen Çayırbaşı’nin unutulmazlarından biri. Bizde unutmuyoruz ve Allah rahmet eylesin diyoruz. O günün koşullarında çok iyi bir villası vardı. Bu villayı Pide-Ban firmasının ortaklarından Hayati Kaptanoğlu aldı. Hayırlı olsun deriz. Eklemeyi de unutmayız. Hayati Kaptanoğlu Çayırbaşı’nın ağalarından sayılır. Yaptıkları ağalıkla eşdeğerdedir. Evden çıktığında dükkâna gidene kadar cebini boşaltır farkına varmaz. Bu nedenle sevmeyeni yoktur. Uzun yıllardan beri Sarıyerliler Derneği Başkanlığını yürütmektedir. Bu yetmemiş gibi bir de Sarıyer Spor Kulübü Başkanlığı görevini üstlenmiş ve hizmetini perçinlemeyi bilmiştir. Kardeşleri Haşim ve Yusuf’ da saygın insanlar ve çok sevilenlerden. Şunu demek isterim ki Kaptanoğlu ailesinin Çayırbaşı’nda ayrı bir yeri ve havası var! Buradaki Pide-Ban salonu görülmeye değer. Bırakın imalâtın lezzetini, gösterişini, tadına olan doyumsuzluğunu, asari antika eşyaları ile gözde bir mekân.
Çayırbaşı’nda Kibar ailesi de yabana atılamaz. Kibar Çakıroğlu ailenin en saygın bireylerinden biri. Kantara vurulsa hayli ağır çeker! Ama yeğeni Şems Çakıroğlu da Çayırbaşılıların iftihar ettiği bir genç siyasetçi.
Ağırbaşlılığı ile dikkat çeken bir başka isim Mirza Sancak! Sarıyer’de futbol oynamış, boylu, poslu, güçlü ve kuvvetli sözü dinlenen bir kişi! Çayırbaşı doğumlu ama Muş’lu bir aile bireyi!
Çayırbaşı’nda Oduncu Ömer Bey ile eşi Zehra Hanım’ında hayli ismi ve iyiliği vardır. Onlar da unutulmazlardandır. Sonra oğlu Erdoğan ile Cengiz sıraya girer. İki kardeşin arası limoni! Kim haklı kim haksız soruşturmak işimiz değil, kendileri bilir.
Ayrıca Piç Dursun Ali (Baran), Suphi Soylu, Cengiz Oğuz, Nevzat Özertem, Rizespor’lu Tuncay, Beyoğluspor’lu Nevzat Çayırbaşı’ndan yetişmiş başarılı futbolculardan bazılarıdır.. Aslında Çayırbaşı futbolcu fabrikası gibi bir yerdir, bizim saydıklarımız bir çırpıda aklımıza gelenler! Varın gerisini siz düşünün!
Aman Allah!!! Yandık vallahi! Hele bir unutsaydık hapı yutmuştuk. Çayırbaşılı Kostariko Ahmet müthiş bir sinema sanatçısı. İki yüzden fazla filmde rol almış, isimde yapmış ama bir türlü baş adam olamamış! Ne olursa olsun Çayırbaşı için bir dev isim Kostariko Ahmet! O da öteki dünya yolcu edildi, rahmeti bol olsun!
Çayırbaşı çok göç aldı. Önce Karadeniz, sonra iç Anadolu ve son zamanlarda da doğudan gelen göçlerle kalabalıklaştı. Bilhassa Muş’lular hayli kalabalık bir topluluk. Muşlularla Romanlar arasında anormal bir çekişme ver. Her an bir olay beklenir, iki taraf da tetikte!
Çayırbaşı’nda 2 cadde, 25 sokak ve 1 site var. Son zamanlarda birkaç Geçici Sokak eklendiği söylentileri var, olabilir diyoruz ve Romanların semtinden: Bir lokma ekmek, bir hırka ve bir keman sesi! Çayırbaşı’nda memnun eder, oynatır herkesi! Diyerek ayrılıyoruz.
Gördüğümüz kadarı ile İstinye ile Tarabya koylarının marina yapılmak üzere özele aktarılması, yat ve kayıkların Çayırbaşı-Sarıyer arasındaki rıhtıma bağlanmalarına neden oldu. Daha önce de aynı şey vardı. Zira balıkçılar için, hele saç tekne sahibi balıkçılar için önemli olan teknelerini bir yere bağlayabilmektir. Onlar için rıhtımdı, limandı, mendirekti, barınaktı değişmezdi. Her yer balıkçı reislerinindir. Bu durum öteden beri böyledir. Nitekim Çayırbaşı-Beyaz park arası balıkçılara ait saç teknelerinin adeta merkezidir. Geçelim, bunları yazmaya soyunmadık. Ama ne yapalım ki görüyoruz, gördüklerimizi de yazıyoruz. Yürü be, yürü! Gideceğimiz yer Çayırbaşı!.
Çayırbaşı’ndayız. Bildiğimiz yer! Ama biraz eskiden bahsetmeden içeri girmenin anlamı yok. Çayırbaşına girerken deniz tarafından iki tersane vardı. Yılın her ayı dolu olurdu. Onlarca insan ekmek yerdi bu tersanelerden. Şimdi yerlerine yeller esiyor. Birinin yerinde Rize Vakfı tesisleri var, Diğerinde büyük bir çay bahçesi… İlerlemeye devam ediyoruz. Sağda Topser Tuğla fabrikası. Yüzlerce insanın ömür tükettiği yer… Sonra Ekmekçioğlu Tuğla fabrikası oldu. Bu alanda ayrıca on bir adet çömlekçi vardı. Her biri üç beş kişi çalıştıran atölyelerdi. Hiç biri yerinde yok… Teknoloji denilen meret bu mesleği yerle bir etti.
Topser/Ekmekçioğlu Tuğla Fabrikası ile çömlekçilerin bulunduğu büyük alan şimdi modern bir site. Sedat Kent sitesi! Cebi güçlü olanların toplandığı bir site! Hayrını görsünler.
Çayırbaşı Caddesi üzerindeki üç katlı muhteşem taş bina hala zerafetini koruyor. Bir ara “Ender Villa” isimle otel olarak kullanılmıştır. Bu binanın karşısında ve bahçe içinde muhteşem bir Villa! Adeta denizle iç içe. Demokrat Parti iktidarı zamanında yapılmış, yol genişletilmesi sırasında bile binaya dokunulamadı. Demek ki rahmetli Menderes’in çok yakını idi! Kazıklı yol ile eski cadde arasındaki köşk tipi bina ise 19 yy. sonlarında yanarak ortadan kalkan Kefeliköy otelinin müştemilat binası. Okuduklarımızdan kayda geçtik, ayrıca yaşlılardan duyup yazdık, kabahat bizde değil, inşallah yanılmamışızdır.
Çayırbaşı’nda ve Cerrah Mahmut Efendi Camiinin yanındaki açık alan, köy meydanı gibi. Çayırbaşı’nın yerli halkı Çingene dediğimiz Romanlar! Bu alan Romanların düğün ve eğlence yeridir. Söz, nişan, evlilik ve sünnet düğünleri burada yapılır.
Çayırbaşı’nın en önemli tarihi eseri Cezayirli Gazi Hasan Paşa Camii olarak bilinen camidir. Ancak Camii yaptıran Gazi Hasan Paşa değil, Kılıç Ali Paşa’nın doktoru Cerrah Mahmut Efendidir. Bu zatın mezarı cami haziresindedir. Gazi Hasan Paşa Camiin onarımını yaptırmış, ayrıca camiin dış duvarına bitişik bir de çeşme yaptırarak hayrat etmiştir. Bu çeşmenin özelliği iki kitabesi olmasıdır. Birinde şöyle yazar: “Bu çeşmede saka gediği yoktur”. Açılımı ise şudur: Sakalar bu çeşmeden su alıp satamazlar”. Görelim büyüklüğü, görelim halkın korunmasının ne denli önemli olduğunu! Adam boşuna Gazi Hasan Paşa olmamış, boşuna Osmanlı tarihine kaydını yaptırmamıştır. Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın yaptıkları bu kadarla bitmez. İkisi Rumeli Fener’inde, biri Büyüklimanda, Biri Yenimahalle’de ve biri de Çayırbaşında olmak üzere beş çeşme Sarıyer kazasında yaptırmış, tabii bunlar benim bildiklerim. Kasımpaşa ve diğer yerlerle birlikte 15-20 yi bulur yaptırdığı çeşmeler. Unutmadan kayda geçelim; Büyükliman’daki çeşmeyi, tersanede çalışan işçilerin ihtiyaçları için yaptırdığı iddia değil kesindir. Buradan anlıyoruz ki Büyükliman’da Osmanlı donanması için bir tersane bulunuyordu. Ayrıca İstinye’de tersane yapılmasını da ilk düşünen adamdır Gazi Hasan Paşa!
Biz vefakâr milletiz! İyilikleri unutmayız. Cezayirli Gazi Hasan Paşa’da unutulmadı ve Çayırbaşı’nda yaptırdığı çeşmenin karşısındaki küçük parka adına anıt dikildi ve her zaman yanında gezdirdiği aslanı ile kendi büstü konuldu. Yıllarca yerinde duran büstü iki yıl önce çalındı, çalanlar hala bulunamadığı gibi, yenisi de yerine konulamadı! Bravo bize ve yetkililere!
Çayırbaşı’ndan bahsederken aslında geleceğimiz nokta bura halkının yaşamıdır, yaşam tarzlarıdır. Çayırbaşı’nın yerleşik halkı yeni deyimle Roman’dır. Yani Çingene’dir. Bunlara Çingene’den başka, Kıpti, Esmer vatandaş da deniliyordu. Ama Roman’lıkları ortaya çıktıktan sonra bunlar unutuldu. Çayırbaşı’nın 1970’li yıllara kadar mutlak hâkimi Roman’lardı. Sonra göçlerle durum tersine döner gibi oldu. Yeni tespitim yok, belki de tamamen terse döndü!
Çayırbaşı denince akla önce sefalet gelir sonra da günlük yaşamın doyumsuzluğu. Romanlar benim bildiğim kadar günlük yaşarlar. Yani bugün kazandıklarını bugün yerler ve yarın için “Allah Kerim” der geçerler. Onların yarın için düşünceleri olmaz, hiç olmadı ki! Romanlar; durumlarından, yaşamlarından; giyim ve kuşamlarından, hastalıklarından, ustalıklarından asla şikâyetçi olmazlar. O gün kazanır, o gün yerler. Yaşamları istekleri doğrultuda olur. Buna Roman olmayan diğer Çayırbaşılılar da alışıktır. Onlarla birlikte Çayırbaşı havasını solurlar.
Romanların sosyal yaşamları evlerinin önünde başlar orada sona erer. Tencereyi eline alan bir mahallelinin parmaklarını vurarak tepmo tutması demek oyunun başlaması demekti. Çok geçmez buna klarnet, keman, darbuka, tef ve zil sesleri de karışır, üç beş dakika içinde bir araya gelerek cümbüşü başlatırlar. Eğlenceleri saatlerce devam eder, eğlenenlerden çok dışarıdan seyredenleri olur!
Çayırbaşı ortasında yer alır Roman Mahallesi. Camiin arkasından başlar ileri doğru gider. Biz de buradan daldık sokak aralarına. Daracık sokaklar, birer ikişer odalı evler! Romanlar birbirlerinden kopmazlar, uzaklaşmazlar, öyle kolay kolayda yeniliğe doğru adım atmazlar. Çünkü para biriktirme hastalıkları ya da ustalıkları yoktur. O nedenle babadan ne bulmuşlarsa onu devam ettirirler. O nedenle izbe binalar, izbe yollar ve daracık sokaklarda yaşamları devam eder. Küçük bir sitem büyük kavgayı beraberinde getirir. Mahalleli birbirine girer, belki de kan gövdeyi götürür. İşte böylesi bir anda akıl edip, kemanına sarılan kemaneyi çektiği anda çıkan sesle savaş gibi olan kavga durur ve eğlence başlar.
Romanların utandıkları tek husus, bir resmi daire önünde amir veya memurun “Yaz bakalım” dediği anda yazı yazamaması ve imzasını atamamasıdır. Zira okula gitmezler, gitse de devam etmezler! Onlar için okumak da pek önemli değildir ya!
Eskiden her yerde olduğu gibi kabadayıları olurdu Çayırbaşı’nın! Yine var ama eskisi kadar çok değil. Kabadayılık tam anlamıyla kaybolmadı ama hayli azaldı. Çayırbaşılı Romanlar arasında dostluk çok ileri düzeydedir. Hürmetkârdırlar, saygınlık gösterirler. Kabadayı ruhlulardır, hatta kabadayı olanları vardır, bu halleriyle sevilirler. Öyleleri vardır ki racon kesmeyi de bilir, haraç almayı da! Hatta sevdikleri uğrunda can vermeyi de!
Eskiden Yaşar Reis ne kadar ağırlığı olan adam idiyse bugün de Tatani Yaşar aynıdır. Ağırbaşlı, efendi, sadık, hürmetkâr ve sözü dinlenen bir kabadayı. Güngörmüş, gece geçirmiştir. Eğlenceyi görmüş, kodeste gün saymış, kıramponlu ayakkabıları ile futbol sahalarında top koşturmuştur. Ne denli güçlükle karşı karşıya kalmışsa acze düşmemiş, dikliğini yitirmemiş, adam gibi adam olmayı bilmiştir. Deyim yerindeyse dün de sözü dinlenirdi bugün de dinlenir. Çayırbaşı’nda sözü dinlenen bir kişi daha var: Hanım Ağa! İsmi önemli değil; ne derse o olur. Aksinin olmasına imkân yok. Romanlar bunu söylüyor, bizden yazması!
Öyle zamanlar oldu ki Çayırbaşı halkı arasına da aşk ateşi kor olup düştü. Roman kızı ya da erkeği, Roman olmayanla aşk yaşayıp çoluk çocuğa karıştılar. Bazıları beyaz, bazıları sarışın çocuk sahibi oldular. Adeta Romanlıktan koptular. Aileleri tepki gösterenler Çayırbaşı’nı terk edip gittiler.
Birden zengin olmak isteyenlerin ya da zengin olmuş da bundan vazgeçemeyen uyuşturucu baronlarının en çok tercih ettikleri yerdir Çayırbaşı. İşsiz ve güçsüzlerin çok olduğu burada parayı oltaya yem olarak takıp gençlere atmaları sonucu onları torbacı olarak kullanma yolunu buluyorlar. Böyle olunca bir kısım genç en tehlikeli ve zor işi yapmaktan geri kalmıyor ve yakalandıklarında içeri giriyor. Bunun adına da uyuşturucu satışı deniyor. Yakalananlara da torbacı! Birazda Çayırbaşı bununla şöhreti bulmuş! Doğruya doğru, eğriltmeye gücümüz yetmez!
Çayırbaşı’nda aşk başkadır. Sevda ise daha başka! Seven öylesine sever ve sevdiğine ulaşabilmek için varını yoğunu ortaya koyar! Bir araya geldiklerinde, bir yastığa baş koyduklarında dünyalara sahip olurlar, birbirlerine sımsıkı sarılırlar. Onlarda kıskanma yoktur. Yan gözle bakma da yoktur. İhanet ise asla olmaz! Hangi taraf ihanet ederse, bin misliyle karşılığını alır. Saldırganlıkları asla affetmezler. Kim yaptı ise karşı taraf intikamını alacakmış gibi bin kez fazlasını yapmaya yelken açar. Bunu bildikleri içindir ki ihanet görmek istemezler, kitaplarında ihanete yer yoktur, olursa affı da yoktur.
Çayırbaşı, Sarıyer’imizin bir başka güzelliği, bir başka yaşam tarzının hüküm sürdüğü yerdir… Böyle olduğu için orada “Aşk” olduğu kadar “Sevda” da vardır ve her ikisine karşı olacak ihanetin karşılığı da “Yok” olmaktır.
Çayırbaşı halkı yani Romanlar, günlük ne iş bulurlarsa yaparlar. Fakat eskiden büyük bir kısmı balıkçılıkla uğraşırdı. Reisleri vardı, alamana kayıkları, ağları, dalyanları, küçük balıkçı kayıkları vardı. Küçük ağ balıkçılığı, olta balıkçılığı halen yapılıyor. En namlı Reisleri Yaşar Reis’ti yanılmıyorsam! Hata yaptımsa affola! Unutmuşumdur mutlaka!
Bir kısmı da eskicilik yapar. Evlerden eski alıp ihtiyaç sahibi yerlere eskileri satarlar. Bir geçim yoludur bu. Bu işte en önemli isim de bir başka Yaşar’dı. Yaşı sekseni geçmişti ama yine hem aynı işi yapıyor ve hem de hastası olduğu Galatasaray maçlarını kaçırmıyordu. Uzun yıllar oğlu devam ettirdi mesleği! İkisine de rahmet ola! Bir zaman vardılar, şimdi yoklar.
Çayırbaşı sözü edildiğinde Tekel Kibrit Fabrikası ve Büyükdere Fidanlığı akla gelir. Tekel Kibrit Fabrikası Bahçeköy Caddesi üzerindedir. Önce bira fabrikası olarak açıldı (1909) ve 1930 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra bu fabrikanın alanı üzerinde Tekel Kibrit Fabrikası binaları yapıldı ve hizmete açıldı. Fabrika 1988 yılına kadar faaliyete devam etti. Kazanın en büyük ikinci fabrikasıydı Tekel Kibrit Fabrikası. Genellikle işçileri Çayırbaşı’nın Romanlarıydı. Fabrika onlar için bulunmaz nimet ve çok önemli ekmek kapısıydı. Bunu da çok iyi kullandılar. Fabrikanın unutulmaz isimleri arasında Hayri Bey, Şükrü Bey, Ömer Bey (Sezer), Baba Mesut (Seçen), Celal Bey (Varol), Rıfat Kılıç, Titi Cavit (Toprakiş), Hayri Çakmak vardı. Elbette ki daha pek çokları silinmeyecek izler bıraktılar ama en ünlüleri Adnan Özcan oldu. Adnan işçi olarak girdiği fabrikada bir süre sonra işçi temsilcisi, sonra baş temsilci oldu, bir süre sonra şube başkanı ve daha sonrada Petrol İş Sendikası Mali Genel Sekreteri ve nihayet Genel Başkanı olarak sendikalar tarihine adını yazdırdı.
Bu fabrika Sarıyer’in hayat damarlarından biriydi. Sarıyer kulübü buradan besleniyordu. Ömer Bey Sarıyer S.K. yöneticisi; Mesut, Fahri, Yahya, Zeki Yazıcı, Erdem Acar, Adnan Özcan, Yaşar Elmas, Metin Kınay, Ahmet Sert, Dadaş Mahmut, Mehmet Orman, Derya Kılıç, Oğuzkan Yüksel, Hüseyin İşyar ve daha niceleri burada emek sarf etti…
Bir başka büyük işyeri Fidanlıktı. Uzun yıllar faaliyet gösterdi. Bir ara özelleştirilme adına bir şahsa verildi ise de sonra geri alındı. Faaliyetine devam ediyor ama asla randımanlı değil, Yani olsa da olur olmasa da! Burada da Sarıyer kulübü için kaynak vardı. Hayri Tezcan ve Suphi Soylu buradan yetişmiş usta futbolculardı.
Bahçeköy Caddesi takip edilirse görülecektir ki bu cadde sağlı sollu yeşillik ve bol ağaçlık bir alan. Sol tarafta beş altı adet birbirinden güzel çay bahçesi ve gazino. Sağ tarafta Bilezikçi Çiftliği. Uzun yıllar mücadele verildi ve Orman Fakültesi tarafından çiftlik satın aldı. Şimdi araştırma ormanı. Büyük bir piknik alanı da var. Çiftlik içinde çok yaşlı ve anıt ağaçlar bulunuyor. Bin yaşın üzerinde ki Çınar ağacının çevresi 17 metre, içi kovuk ve rahatlıkla 25, 30 kişi kovuğunda oturabiliyor. Bu ağacın yanında kardeş çınar görülmeye değer. Aynı gövdeden çıkmış iki müthiş ağaç, mükemmel sağlıklı ve 35-400 yaşın üzerinde muhteşem görünüşü var. İleri doğru gidilinde bir başka anıt ağaç boy gösterir. Bunun adı Uyuyan Çınar… Buna Ahtapot Çınarı da deniliyor. Bir doğa harikası. Sarıyerli olup da bunları görmeyenler ben Sarıyerliyim deme hakkına sahip olamazlar. Bizden söylemesi!
Hatırlatmakta yarar var. Türkiye’de ilk hava taşımacılığı Büyükdere Hava Alanından yapıldı. Bu alan Çayırbaşı’ndadır. O dönemlerde Çayırbaşı Büyükdere’ye bağlı idi. Bir İtalyan hava Şirketi 1924 de Türk hükümetinden 11 yıl çalışma izni ve imtiyazı alarak hava alanını kurdular. Atina, Brindizi, İstanbul – Atina, Rodos seferleri yapıldı. Hükümet tarafından 1936 da hava alanı satın alınarak millileştirildi. Günümüzde ise devletin nesi varsa satılıyor, eşe dosta, yerliye yabancıya peşkeş çekiliyor. Neyse… Buradaki iki hangar, şimdi depo ve bir idare binası, şimdi Sahil Güvenlik Komutanlığı binası olarak kullanılıyor. Hemen kaydedelim hava şirketinin uçakları şimdiki gibi modern uçaklar değillerdi. Deniz uçaklarıydı. Denize iniş yapıyor ve motorlu bir sandal uçağa halat bağlayarak kıyıya çekiyor ve ray üzerinden hangara çekiliyorlardı. 1950’li yıllara kadar bu uçakların kalkış ve inişlerini gördük. O nedenle rahatlıkla kayda geçiriyoruz.
Fazla detaya inmenin yararı var mı? Bilemem! Ama girmemek her halde daha iyi olacak. Gelin birlikte kısa kısa dolaşalım Çayırbaşı sokaklarında!
Çayırbaşı’nda bir cami bir mescit var. Klise, sinagog ve havra yok!
Çayırbaşı’ndaki otelin adı Hotel de l’Emprime Ottoman’dı. 1853 yılında Türkiyeyi ziyaret eden İngilterenin Cumberland Eyaleti Merkezi Carlisle’in Yedinci Kontu Gerog Wlliam Frederick Howard bu otelde kalmıştı. Her halde uğursuz gelmiş olacak ki bu otel yanıp kül oldu.
Çayırbaşı’nda bir Müslüman, bir Rum ve bir de Ermenilere ait iki mezarlık var. Ölmek isteyenler için müsait yer var! Mezar yeri bulamam anlayışı ile paniklemeye gerek yok!
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kumandanlarından General Fahri Belen Çayırbaşı’nin unutulmazlarından biri. Bizde unutmuyoruz ve Allah rahmet eylesin diyoruz. O günün koşullarında çok iyi bir villası vardı. Bu villayı Pide-Ban firmasının ortaklarından Hayati Kaptanoğlu aldı. Hayırlı olsun deriz. Eklemeyi de unutmayız. Hayati Kaptanoğlu Çayırbaşı’nın ağalarından sayılır. Yaptıkları ağalıkla eşdeğerdedir. Evden çıktığında dükkâna gidene kadar cebini boşaltır farkına varmaz. Bu nedenle sevmeyeni yoktur. Uzun yıllardan beri Sarıyerliler Derneği Başkanlığını yürütmektedir. Bu yetmemiş gibi bir de Sarıyer Spor Kulübü Başkanlığı görevini üstlenmiş ve hizmetini perçinlemeyi bilmiştir. Kardeşleri Haşim ve Yusuf’ da saygın insanlar ve çok sevilenlerden. Şunu demek isterim ki Kaptanoğlu ailesinin Çayırbaşı’nda ayrı bir yeri ve havası var! Buradaki Pide-Ban salonu görülmeye değer. Bırakın imalâtın lezzetini, gösterişini, tadına olan doyumsuzluğunu, asari antika eşyaları ile gözde bir mekân.
Çayırbaşı’nda Kibar ailesi de yabana atılamaz. Kibar Çakıroğlu ailenin en saygın bireylerinden biri. Kantara vurulsa hayli ağır çeker! Ama yeğeni Şems Çakıroğlu da Çayırbaşılıların iftihar ettiği bir genç siyasetçi.
Ağırbaşlılığı ile dikkat çeken bir başka isim Mirza Sancak! Sarıyer’de futbol oynamış, boylu, poslu, güçlü ve kuvvetli sözü dinlenen bir kişi! Çayırbaşı doğumlu ama Muş’lu bir aile bireyi!
Çayırbaşı’nda Oduncu Ömer Bey ile eşi Zehra Hanım’ında hayli ismi ve iyiliği vardır. Onlar da unutulmazlardandır. Sonra oğlu Erdoğan ile Cengiz sıraya girer. İki kardeşin arası limoni! Kim haklı kim haksız soruşturmak işimiz değil, kendileri bilir.
Ayrıca Piç Dursun Ali (Baran), Suphi Soylu, Cengiz Oğuz, Nevzat Özertem, Rizespor’lu Tuncay, Beyoğluspor’lu Nevzat Çayırbaşı’ndan yetişmiş başarılı futbolculardan bazılarıdır.. Aslında Çayırbaşı futbolcu fabrikası gibi bir yerdir, bizim saydıklarımız bir çırpıda aklımıza gelenler! Varın gerisini siz düşünün!
Aman Allah!!! Yandık vallahi! Hele bir unutsaydık hapı yutmuştuk. Çayırbaşılı Kostariko Ahmet müthiş bir sinema sanatçısı. İki yüzden fazla filmde rol almış, isimde yapmış ama bir türlü baş adam olamamış! Ne olursa olsun Çayırbaşı için bir dev isim Kostariko Ahmet! O da öteki dünya yolcu edildi, rahmeti bol olsun!
Çayırbaşı çok göç aldı. Önce Karadeniz, sonra iç Anadolu ve son zamanlarda da doğudan gelen göçlerle kalabalıklaştı. Bilhassa Muş’lular hayli kalabalık bir topluluk. Muşlularla Romanlar arasında anormal bir çekişme ver. Her an bir olay beklenir, iki taraf da tetikte!
Çayırbaşı’nda 2 cadde, 25 sokak ve 1 site var. Son zamanlarda birkaç Geçici Sokak eklendiği söylentileri var, olabilir diyoruz ve Romanların semtinden: Bir lokma ekmek, bir hırka ve bir keman sesi! Çayırbaşı’nda memnun eder, oynatır herkesi! Diyerek ayrılıyoruz.
GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK! -8
Sabah güneşi tepemize inerken biz de otobüsten iniyor ve Kireçburnu limanı önünden Kefeliköy’e doğru yürümeye başlıyoruz. Yol boyu ağaçlık ve bodur park bitkileri… Sahil boydan boya rıhtım. Yollar temiz, yeşil örtü eh işte fena değil! Anlaşılan gece çay içmek için Kireçburnu-Kefeliköy sahil boyuna kilim serenler, kahvaltılarını yapıp çaylarını içtikten sonra pisliklerini de temizlemişler. Ya da Belediyenin çöp arabaları çok erken mesaiye başlayarak tüm pislikleri ortadan kaldırmış. İşte böyle olmalı diyoruz ve yürümeye devam ediyoruz. Solda lokanta ve birkaç yeni bina! Nasıl yapıldı tartışmaya gerek yok! Zengin olan yaptırır! Birinde çok önemli bir sigorta şirketi konuşlanmış, iyi etmiş, buradan iyi yer bulamazdı! Kefeliköy sahil boyunun en önemli yeri Dalyan yeri ve Dalyan Korusudur.
Dalyancılık Boğaziçi balıkçılığının önemli iş kollarından biriydi. Hemen her semtin bir veya birkaç dalyan yeri ve dalyanı olurdu. Kefeliköy’ün dalyan yeri de burasıydı. Dalyan burada kurulurdu. Dalyan evi ise Dalyan koruluğunun içindeydi. Dalyan Koruluyu bu yörenin çok önemli bir sayfiye yeri idi. 1960 lı yıllara kadar İstanbul halkının çok rağbet ettiği bir yerdi. Zamanla bu özelliğini kaybetti ama koruluğu kaybetmedi. Gözü doymak bilmeyen inşaatçılara inatla direniyor. Bakalım nereye kadar?
Kefeliköy’de aynı ismi taşıyan bir otelin olduğunu okuduğumuz kitaplardan anlıyoruz ve doğrudur diyoruz! Gerçekten büyük olmalıdır. Bu otel yanmış, kül olmuş. Bazı kayıtlardan 1962 yandığını öğreniyoruz. Doğruluğundan şüpheliyiz. Bazı kayıtlarda tarih verilmemiş olmasına yangın olayının çok eski tarihlerde olduğu belirtiliyor. Hangi tarihte olursa olsun otelin sahipleri gayet güzel çalışmışlar ve gereken işlemleri yapıp inşaat ruhsatı alarak bu büyük ve devasa binayı otelin yerine yapmışlar! İş bilenin, kılıç kuşananın! Helal olsun, cepleri para dolsun? Gözümüz yok! Ama biraz aydınlatmanın yararı var. Kefeliköy Oteli aslında 19 yy. da mevcuttu. Boğaziçi’nin ilk otellerinden biriydi. Bu otel çok önceleri yandı. Bu otelin müştemilat binalarından biri Çayırbaşı’nda ana cadde’nin tam ortasında (iki cadde arasında)bulunuyor. Bunu karıştırmadan, bahse konu olan Otel çok sonraları işletmeye açılmış ve 1962 yanarak ortadan kalkmış!
Önemli yalılardan biri Bayçu Yalısıdır. Yalı ismini taşıyan aileye aittir. 1882 de inşa edilmiş! Buna göre tam 130 yaşında! Yalıya çok iyi bakılmış; onarımı yapılmış, boyası, badanası yerinde. Yalıda “Villa Rebii!” yazısı dikkat çeker. Koruma kararı belgesinde ise 1962 yılında yanan Kefeliköy Otelinin müştemilatıdır yazıyor. Güle güle otursunlar!
Bu yalıdan sonra üç yalı daha görüş için sıraya girer. Üçü de birbirine bitişik inşa edilmiştir. Birinci yalının kime ait olduğunu öğrenme savaşı vermedim ama ikincisinin isminin Dikranyan Yalısı olduğunu bilirim. Daha doğrusu bu isimle anılsa da esas sahibi bizdeki kayda göre Mehmet Yörük olup bu isimle anılan bir sahilhanedir. Yapılış tarihli 1895 olduğuna göre hayli eski ve tarihi bir eserdir. Bu yalının üçte birlik bölümü kayıtlara göre Hamparsun Çolakal’e ait. Dikranyan ve Hamparsun! Desene Balcı sen ne anlarsın! Nerede kıymetli bir şey varda orada Ermeni, Yahudi ve Rumlar var!
Bu sıradaki üçüncü yalı görünümündeki bina ise uyduruk yalı! Böyle demek gerekir. Zira daha evvel burada boktan bir baraka vardı. İş bilenler inatla direndiler ve burayı yalı haline getirip güzel bir işyeri yaptılar. Hayrını görsünler!
Kefeliköy, eski tarihlerde müstakil bir yerleşim bölgesiydi. Bir zamanlar Büyükdere, sonra Kireçburnu, daha sonra Çayırbaşı’na birkaç yıldan beri de yeni kurulan Cumhuriyet Mahallesine bağlandı. Kireçburnu ve Kefeliköy’ün üst kısımlarındaki arazilerin parsellenerek satıldığı ve burada büyük bir gecekondu mahallesi oluştuğu,buraya da Cumhuriyet Mahallesi denildiği bilinmektedir. Bu ne kadirbilmezlik be! Beş yüz yıllık bir Kefeliköy varken, mahalle adı yeni kurulan Cumhuriyet Mahallesi oluyor. Yahu Kefeliköy Mahallesi de çıkıver işin içinden! Olmaaaaaaaz! Olur mu? Doğruya gelmenin, doğruları bulmanın en anlamı var ki?
Kefeliköy yerli halkı 1475 de Kırım’ın Osmanlılarca feth edilmesi üzerine Kefe’den getirilen göçmenlerden oluşur. Sonraki Kırım Savaşı (1853-1856) sonunda da hayli göçmen getirilip yerleştirildi. Ne var ki aradan bunca yıl geçmesine rağmen Kefeliköy fazla gelişme göstermedi ! Kefeliköy Sarıyer’in en sakin yerlerinden biridir. Evleri bakımlı, insanları sakin tabiatlı ve daha ziyade yaşlı ve emeklilerden oluşur. Son zamanlarda cadde üzerinde yapılan bazı işyerleri ile canlılık kazanma sına rağmen, eski tip konakları ve yalıları ile dikkat çeker ve küçük bir dinlence ve sayfiye yeri olarak bilinir.
Kefeliköy’de çok fazla tarihi eser yok. Buradaki en önemli eser 16. yy. sonlarında yaptırılan Kaptan-ı Derya Uluç Hasan Paşa Mescidi idi. Bilahare Şeyhülislam Damatzade Abdülhayr Mehmet Efendi mescide bir minber yaptırarak bu ibadethaneyi cami haline getirdi. Ne var ki büyük Sarıyer selinde hem cami ve hem de çevresindeki köşkler, yalılar evler sele kapılarak denize sürüklendi ve kaybolup gittiler. İşte bu olaydan sonra anlıyoruz ki; Kaptan-ı Derya Uluç Hasan Paşa’nın yaptırdığı mescide Şeyhülislam Damatzade Abdülhayr Mehmet Efendi minber yaptırmakla hata etmiş1 Zira mescit cami olduktan sonra kimseye hayretmedi ve bir selle denize gitti. İnanmayanlara bu camiin fotoğrafını arşivimizden çıkarıp gösterebiliriz. Yalan yazacak halimiz yok, inanan inanır.
Kefeliköy’ün renkli simalarından biri Güner Güneş’ti. Aslen Büyükdereli olmasına rağmen uzun yıllardan beri ablası ile beraber Kefeliköy’de yaşıyordu. Bu yerleşim bölgesini çok iyi tanıyan bir kişiydi. Büyük Sarıyer selinden bahsedildiğinde Kefeliköy’deki cami ile bazı evlerin selle birlikte denize sürüklendiğini konuşurken; “Kefeliköy’de sel felaketini ve o günleri yaşayan bir yaşlı hanım var” demiş ve bu hanımla birkaç kez konuşarak aldığı bilgileri bana aktarmıştı. Aradım Güneri, üzücü haber aldım. Meğer Güner son yıllarda alkole vermiş kendisini, Kefeliköy sahili boyunca ve Kefeliköy Parkında gün geçirmeye başlamış. Bu tür yaşam ne getirecektiyse onu getirdi ve Güner Güneş üç yıl önce siroza yenik düşerek ayrılıp gitmiş dünyamızdan.
Kefeliköy’de iki tarihi çeşme vardı. Hasan Paşa (Kaptan Gazi) çeşmesi (1897) yol yapım çalışmaları sırasında ortadan kaldırılırken, diğeri Hacıosman Bayırındaki Kethüda Bey Çeşmesidir (1803). Ne var ki bu çeşmenin hem suyu yoktur ve hem de kitabesi yarı beline kadar toprağa gömülüdür. Sanki bir mezar taşı kitabesi!!! Yok desek daha yerinde olur!
Böbrek ağrısı, idrar yolları iltihabı gibi can sıkıcı hastalıkların tedavi merkezi Kefeliköy’dü birkaç yıl öncesine kadar. Kefeliköy’ün üst kısımlarında bulunan Kefeliköy Kumdöken suyu az akardı ama şifa dağıtırdı. Rahatsızlığı olanlar sabahın erken saatlerinde gelip bidon bidon su alıp gider, aynı şey akşamın geç saatlerine kadar devam ederdi. Kefeliköy Kumdöken suyu şifa dağıtırdı. İki üç bardak içildikten sonra rahatlama görülür, sancısı olanlar sancıdan kurtulur, kum sancısı çekenler kum dökmeye başlar, taşı olanlar da bir iki gün içinde taşını düşürürdü. Böylesine içimi güzel ve şifalı bir suyun yok olmasına göz yumulması ya da göz göre göre terk edilmesine üzülmemek, insanlıktan nasip alınmamış demektir. Her yerleşim bölgesinde olduğu gibi Kefeliköy’ün de yamaçlarına gecekondu yapılınca, doğrudan fosseptik çukurlarının kullanılması, memba suyuna atık pis suların karışmasına neden olmuş ve bu nedenle de şifa dağıtan Kefeliköy suyu hastalık yayan bir su olanca da terk edilmiştir. Yuhhhh beeee!
Kefeliköy’ü bağlı olduğu Cumhuriyet mahallesinden ayrı tadat ettik. Zira Cumhuriyet Mahallesi çok yeni bir muhtarlık! Ne fazla gitmişliğimiz var ne de gezmişliğimiz! O nedenle bu ayıp da bize yeter der ve etrafımızı kolacan eyleyerek yürür gideriz. Hem yürüyüp gideriz hem de mırıldanırız:
Tüketti her şeyi bir şey kalmadı cepte, Git dinlen, hayatını yaşa Kefeliköy’de…
Yazan İbrahim BALCI
Dalyancılık Boğaziçi balıkçılığının önemli iş kollarından biriydi. Hemen her semtin bir veya birkaç dalyan yeri ve dalyanı olurdu. Kefeliköy’ün dalyan yeri de burasıydı. Dalyan burada kurulurdu. Dalyan evi ise Dalyan koruluğunun içindeydi. Dalyan Koruluyu bu yörenin çok önemli bir sayfiye yeri idi. 1960 lı yıllara kadar İstanbul halkının çok rağbet ettiği bir yerdi. Zamanla bu özelliğini kaybetti ama koruluğu kaybetmedi. Gözü doymak bilmeyen inşaatçılara inatla direniyor. Bakalım nereye kadar?
Kefeliköy’de aynı ismi taşıyan bir otelin olduğunu okuduğumuz kitaplardan anlıyoruz ve doğrudur diyoruz! Gerçekten büyük olmalıdır. Bu otel yanmış, kül olmuş. Bazı kayıtlardan 1962 yandığını öğreniyoruz. Doğruluğundan şüpheliyiz. Bazı kayıtlarda tarih verilmemiş olmasına yangın olayının çok eski tarihlerde olduğu belirtiliyor. Hangi tarihte olursa olsun otelin sahipleri gayet güzel çalışmışlar ve gereken işlemleri yapıp inşaat ruhsatı alarak bu büyük ve devasa binayı otelin yerine yapmışlar! İş bilenin, kılıç kuşananın! Helal olsun, cepleri para dolsun? Gözümüz yok! Ama biraz aydınlatmanın yararı var. Kefeliköy Oteli aslında 19 yy. da mevcuttu. Boğaziçi’nin ilk otellerinden biriydi. Bu otel çok önceleri yandı. Bu otelin müştemilat binalarından biri Çayırbaşı’nda ana cadde’nin tam ortasında (iki cadde arasında)bulunuyor. Bunu karıştırmadan, bahse konu olan Otel çok sonraları işletmeye açılmış ve 1962 yanarak ortadan kalkmış!
Önemli yalılardan biri Bayçu Yalısıdır. Yalı ismini taşıyan aileye aittir. 1882 de inşa edilmiş! Buna göre tam 130 yaşında! Yalıya çok iyi bakılmış; onarımı yapılmış, boyası, badanası yerinde. Yalıda “Villa Rebii!” yazısı dikkat çeker. Koruma kararı belgesinde ise 1962 yılında yanan Kefeliköy Otelinin müştemilatıdır yazıyor. Güle güle otursunlar!
Bu yalıdan sonra üç yalı daha görüş için sıraya girer. Üçü de birbirine bitişik inşa edilmiştir. Birinci yalının kime ait olduğunu öğrenme savaşı vermedim ama ikincisinin isminin Dikranyan Yalısı olduğunu bilirim. Daha doğrusu bu isimle anılsa da esas sahibi bizdeki kayda göre Mehmet Yörük olup bu isimle anılan bir sahilhanedir. Yapılış tarihli 1895 olduğuna göre hayli eski ve tarihi bir eserdir. Bu yalının üçte birlik bölümü kayıtlara göre Hamparsun Çolakal’e ait. Dikranyan ve Hamparsun! Desene Balcı sen ne anlarsın! Nerede kıymetli bir şey varda orada Ermeni, Yahudi ve Rumlar var!
Bu sıradaki üçüncü yalı görünümündeki bina ise uyduruk yalı! Böyle demek gerekir. Zira daha evvel burada boktan bir baraka vardı. İş bilenler inatla direndiler ve burayı yalı haline getirip güzel bir işyeri yaptılar. Hayrını görsünler!
Kefeliköy, eski tarihlerde müstakil bir yerleşim bölgesiydi. Bir zamanlar Büyükdere, sonra Kireçburnu, daha sonra Çayırbaşı’na birkaç yıldan beri de yeni kurulan Cumhuriyet Mahallesine bağlandı. Kireçburnu ve Kefeliköy’ün üst kısımlarındaki arazilerin parsellenerek satıldığı ve burada büyük bir gecekondu mahallesi oluştuğu,buraya da Cumhuriyet Mahallesi denildiği bilinmektedir. Bu ne kadirbilmezlik be! Beş yüz yıllık bir Kefeliköy varken, mahalle adı yeni kurulan Cumhuriyet Mahallesi oluyor. Yahu Kefeliköy Mahallesi de çıkıver işin içinden! Olmaaaaaaaz! Olur mu? Doğruya gelmenin, doğruları bulmanın en anlamı var ki?
Kefeliköy yerli halkı 1475 de Kırım’ın Osmanlılarca feth edilmesi üzerine Kefe’den getirilen göçmenlerden oluşur. Sonraki Kırım Savaşı (1853-1856) sonunda da hayli göçmen getirilip yerleştirildi. Ne var ki aradan bunca yıl geçmesine rağmen Kefeliköy fazla gelişme göstermedi ! Kefeliköy Sarıyer’in en sakin yerlerinden biridir. Evleri bakımlı, insanları sakin tabiatlı ve daha ziyade yaşlı ve emeklilerden oluşur. Son zamanlarda cadde üzerinde yapılan bazı işyerleri ile canlılık kazanma sına rağmen, eski tip konakları ve yalıları ile dikkat çeker ve küçük bir dinlence ve sayfiye yeri olarak bilinir.
Kefeliköy’de çok fazla tarihi eser yok. Buradaki en önemli eser 16. yy. sonlarında yaptırılan Kaptan-ı Derya Uluç Hasan Paşa Mescidi idi. Bilahare Şeyhülislam Damatzade Abdülhayr Mehmet Efendi mescide bir minber yaptırarak bu ibadethaneyi cami haline getirdi. Ne var ki büyük Sarıyer selinde hem cami ve hem de çevresindeki köşkler, yalılar evler sele kapılarak denize sürüklendi ve kaybolup gittiler. İşte bu olaydan sonra anlıyoruz ki; Kaptan-ı Derya Uluç Hasan Paşa’nın yaptırdığı mescide Şeyhülislam Damatzade Abdülhayr Mehmet Efendi minber yaptırmakla hata etmiş1 Zira mescit cami olduktan sonra kimseye hayretmedi ve bir selle denize gitti. İnanmayanlara bu camiin fotoğrafını arşivimizden çıkarıp gösterebiliriz. Yalan yazacak halimiz yok, inanan inanır.
Kefeliköy’ün renkli simalarından biri Güner Güneş’ti. Aslen Büyükdereli olmasına rağmen uzun yıllardan beri ablası ile beraber Kefeliköy’de yaşıyordu. Bu yerleşim bölgesini çok iyi tanıyan bir kişiydi. Büyük Sarıyer selinden bahsedildiğinde Kefeliköy’deki cami ile bazı evlerin selle birlikte denize sürüklendiğini konuşurken; “Kefeliköy’de sel felaketini ve o günleri yaşayan bir yaşlı hanım var” demiş ve bu hanımla birkaç kez konuşarak aldığı bilgileri bana aktarmıştı. Aradım Güneri, üzücü haber aldım. Meğer Güner son yıllarda alkole vermiş kendisini, Kefeliköy sahili boyunca ve Kefeliköy Parkında gün geçirmeye başlamış. Bu tür yaşam ne getirecektiyse onu getirdi ve Güner Güneş üç yıl önce siroza yenik düşerek ayrılıp gitmiş dünyamızdan.
Kefeliköy’de iki tarihi çeşme vardı. Hasan Paşa (Kaptan Gazi) çeşmesi (1897) yol yapım çalışmaları sırasında ortadan kaldırılırken, diğeri Hacıosman Bayırındaki Kethüda Bey Çeşmesidir (1803). Ne var ki bu çeşmenin hem suyu yoktur ve hem de kitabesi yarı beline kadar toprağa gömülüdür. Sanki bir mezar taşı kitabesi!!! Yok desek daha yerinde olur!
Böbrek ağrısı, idrar yolları iltihabı gibi can sıkıcı hastalıkların tedavi merkezi Kefeliköy’dü birkaç yıl öncesine kadar. Kefeliköy’ün üst kısımlarında bulunan Kefeliköy Kumdöken suyu az akardı ama şifa dağıtırdı. Rahatsızlığı olanlar sabahın erken saatlerinde gelip bidon bidon su alıp gider, aynı şey akşamın geç saatlerine kadar devam ederdi. Kefeliköy Kumdöken suyu şifa dağıtırdı. İki üç bardak içildikten sonra rahatlama görülür, sancısı olanlar sancıdan kurtulur, kum sancısı çekenler kum dökmeye başlar, taşı olanlar da bir iki gün içinde taşını düşürürdü. Böylesine içimi güzel ve şifalı bir suyun yok olmasına göz yumulması ya da göz göre göre terk edilmesine üzülmemek, insanlıktan nasip alınmamış demektir. Her yerleşim bölgesinde olduğu gibi Kefeliköy’ün de yamaçlarına gecekondu yapılınca, doğrudan fosseptik çukurlarının kullanılması, memba suyuna atık pis suların karışmasına neden olmuş ve bu nedenle de şifa dağıtan Kefeliköy suyu hastalık yayan bir su olanca da terk edilmiştir. Yuhhhh beeee!
Kefeliköy’ü bağlı olduğu Cumhuriyet mahallesinden ayrı tadat ettik. Zira Cumhuriyet Mahallesi çok yeni bir muhtarlık! Ne fazla gitmişliğimiz var ne de gezmişliğimiz! O nedenle bu ayıp da bize yeter der ve etrafımızı kolacan eyleyerek yürür gideriz. Hem yürüyüp gideriz hem de mırıldanırız:
Tüketti her şeyi bir şey kalmadı cepte, Git dinlen, hayatını yaşa Kefeliköy’de…
Yazan İbrahim BALCI
GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK! -7
Erkenden yola düştük. Kireçburnu ilk durağımız olacak. Yalnız da çekilmiyor bu tür yolculuklar, yanında dertleşecek biri olmalı. Hem de kafa dengi biri. Yani kanka dediklerinden! Bir çay içene kadar geldi kankam, yoldaşım! Düştük yollara belediye otobüsü ile! Tarabya-Kireçburnu arasındaki İpsilanti yalısı önünde indik otobüsten. Erkenden gelip rıhtıma sıralananlar dikkatimi çekti. Hepsi yeni bir heves, merak ve iştahla balık takımlarını hazırlıyorlar. İşleri amatör balık avcılığı… Umutla atacaklar oltalarını bekleyecekler…
Hem ilerliyor ve hem de denizin iyot kokusunu ciğerlerimize çekiyoruz. Sağ tarafımız deniz, sol tarafımız yeşillik ve ağaçlık. Ağaçlar hayli büyük ve bakımlı. Anlaşılan hoyrat eller buralara girme fırsatını bulamamış! Yoksa ne ağaç kalırdı ve ne de yeşillik. Ruslara ait yazlık binayı arkada bıraktıktan sonra Kireçburnu’na ait olduğunu zannettiğimiz iki restaurantın önüne gelip durduk. Biri daha çok Musevi vatandaşların ilgi gösterdiği meşhur Façyo, diğeri de Terapia Balık lokantası. Bu iki lokantanın Kireçburnu mahallesine ait olduğunu zannediyorduk ama değilmiş. Bağlı olduğu Tarabya muhtarlığı! Hayret değil mi? Tarabya neredeyse Kireçburnu’nu yutacak!
Vilayet Evi! Örnek bir yerdi. Ama daha iyi ve yararlanılır duruma getirilmesi için yerle bir edildi ve bütünü ile yenilendi. Malum ya sahil şeridi Sit alanı ve Boğaziçi İmar müdürlüğü tarafından korunuyor ve çivi çaktırılmıyor! Eeee o halde nasıl oluyor da koca koca binalar yıktırılıyor ve yenileri yapılıyor? Nasıl olacak, büyük başlar istedikten sonra her şey olur. Tarabya Oteli nasıl oldu ise de bu da böyle olmuştur. Hemen belirmeliyim Vilayet evi de Tarabya’ya ait!
Yürü bakalım diyoruz, ilerliyoruz! Bize mi kalmış boyumuzdan büyük işlerle uğraşmak! Boş ver, revan gitsin! Madem başlamışlar, o zaman inşaat bitsin!
Kireçburnu içine dalmadan Tabyaaltı durağında bir mola veriyoruz. Rıhtımda temiz bir yer buluyor ve oturuyoruz. Dinleneceğiz.
Tabyaaltı Durağı anlaşıldığı gibi otobüs durağıdır. Hafif bir virajı vardır, viraj dönüldüğünde Kireçburnu çarşısına girilir! Tabyaaltı denildiğinde durak akla gelse de yaşı elli ya da altmışın üzerinde olanlar başka şeyleri de hatırlar. Zira kayalık olan bu bölgenin üst tarafında tabya vardı. Askeri tabya yani, büyük çaplı topun mevzilendirildiği yer! Her ne kadar tabya savaş için işe yaramadı ise de yıllarca terk edilmedi, ne olur ne olmaz düşüncesi ile askeriye tarafından kullanıldı. Ulusal Kurtuluş Savaşında ise millicilerin arandıklarında kaçıp saklandıkları, silah ve cephane saklayıp, gece takalarla Anadolu’ya gönderdikleri bir yerdi. Kireçburunlu iki kardeş, Hasan ile Ahmet Pehlivan’ı tanıyanlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar! Bırakın çok yaman yağlı güreş yapan pehlivan olmalarını sapına kadar yurtseverlerdi. Pehlivanlardan bahsederken sonraki yılların yaman pehlivanı Yamalı Hamdi’den de bahsetmek gerekir. Yamalı Hamdi, hem çok yaman bir pehlivan hem de Kırkpınar’da hakemlik yapan bir usta idi. Cazgırlık yaptığı söylense de, böylesine ciddi ve ağırbaşlı bir pehlivanın cazgırlık yapması düşünülemez, olsa olsa yakıştırmadır diyor ve tarihin derinliklerine dalıyoruz.
Kireçburnu’nun eski adı Kleidra tou Pontu idi. Bunun anlamı da “Boğaz’ın Anahtarı” dır. Demek ki Kireçburnu’nun stratejik önemi vardır İstanbul için.
Kireçburnu 17. yy. da ahım şahım bir yerleşim bölgesi değildi. Hata Gümrük Emini Hasan Ağa’nın bahçesi olarak biliniyordu. Kireçburnu 19. yy. da Keçecizade Fuat Paşa’nın Rumeli göçmenlerini buraya getirip yerleştirmesi ile hareketlilik kazandı, gelişme gösterdi.
Kireçburnu denince akla semte damga vuran iki üç aile akla gelir. Bunlardan Gülümser, Kalender ve Ermetin aileleri kolay unutulmaz.
Gel de Kalender ailesinin büyüğü Alaattin Kalender’i unut! İmkânı var mı? Asker emeklisi Alaattin müthiş hitabet gücü ile hemen her toplantının aranan konuşmacısıydı. Düğün, dernek, spor ve siyasi parti toplantılarında söz aldığında hem kızdıran ve hem de güldüren hitabet gücü yüksek bir CHP liydi. Sevimliliği ve saygınlığı ile her zaman takdir edilen bir unutulmazdı.
İsmet Ermetin bir başka önemli isimdir Kireçburnu için. Öncelikle askeri okulda okumuş ve devam etmemiş ve sivil hayata atlamıştır. Fevkalade güzel futbol oynadığı için çeşitli kulüplerde ve Sarıyer’de de futbol oynamış sonra da DP saflarında politikaya başlamış ve devam etmiştir. İstanbul Belediye Meclisinde üye olarak görev yapmış, özel işlerini de parti işleri ile birlikte devam ettirmiştir. Sigortacıydı aynı işi oğlu Tayfun Ermetin devam ettiriyor.
Gülümser ailesi deyip geçemeyiz! Hatta çok düşünmemiz, sayfalar dolusu yazı yazmamız gerekir. Ama yine de kısa kesmek zorundayız zira işimiz Kireçburnu’nda bir tur atmak… Gülümser ailesi Kireçburnu’nun en eski ailelerindendir. Kireçburnu balıkçılığı meslek edinenlerin bulunduğu bir semttir. Gülümser ailesi babadan oğula balıkçılıkla devam edip gidiyor. Ahmet Gülümser Balıkçı Reisi idi. Ahmet Reis’in babası da Reis’ti. Aynı şekilde Ahmet Reis’in kardeşi Mehmet Gülümser de yaman bir balıkçı Reisi idi. Bitti mi elbette ki hayır. Mehmet Reis’in oğlu Hüseyin’de aynı yolu takip ediyor. Eskiden ırıb, manyat çekilir, dalyan kurulurdu Kireçburnu’nda. Hepsinin de Reisi Gülümser ailesindendi. Dalyancılık, ırıp ve manyatçılık kayıplarda ama oltacılık, küçük ağ balıkçılığı devam ediyor ve bunu da aynı aileden ve son jenerasyondan Hüseyin yapıyor.
Mehmet Gülümser başarılı bir futbolcuydu. Sarıyer dâhil birkaç kulüpte oynadı. 1950’li yıllarda Sarıyer, Davutpaşa ile Şeref Stadında bir lig maçı oynuyordu. Maçta rakip bir futbolcunun ileri geri hareketlerine sinirlenen ve küfürlere de muhatap olan Mehmet, tozluğunda sakladığı bıçağı çekip rakibinin üzerine koşuyor, vurdu vuracak! Adam kaçtıkça kaçıyor, bakıyor ki işin sonunda ölüm var, müthiş bir hızla adeta uçuyor, o anda hakemin devamlı düdük çalması, Mehmet’in aklını başına getiriyor ve elindeki bıçağı Şeref Stadından denize fırlatıp atıyor. Tabii olan oluyor ve Mehmet Sarıyer Spor Kulübü tarihinde ebedi boykot alan ikinci futbolcu oluyor. Hüseyin’de yaman bir futbolcuydu. Profesyonel olarak yıllarca Sarıyer’de oynadı, başarıdan başarıya koştu. Ama bir türlü sakatlıktan kurtulamadı. Yıllar sonra itirafta bulundu “Abi, kamp yaptığımız için sezona iyi başlarım, birkaç hafta geçtikten sonra sakatlanırım, sende beni devamlı doktora tedaviye için getirirsin. Sana itiraf edeyim. Ben o zaman da her akşam bir büyük rakı bitirirdim, bütün sakatlıklarım ondan ileri geliyordu” . Olay bu, gel de şaşırma! Hüseyin, ev dışındaki meskeni liman kenarında kurmuş yine şişenin dibine vurmakla meşgul! Tabii Kireçburnu kulübü ile de ilgili! Sadece Hüseyin mi? Liman çevresi bilhassa öğleden sonraları ve akşamları renklenir. Rakı sevdalıları, değişik içki tutkunları, hayal âleminde yaşamak isteyenler koşa koşa gelir liman çevresine ve tez elden tezgâhı kurarak iyot kokusu ile birlikte yudumlarlar içkilerini, dalıp giderler kendi âlemlerine!
Bir başka isim de Mustafa Birinci, siyasi hayatına dini söylemleri öne alan partilerde başlamış ve devam ettiren bir dava adamı. Ön plana çıkmayan ama karınca misali çalışması ile devamlı dikkatleri üzerinde çeken bir Kireçburunlu! Yüz kilonun çok üzerindeki gövdesi ile babası Ahmet Efendi’de yabana atılmayan bir Kireçburunlu idi.
Sabah güneşini çok iyi alan bir yerdir Kireçburnu! Gecenin zifiri karanlığını delen ay ışığı en iyi Kireçburnu’ndan izlenir. Hatta öyle izlenir ki doyum olmaz, insan ayrılamaz buradan. Ne demek istediğimiz anlaşılmıştır her halde, mehtaptan bahsediyoruz!
Boğazın en serin yeri de Kireçburnu’dur. O nedenle de Boğaziçi’nin sayfiye yerlerinden ilk akla gelendir. Hiç rüzgâr olmasa bile boğaz kronder yaparak rüzgâr ve serinliğini döker. Bu durumdan yine en çok yararlanan Kireçburnu’dur. Çünkü göğsünü Karadeniz’e açmıştır. Karadeniz tarafından gelen her tür rüzgârın kendisini bıraktığı kıyılardır Kireçburnu sahil boyu.
Burada küçük, bakımlı ve sevimli balıkçı limanı vardır. Kooperatif tarafından kiralanmış olup yabancı kayıkların girmesi yasaktır. Genellikle balıkçılıkla ilgilenir kayıkçılar. Oltacılık ve küçük ağ balıkçılığı yapılır.
Ama Kireçburnu denilince akla balık lokantaları gelir. Set, Bay Balıkçı, Ali Baba, Pastacore, Boğaziçi ve Bizim isimli balık lokantaları dikkat çeker. Set. Ali Baba ve Bay Balıkçı çok meşhur balık lokantalarıdır. Ali Baba Lokantası Türkiye’nin en iyi balık yenilen 10 balık lokantası arasında gösterilmektedir.
Unutmayalım, hatta varsa imkânı tadına bakalım; Kireçburnu börekçisi de ihmal edilemez. Nefis börekleri, kurabiyeleri meşhurdur. Daldık içeriye hızla, kasada Mahmut! “Oooo ne iyi ettiniz de geldiniz, buyurun” demesiyle çöreklendik masalardan birine! Biraz çörek, biraz börek birer çayla tamamladık işimizi! Meşhur Kireçburnu börekçinin sahibi Osman Bostancı’dır. Mamulleri leziz ama parası da fena değil! Eeee öyledir, iyi mal iyi para. Canı çekenin işine gelirse ne alâ!
Kireçburnu sahil boyu, ta vilayet evi önünden Kefeliköy’e kadar doğal yürüme parkurudur. Yüzlerce insan her gün sabah ya da akşam sağlık yürüyüşü yaparak zindeliklerini korurlar. Aynı zamanda bu parkurun Kireçburnu mesiresi olduğu da unutulmamalıdır. Lokantalar arkada bırakıldıktan sonra birkaç yıl evvel yeniden yapılan büyük park dikkat çeker. İsmi Nadir Nadi Parkı iken değiştirilerek Haydar Aliyev Parkı yapıldı. Adam, tam da ölecek zamanı buldu! O sıralar ölmeseydi belki de bu isim verilmeyecekti diyorsak da öğreniyoruz ki parka konulan Haydar Aliyev heykel ile Parkın düzenlenmesinin masrafını Azerbeycan hükümeti karşılamış! Ehhh şimdi biraz uydu der geçeriz!
Ağaçaltı mevkii İshak Ağa camiinin ön kısmıdır. Eskiden normal bir çay bahçesi idi. Sonraları çay bahçesi, kafeterya, küçük bir kapalı mekân, büfe ve cami bahçesi olarak bölündü. Hatta öylesine parsellendi ki İshak Ağa çeşmesi bile kayıplara karıştı. Eskiden Ağaçaltı olarak bilinen bu alanda halkın nabzı atardı, tüm olaylar burada konuşulur, burada hükümetler kurulur, hükümetler devrilir, Beşiktaş-Fenerbahçe-Galatasaray tartışmaları burada ayyuka çıkardı.
Ağaçaltı’nda bir süre durakladıktan sonra biraz daha yorulalım diyerek polis karakolu önünden yukarı doğru çıkmaya başladık. Hayli bayır, hava sıcak, Burak buram terliyoruz, ama yola devam ediyoruz. Sola döndüğümüzde merdivenle karşılaştık. Biraz daha ilerledik bir merdiven daha. Aman Yarabbi Kireçburnu merdivenli şehir adeta. Bu kadar merdiven her semtte olmaz. Dolaşalım dedik, yola koyulduk. Direkli sokağa daldık saydık merdiven 59 basamaklı. Kesişen sokaktan sonra devam eden merdiven ise 47 basamaklı. 47 basamaklı merdiven özellikle, yağmur sularını tam ortadan akıtacak şekilde dizayn edilmiş! Hekim Ata Sokağına adım atıyoruz, yürü babam yürü! Tam 91 basamaklı bir merdiven! Mühendis Hüseyin Sokak merdivenlerinin basamak sayısı ise 52… Yorulduk ve geri döndük. Biraz daha gayret edebilseydik her halde birkaç merdiven daha tespit edebilirdik.
Biraz da tekleyelim ve nokta atışı ile yolumuza devam edelim.
Kireçburnu’nun en önemli tarihi eseri Memduh Paşa yalısıdır! Gerçekten görülmeye değer bir yalı. Sonra İshak Ağa Çeşmesi ve İshak Ağa Camiidir.
Efendim en büyük caddesi Araba Yolu Caddesi idi… Neden araba yolu? Efendim o zaman yani eski dönemde patika yol vardı. Sadece yaya gidilebiliyordu. Ne zaman ki sahil boyu yeniden yapıldı ve arabalar yoldan geçmeye başladı caddenin adı da Araba Yolu Caddesi oldu.
Kireçburnu’da son dönemlerde nüfus olarak hayli göç alan bir mahalle. Nüfus yoğunluğu arttıkça artıyor.
Kireçburnu’da 8 cadde ve 38 sokak var! Yeniden saymaya başlarsak, cadde sayısı artmasa da sokak sayısının artacağı kesin diyoruz ve Kefeliköye doğru yürümeye devam ediyoruz.
06.07.2012
Hem ilerliyor ve hem de denizin iyot kokusunu ciğerlerimize çekiyoruz. Sağ tarafımız deniz, sol tarafımız yeşillik ve ağaçlık. Ağaçlar hayli büyük ve bakımlı. Anlaşılan hoyrat eller buralara girme fırsatını bulamamış! Yoksa ne ağaç kalırdı ve ne de yeşillik. Ruslara ait yazlık binayı arkada bıraktıktan sonra Kireçburnu’na ait olduğunu zannettiğimiz iki restaurantın önüne gelip durduk. Biri daha çok Musevi vatandaşların ilgi gösterdiği meşhur Façyo, diğeri de Terapia Balık lokantası. Bu iki lokantanın Kireçburnu mahallesine ait olduğunu zannediyorduk ama değilmiş. Bağlı olduğu Tarabya muhtarlığı! Hayret değil mi? Tarabya neredeyse Kireçburnu’nu yutacak!
Vilayet Evi! Örnek bir yerdi. Ama daha iyi ve yararlanılır duruma getirilmesi için yerle bir edildi ve bütünü ile yenilendi. Malum ya sahil şeridi Sit alanı ve Boğaziçi İmar müdürlüğü tarafından korunuyor ve çivi çaktırılmıyor! Eeee o halde nasıl oluyor da koca koca binalar yıktırılıyor ve yenileri yapılıyor? Nasıl olacak, büyük başlar istedikten sonra her şey olur. Tarabya Oteli nasıl oldu ise de bu da böyle olmuştur. Hemen belirmeliyim Vilayet evi de Tarabya’ya ait!
Yürü bakalım diyoruz, ilerliyoruz! Bize mi kalmış boyumuzdan büyük işlerle uğraşmak! Boş ver, revan gitsin! Madem başlamışlar, o zaman inşaat bitsin!
Kireçburnu içine dalmadan Tabyaaltı durağında bir mola veriyoruz. Rıhtımda temiz bir yer buluyor ve oturuyoruz. Dinleneceğiz.
Tabyaaltı Durağı anlaşıldığı gibi otobüs durağıdır. Hafif bir virajı vardır, viraj dönüldüğünde Kireçburnu çarşısına girilir! Tabyaaltı denildiğinde durak akla gelse de yaşı elli ya da altmışın üzerinde olanlar başka şeyleri de hatırlar. Zira kayalık olan bu bölgenin üst tarafında tabya vardı. Askeri tabya yani, büyük çaplı topun mevzilendirildiği yer! Her ne kadar tabya savaş için işe yaramadı ise de yıllarca terk edilmedi, ne olur ne olmaz düşüncesi ile askeriye tarafından kullanıldı. Ulusal Kurtuluş Savaşında ise millicilerin arandıklarında kaçıp saklandıkları, silah ve cephane saklayıp, gece takalarla Anadolu’ya gönderdikleri bir yerdi. Kireçburunlu iki kardeş, Hasan ile Ahmet Pehlivan’ı tanıyanlar ne demek istediğimizi çok iyi anlarlar! Bırakın çok yaman yağlı güreş yapan pehlivan olmalarını sapına kadar yurtseverlerdi. Pehlivanlardan bahsederken sonraki yılların yaman pehlivanı Yamalı Hamdi’den de bahsetmek gerekir. Yamalı Hamdi, hem çok yaman bir pehlivan hem de Kırkpınar’da hakemlik yapan bir usta idi. Cazgırlık yaptığı söylense de, böylesine ciddi ve ağırbaşlı bir pehlivanın cazgırlık yapması düşünülemez, olsa olsa yakıştırmadır diyor ve tarihin derinliklerine dalıyoruz.
Kireçburnu’nun eski adı Kleidra tou Pontu idi. Bunun anlamı da “Boğaz’ın Anahtarı” dır. Demek ki Kireçburnu’nun stratejik önemi vardır İstanbul için.
Kireçburnu 17. yy. da ahım şahım bir yerleşim bölgesi değildi. Hata Gümrük Emini Hasan Ağa’nın bahçesi olarak biliniyordu. Kireçburnu 19. yy. da Keçecizade Fuat Paşa’nın Rumeli göçmenlerini buraya getirip yerleştirmesi ile hareketlilik kazandı, gelişme gösterdi.
Kireçburnu denince akla semte damga vuran iki üç aile akla gelir. Bunlardan Gülümser, Kalender ve Ermetin aileleri kolay unutulmaz.
Gel de Kalender ailesinin büyüğü Alaattin Kalender’i unut! İmkânı var mı? Asker emeklisi Alaattin müthiş hitabet gücü ile hemen her toplantının aranan konuşmacısıydı. Düğün, dernek, spor ve siyasi parti toplantılarında söz aldığında hem kızdıran ve hem de güldüren hitabet gücü yüksek bir CHP liydi. Sevimliliği ve saygınlığı ile her zaman takdir edilen bir unutulmazdı.
İsmet Ermetin bir başka önemli isimdir Kireçburnu için. Öncelikle askeri okulda okumuş ve devam etmemiş ve sivil hayata atlamıştır. Fevkalade güzel futbol oynadığı için çeşitli kulüplerde ve Sarıyer’de de futbol oynamış sonra da DP saflarında politikaya başlamış ve devam etmiştir. İstanbul Belediye Meclisinde üye olarak görev yapmış, özel işlerini de parti işleri ile birlikte devam ettirmiştir. Sigortacıydı aynı işi oğlu Tayfun Ermetin devam ettiriyor.
Gülümser ailesi deyip geçemeyiz! Hatta çok düşünmemiz, sayfalar dolusu yazı yazmamız gerekir. Ama yine de kısa kesmek zorundayız zira işimiz Kireçburnu’nda bir tur atmak… Gülümser ailesi Kireçburnu’nun en eski ailelerindendir. Kireçburnu balıkçılığı meslek edinenlerin bulunduğu bir semttir. Gülümser ailesi babadan oğula balıkçılıkla devam edip gidiyor. Ahmet Gülümser Balıkçı Reisi idi. Ahmet Reis’in babası da Reis’ti. Aynı şekilde Ahmet Reis’in kardeşi Mehmet Gülümser de yaman bir balıkçı Reisi idi. Bitti mi elbette ki hayır. Mehmet Reis’in oğlu Hüseyin’de aynı yolu takip ediyor. Eskiden ırıb, manyat çekilir, dalyan kurulurdu Kireçburnu’nda. Hepsinin de Reisi Gülümser ailesindendi. Dalyancılık, ırıp ve manyatçılık kayıplarda ama oltacılık, küçük ağ balıkçılığı devam ediyor ve bunu da aynı aileden ve son jenerasyondan Hüseyin yapıyor.
Mehmet Gülümser başarılı bir futbolcuydu. Sarıyer dâhil birkaç kulüpte oynadı. 1950’li yıllarda Sarıyer, Davutpaşa ile Şeref Stadında bir lig maçı oynuyordu. Maçta rakip bir futbolcunun ileri geri hareketlerine sinirlenen ve küfürlere de muhatap olan Mehmet, tozluğunda sakladığı bıçağı çekip rakibinin üzerine koşuyor, vurdu vuracak! Adam kaçtıkça kaçıyor, bakıyor ki işin sonunda ölüm var, müthiş bir hızla adeta uçuyor, o anda hakemin devamlı düdük çalması, Mehmet’in aklını başına getiriyor ve elindeki bıçağı Şeref Stadından denize fırlatıp atıyor. Tabii olan oluyor ve Mehmet Sarıyer Spor Kulübü tarihinde ebedi boykot alan ikinci futbolcu oluyor. Hüseyin’de yaman bir futbolcuydu. Profesyonel olarak yıllarca Sarıyer’de oynadı, başarıdan başarıya koştu. Ama bir türlü sakatlıktan kurtulamadı. Yıllar sonra itirafta bulundu “Abi, kamp yaptığımız için sezona iyi başlarım, birkaç hafta geçtikten sonra sakatlanırım, sende beni devamlı doktora tedaviye için getirirsin. Sana itiraf edeyim. Ben o zaman da her akşam bir büyük rakı bitirirdim, bütün sakatlıklarım ondan ileri geliyordu” . Olay bu, gel de şaşırma! Hüseyin, ev dışındaki meskeni liman kenarında kurmuş yine şişenin dibine vurmakla meşgul! Tabii Kireçburnu kulübü ile de ilgili! Sadece Hüseyin mi? Liman çevresi bilhassa öğleden sonraları ve akşamları renklenir. Rakı sevdalıları, değişik içki tutkunları, hayal âleminde yaşamak isteyenler koşa koşa gelir liman çevresine ve tez elden tezgâhı kurarak iyot kokusu ile birlikte yudumlarlar içkilerini, dalıp giderler kendi âlemlerine!
Bir başka isim de Mustafa Birinci, siyasi hayatına dini söylemleri öne alan partilerde başlamış ve devam ettiren bir dava adamı. Ön plana çıkmayan ama karınca misali çalışması ile devamlı dikkatleri üzerinde çeken bir Kireçburunlu! Yüz kilonun çok üzerindeki gövdesi ile babası Ahmet Efendi’de yabana atılmayan bir Kireçburunlu idi.
Sabah güneşini çok iyi alan bir yerdir Kireçburnu! Gecenin zifiri karanlığını delen ay ışığı en iyi Kireçburnu’ndan izlenir. Hatta öyle izlenir ki doyum olmaz, insan ayrılamaz buradan. Ne demek istediğimiz anlaşılmıştır her halde, mehtaptan bahsediyoruz!
Boğazın en serin yeri de Kireçburnu’dur. O nedenle de Boğaziçi’nin sayfiye yerlerinden ilk akla gelendir. Hiç rüzgâr olmasa bile boğaz kronder yaparak rüzgâr ve serinliğini döker. Bu durumdan yine en çok yararlanan Kireçburnu’dur. Çünkü göğsünü Karadeniz’e açmıştır. Karadeniz tarafından gelen her tür rüzgârın kendisini bıraktığı kıyılardır Kireçburnu sahil boyu.
Burada küçük, bakımlı ve sevimli balıkçı limanı vardır. Kooperatif tarafından kiralanmış olup yabancı kayıkların girmesi yasaktır. Genellikle balıkçılıkla ilgilenir kayıkçılar. Oltacılık ve küçük ağ balıkçılığı yapılır.
Ama Kireçburnu denilince akla balık lokantaları gelir. Set, Bay Balıkçı, Ali Baba, Pastacore, Boğaziçi ve Bizim isimli balık lokantaları dikkat çeker. Set. Ali Baba ve Bay Balıkçı çok meşhur balık lokantalarıdır. Ali Baba Lokantası Türkiye’nin en iyi balık yenilen 10 balık lokantası arasında gösterilmektedir.
Unutmayalım, hatta varsa imkânı tadına bakalım; Kireçburnu börekçisi de ihmal edilemez. Nefis börekleri, kurabiyeleri meşhurdur. Daldık içeriye hızla, kasada Mahmut! “Oooo ne iyi ettiniz de geldiniz, buyurun” demesiyle çöreklendik masalardan birine! Biraz çörek, biraz börek birer çayla tamamladık işimizi! Meşhur Kireçburnu börekçinin sahibi Osman Bostancı’dır. Mamulleri leziz ama parası da fena değil! Eeee öyledir, iyi mal iyi para. Canı çekenin işine gelirse ne alâ!
Kireçburnu sahil boyu, ta vilayet evi önünden Kefeliköy’e kadar doğal yürüme parkurudur. Yüzlerce insan her gün sabah ya da akşam sağlık yürüyüşü yaparak zindeliklerini korurlar. Aynı zamanda bu parkurun Kireçburnu mesiresi olduğu da unutulmamalıdır. Lokantalar arkada bırakıldıktan sonra birkaç yıl evvel yeniden yapılan büyük park dikkat çeker. İsmi Nadir Nadi Parkı iken değiştirilerek Haydar Aliyev Parkı yapıldı. Adam, tam da ölecek zamanı buldu! O sıralar ölmeseydi belki de bu isim verilmeyecekti diyorsak da öğreniyoruz ki parka konulan Haydar Aliyev heykel ile Parkın düzenlenmesinin masrafını Azerbeycan hükümeti karşılamış! Ehhh şimdi biraz uydu der geçeriz!
Ağaçaltı mevkii İshak Ağa camiinin ön kısmıdır. Eskiden normal bir çay bahçesi idi. Sonraları çay bahçesi, kafeterya, küçük bir kapalı mekân, büfe ve cami bahçesi olarak bölündü. Hatta öylesine parsellendi ki İshak Ağa çeşmesi bile kayıplara karıştı. Eskiden Ağaçaltı olarak bilinen bu alanda halkın nabzı atardı, tüm olaylar burada konuşulur, burada hükümetler kurulur, hükümetler devrilir, Beşiktaş-Fenerbahçe-Galatasaray tartışmaları burada ayyuka çıkardı.
Ağaçaltı’nda bir süre durakladıktan sonra biraz daha yorulalım diyerek polis karakolu önünden yukarı doğru çıkmaya başladık. Hayli bayır, hava sıcak, Burak buram terliyoruz, ama yola devam ediyoruz. Sola döndüğümüzde merdivenle karşılaştık. Biraz daha ilerledik bir merdiven daha. Aman Yarabbi Kireçburnu merdivenli şehir adeta. Bu kadar merdiven her semtte olmaz. Dolaşalım dedik, yola koyulduk. Direkli sokağa daldık saydık merdiven 59 basamaklı. Kesişen sokaktan sonra devam eden merdiven ise 47 basamaklı. 47 basamaklı merdiven özellikle, yağmur sularını tam ortadan akıtacak şekilde dizayn edilmiş! Hekim Ata Sokağına adım atıyoruz, yürü babam yürü! Tam 91 basamaklı bir merdiven! Mühendis Hüseyin Sokak merdivenlerinin basamak sayısı ise 52… Yorulduk ve geri döndük. Biraz daha gayret edebilseydik her halde birkaç merdiven daha tespit edebilirdik.
Biraz da tekleyelim ve nokta atışı ile yolumuza devam edelim.
Kireçburnu’nun en önemli tarihi eseri Memduh Paşa yalısıdır! Gerçekten görülmeye değer bir yalı. Sonra İshak Ağa Çeşmesi ve İshak Ağa Camiidir.
Efendim en büyük caddesi Araba Yolu Caddesi idi… Neden araba yolu? Efendim o zaman yani eski dönemde patika yol vardı. Sadece yaya gidilebiliyordu. Ne zaman ki sahil boyu yeniden yapıldı ve arabalar yoldan geçmeye başladı caddenin adı da Araba Yolu Caddesi oldu.
Kireçburnu’da son dönemlerde nüfus olarak hayli göç alan bir mahalle. Nüfus yoğunluğu arttıkça artıyor.
Kireçburnu’da 8 cadde ve 38 sokak var! Yeniden saymaya başlarsak, cadde sayısı artmasa da sokak sayısının artacağı kesin diyoruz ve Kefeliköye doğru yürümeye devam ediyoruz.
06.07.2012
GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK! -6
Ömür kısa yol uzun, yollar yürümekle tükenmez. Yeniköy’den çıktıktan sona sahil boyu topukladık ve ha babam, de babam tabana kuvvet yürümeye başladık. İyi ki yanımda arkadaş var, yoksa çekilir olmaktan çıkardı turumuz. Elçilikleri geride bırakarak ilerliyoruz. Eskiden Sipahi Ocağı’nın bulunduğu binanın önünden geçiyoruz. Deniz kıpır kıpır, rıhtımda amatör balıkçılar, kamışlarını sallar dururlar. Ne iştir anlamak mümkün değil, bazıları kör inatla olacak zokasını en ileriye atma telaşı içinde! Kalender köşkü ve müştemilatları! Köşkün tam karşısında Osmanlı mimarisi ile yapılmış bir yeni çeşme. Aynı çeşme Orduevi kampusu içinde de var! Ne kadar iyi gözle bakılsa da ilgi çekmiyor, hatta taklit olduğu için inceliği ve zerafeti yok bu nedenle tiksinti uyandırır gibi! Neden eskiye bu denli özlem! Neden yaracılık ortaya konulmaz da taklide gidilir?
Sıcak kavuruyor, biz de hafif hafif esen boğaz rüzgârının serinletici havası ile ilerlemeye devam ediyoruz. Sol tarafımızda devasa bir arazi ve içinde Hüber Köşkü. Köşk deyip atlamamak gerekir. Aslında köşk değil malikâne! 19. yy. sonlarında yapılmış! Meşhur silah fabrikası Krup firmasının İstanbul temsilcisi Hüber’in yaptırdığı bir malikâne. Çok el değiştirdikten sonra Hidiv İsmail Paşa tarafından Prenses Kadriye’ye satıldı. Bu anla şanlı Prenses de Prensesliğini yaptı ve Fransız terbiyesi almış olacak ki binayı bir İslâm Kuruluşuna bırakacak yerde Fransız Notre Dame De Sion Okuluna hediye etti ve malikâne uzun yıllar Fransızlar tarafından okul olarak kullanıldı. Nihayet satışa çıkarılan malikâne 1985 de Cumhurbaşkanlığı yazlığı yapılmak üzere devlet tarafından satın alındı. Böylece malikânenin muhteşem arazisi, villa ve gökdelen olmaktan kurtuldu!
İlerlemeye devam ediyoruz. Hava sıcak, deniz durgun fakat hafif Boğaz rüzgârı serinletici! Burun başındayız. Tam köşede yıllardan beri dikili duran bir çökeltme. Uzun direğe dört yanından bağlı büyük bir kepçe (denilebilir). Denize indirilir ve askıda kalır. Balık üzerine geldiğinde direğin sereni hızla yere doğru bastırılarak çökeltme (kepçe) yukarı kaldırılır ve çökeltmenin (kepçenin) içine kalan balıklar alınır. Çökeltmenin arkasında çay bahçesi! Yıllar öncesi Özcan Bilgili’nin yeriydi burası. Ama belediye başkanı değişince Özcan’ı buradan attılar. Attılar ama bu defa belediye başkanlığını kazanan başkanın yardımcısı buraya kondu! Sormadık şimdi kimin işlettiğini! Bizi de pek ilgilendirmez ya… İlerlemeye devam ediyoruz. Karşımıza Tarabya plajı çıkar. 1950’li ve sonraki yıllarda İstanbul sosyetesinin buluştuğu plaj! Suyu temiz ama biraz soğuk, giriş de pahalı, o nedenle fukara işi değil! Daha çok Kazanovaların tercih ettiği bir plajdı. Plajın bitişiğinde Palet Balık Lokantası bir mi? İki mi? Her neyse.. Sol tarafta Almanya Büyükelçiliği yazlığı. Muhteşem bir yer. İçindeki binalar, bahçesi, tarihi eserleri ve mükemmel ormanı ile gezilmeye değer! Saatlerce dolaştık, tetkik ettik enteresan bulgulara rastladık. Bahçe içindeki mezarlıkta Çanakkale Savaşında ölen Alman askerler gömülü. Mareşal Moltke’ninde mezarı burada. Türkleri ve Türkiye’yi çok seven Moltke Türk topraklarında yatıyor. Dikkatimizi çekti. II. Dünya Savaşında ölen Alman askerlerinden 35 kadarı buradaki mezarlıkta gömülü. 1943 ya da 1944 olacak. II. Dünya Savaşının en yoğun şekilde devam ettiği dönemlerdi. Sarıyer’in Kumsal mevkiinde 4 Alman askerine ait ceset kıyıya vurmuştu. Oradaydık, çocuk halimizle seyrettik, polisler geldi, büyükler de bizi kovaladı. Oradan Alman askerlerin cesetlerini alıp götürdüler. Demek ki onlarda burada gömülüydü. Alman askerlerine ait cesetler, Rumalikavak, Rumelifener ve Çayırbaşı deresi civarında da görülmüştü. Onlarda Tarabya’daki Almanya Elçiliği Yazlık binasının bahçesine gömülü. Gömülü her alman askerinin künyesi duvarda madeni levha üzerinde yazılı. Hiçbir şey unutulmamış. Bu ne vefa takdir etmemek elde değil!
Almanya Elçiliği yazlık binasını geçerken solumuzda yalılar, sağımızda Tarabya koyu dikkat çeker. Yalılardan biri Villa Zarifi’ adını taşır. Osmanlılar döneminde önemli bankerlerden olan ve devlete borç para veren Nikola Zarifi’ye aittir yalı. Padişah Abdülaziz tarafından Paşa rütbesi verilmiş kendisine. Yalı hala aynı ailenin… Cumhuriyet döneminde otel, lokanta ve eğlence merkezi olarak da kullanıldı. Bir diğer yalı yine önemli bir bankere ait! Yalının adı Zagrafos yalısı. 18. yy. ın ikinci yarısında yapılmış. Yalının sahibi Hristaki Zagrafos, Sultan Abdülaziz’den itibaren devlete borç veren bir bankerdi. Halen aynı ailenin malıdır. Bu yalının yanında Kimon Palamidis Evyanidis yalısı var!
Unutmayalım, hatırlatmakta yarar var; Osmanlı Devletinin maddi olarak batmasına bu iki bankerin devleti borçlandırmak suretiyle hayli katkısı oldu.
Tarabya, koyu ile önemlidir. Koyu asırlardan beyi Boğaziçi’nin küçük limanlarından biridir. Tarihte büyük olaylara sahne olan bir koydur. 1352 de Cenevizliler ile Venedikliler Tarabya Koyu açığında yaptıkları deniz savaşında Ceneviz filosu Venediklileri çok hırpalamış, kaptanları Nicolas Pisani’nin ustaca bir manevrası ile Tarabya körfezine sığınarak filosunu tamamen yok olmaktan kurtarmıştır.
Antik çağda ismi Pharmacias’tı. Bir diğer adı da Farmakeus’tu. Mitoolojiye göre Kalkia Kralının kızı babasının hazinelerine sahip olmak için hazineyi korumakla görevli olanları zehirlemiş kalanı da kendisi içmiş… Madem hazineye sahip olmak istiyor neden korumaları zehirledikten sonra kendisi de zehir içiyor! İçinden çıkamadım ama bu olay nedeni ile semte Farmakeus adı verildiğini anlıyoruz. Bir diğer efsane ise MS. 5. yy. de patrik Attikos, hastalanınca buraya gelmiş. Buranın havası iyi gelmiş kendisine. Bunun üzerine buraya tedavi-şifa anlamına gelen Terapia denilmiş ve zamanla bu isim Tarabya’ya dönüşmüş! Doğrudur diyoruz ve Tarihin derinliklerinde biraz gezindikten sonra başka söylenceye geliyoruz. Sultan II. Selim Boğaziçi’ne yaptığı bir gezi sırasında Tarabya’da durup balık yemiş ve çok beğendiği buraya bir kasır yaptırılmasını emretmiş ve adını da “Servi Çemenzari” koymuş. Ayrıca buraya “Keyif” anlamına gelen “Terabiye” adını vermiş ve bu isim zamanla Tarabya’ya dönüşmüş! Hangisini isterseniz onu kabul edin, ona inanın, benim bildiğim böyle!
Tarabya koyu değişik renk, çeşit çeşit gezi tekneleri ve yatlarla dolu olan bir küçük koydur. Yıllar yılı böyle kullanıla geldi. Dere ağzına yakın ve parkın önü ve sol tarafı daha ziyade küçük balıkçı kayıklarının bulunduğu yerdi. Bilhassa tekir ağcılar ve oltacılıkla nafakalarını kazanan balıkçılar burada bağlarlardı kayıklarını. Diğer bölümler hep gezi teknelerine, yatlara ait olurdu. Yüzlerce irili ufaklı yatın bağlı olduğu bir limandı. 19. yy. başından bu yana Tarabya koyu devamlı gezi tekneleri için kullanıldı. İstanbul’un zenginlerinin yatları burada demirleyerek yazı beklediler. Şimdi ise marina! Yani ilgililerce özelleştirme adı altında yine bir yandaşa peşkeş çekildi. Koyun içi kazıklarla, yüzen dubalarda rıhtım haline getirildi ve yatlara hizmet verilecek hale getirildi. Yani parası olan koydan yararlanabilecek. Balıkçılar mı? Onlar kendi hallerine yansınlar? Yarınlarını hiç düşünmediler ve zengin olamadılar. Böyle olunca da yaya kaldılar. Acizane düşünüyorum balıkçılardan Oltacı Recep ile Kürt Haydar şimdi ne yapacaklar? Kayıklarını nerede muhafaza edecekler? Neyse kendileri bilir.
Tarabya Sarıyer’in eğlence merkeziydi. Tarabya Plajından burun başına yani Büyük Tarabya Oteline kadar olan cadde üzerinde on beş yirmi balık lokantası, taverne ve içkili gazino vardı. Yıllarca, Tarabya çarşısı İstanbul’un eğlence merkezi oldu. Gece sabahlara kadar gazinoları yabancı ve yerli turistlere hizmet verdi. Günümüzde ise sessiz sedasız! Her ne kadar bir kaç lokanta kalmışsa da eski havaları yok. Ama Filiz yine en gözde balık lokantalarından biri. Büyük Tarabya Oteli’nin on yılı aşkındır onarımının bitirilememesi Tarabya çarşısını da feci şekilde vurdu. Adeta Tarabya çarşısı, hayalet çarşı haline geldi. Biraz canlılık parkın karşısına ve Polis merkezi önünde var!
Tarabya’da 1960’lı yıllara kadar hâkim olan halk topluluğu Rum’lardı. Sonra Türkler, Ermeniler ve Museviler! 1960 tan sonra durum değişti, hızlı göç Tarabya’nın boşalmasına neden oldu. Adeta zengin azınlık kayboldu gitti. Aslında Tarabya Rumların önemli bir dini merkeziydi. Terkos Metropolitlik Merkezi Tarabya idi. Tarabya’da Rum ve Ermeniler’e ait kilise ve mezarlıklar yan yanadır. Tarabya’da Sinagogta vardır.
Tarabya halen Sarıyer’in en büyük ve önemli bir yerleşim bölgesidir. Tarabya’da yeşil alan kalmamış gibidir. Kıyıdan tepelere kadar her taraf devasa sitelerle adeta dev bir şehir havasına girmiştir.
Tarabya çarşısını geçmeden iki önemli isimden bahsetmek isterim. Tarabya’nın yetiştirdiği en büyük futbolcu Sabri Dino. Sabri Sarıyer damadıdır. Tarabya’da kaleci olarak oynamış, kendisini Sarıyer’e transfer edememiştik. Rum ağırlıklı Tarabya Kulübü yöneticileri Sabri’yi Rumların takımı olarak bilinen Beyoğluspor’a vermişti. Burada birkaç yıl oynadıktan sonra Beşiktaş’a geçti. Siyah-beyazlı forma altında kendisini kabul ettirdi, defalarca Türk Mili takım formasını giydi, futbolu bıraktıktan sonra iş hayatına atıldı. Her zaman işler iyi gitmiyor, kriz baş gösterince borç ateşi bacayı sardı ve bir de duyuldu ki Sabri Dino Boğaz köprüsünden kendisini aşağıya atarak intihar etmiş. Doğru mudur? Elbette ki doğrudur? O gün bu gün meydanda yok! Unutmayalım hala bazı kişiler Sabri’nin ülke dışına kaçtığı iddiasını devam ettiriyorlar ama hala haber falan yok! Biz Allah rahmet eylesin diyelim! Yaşıyorsa buna da eyvallah deriz!
İkinci isim yine bir kaleci Haydar Erdoğan! Beşiktaşlı meşhur voleci Şeref Görkey’in kardeşinin oğlu. Tarabya’da yetişti ve Sarıyer’e transfer oldu. Sarıyer’den Galatasaray’a geçti. Basın hemen manşet etti: Ha Aksaray ha Galatasaray! Aksaray’la ne ilgisi vardı? Haydar Galatasaray’da uzun süreli kale bekçiliği yapamadı. Zira maddi durumu itibariyle sıkıntısı yoktu, rahat bir hayat ağır iş yapmayı gerektirmiyordu!
Esas ismi üzerinde duracağımız kişi Muhtar Rafet Üstün’dür. 1960 yılından bu yana aralıklı olarak muhtarlık görevini devam ettiriyor. İhtilal, darbe gibi ara dönemlerde muhtar değişiyorsa da normal dönem geldiğinde yine Rafet Üstün muhtarlığı kazanıyor ve görevine devam ediyor. Bu satırları yazarken hala görevini devam ettiriyor. En büyük zevki Tarabya’ya gelen devlet büyükleri ile fotoğraf çektirmek! Kimler yok ki; Meraklıların muhtarlığa uğramalarını salık veririm. Hem gidip fotoğrafları görsünler hem de bu güngörmüş bilge muhtarın sohbetinden yararlansınlar.
Tarabya’da da ülke yönetimine katılan; katkı veren, ülke ekonomisine katkı sağlayan çok önemli işadamları ve özel kişiler var. Ama bunlara ulaşmak ve onları tadat etmek kolay olmasa gerek. Oysa ben sadece bir gezinti yapıyorum, araştırmıyorum, o nedenle konu üzerine fazla durmayacağım ama yine de bir isimden bahsedeceğim. Nurettin Çetinkaya yeni Tarabya’lı. Çetinkaya Tekstilin sahibi. Sarıyer’i çok sevmiş ve kapağı Tarabya’ya atmış! Değişik yerlerde iş alanı var. Sosyal yanı çok iyi! İyiliksever, cemiyetçi. Sarıyer Spor Kulübüne katkı verenlerden ve hizmet etmekten geri kalmayanlardan! Yarın onu Sarıyer S.K. Başkanı olarak görürsek şaşmayalım. “Evet varım” derse “Seninleyim” derim.
Gelelim Tarabya’nın kalbi olan Büyük Tarabya Oteline! Otel 19. yy. da inşa edildi. Boğaziçi’nin en görkemli binalarından biriydi. Üç cepheden deniz görüyordu. Yıllarca Osmanlı ve Cumhuriyet sosyetesini ağırladı. I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı sırasında casusların devamlı konakladığı, sipere yattıkları bir yerdi. Boğaziçi’nin gözbebeği bu otel 1954 yılında yanarak kül oldu. Yerine bugünkü Büyük Tarabya oteli yapıldı. Emekli Sandığına ait bu otel de diğerleri gibi yandaşa satılarak elden çıkarıldı. Kaşla göz arasında kimler göz yumdu ise bir kat fazla çıkarıldı, arka tarafında da önemli değişiklikler yapıldı. Malum ya Sit bölgesi olduğu için buralarda çivi çakılmaz ama işini çeviren her şeyi yapabiliyor. Bunu da bu oteli görünce anlıyoruz. Başaranı kutlarız. Ve deriz ki; sırtımızda hala siyah benekler varsa, sırt tenimizi hala kösele gibi kalın hissediyorsak, Büyük Tarabya Oteli inşaatı yapılırken takalarla getirdiğimiz kumları küfe ile sırtlayıp taşıdığımızdandır! E, geçim kolay değil, aç kalmaktansa eziyet çekme evladır! Biz de bunu yaptık! Acısını şimdi çekiyoruz!
Bu otelden sonra elçilik binaları başlar. Avusturya, Almanya Fransa ve İtalya elçilikleri… Hemen hepsi görkemli yalılar… İpsilantı yalısı Marmara üniversitesi tarafından kullanılıyor. Kireçburnu’na girmeden iki balık lokantası ve Valilik sosyal tesisleri Tarabya’ya ait.
Biraz da nokta atış yapalım ve tespitlerimizi yazalım: Tarabya’da 7 cadde 108 sokak 20 den fazla site var!
Tarabya’da bugüne kadar Suyolcu Aleko Efendi, İsmail Özkök, Ahmet Öner, Remzi Pekçan, Celal Aktan, Mustafa Korkmaz, Cemal Güldağ, Rafet Üstün, Ferit Ergin Ayak, Hızır Ayyıldız, İbrahim Yavuz görev yaptı. Halen görev bilmem kaçıncı kez muhtar seçilen Rafet Üstün’de.
Enteresandır Tarabya’da Müslümanlara ait mezarlık yok! Çok eski tarihlerde kumculukla uğraşan Mavnacı Osman Reis ile arkadaşları fırtınaya yakalanıp mavnaları batınca boğulmuşlar ve bugünkü Garaj restaurantın arkasındaki yamaçta gömülmüşler, bunu biliyoruz. Bari bu mezarların taşları korunabilse!
Tarabya’da iki adet anıt ağaç bulunmaktadır. Birisi Dere mahallesinde ve Tarabya Spor Kulübü önünde diğeri de deniz sahilindeki parkın içinde bulunan dev Çınar ağaçlarıdır.
Tarihi eserlerden biri de Park içindeki Sultan II. Mahmut Han Çeşmesidir (1831). Örneği pek görülmeyen bir mimarisi vardır.
Herkesin Kireçburnu’na ait olduğunu bildiği meşhur restaurantlardan Façyo ile Terapia Balık restaurantlarının Kireçburnu’na değil, Tarabya’lya ait olduğunu da kayda geçmek gerekir.
Tarabya’ya da her semtte olduğu gibi hamam vardı. Evliye Çelebi, her yere giderde Tarabya’ya gitmez mi? Gider tabii. Tarabya’ya gelmiş, dolaşmış durmuş ve gerekenleri yazmış, hamamı içinde “İçkiciler Hamamı” diye kayıt düşmüş… Demek ki, Rum barbalar devamlı içki içiyorlarmış ki bu ismi takmakta beis görmemiş!
Tarabya’da ilk plaj 1871 yılında açıldı. Çok da ilgi gördü. Türkler uzaktan bakarken, azınlık mensupları; Rum, Ermeni ve Museviler denizin tadını çıkarıyorlardı.
Tarabya deresi iyi akan derelerden biriydi. Ama bu derede yol ve cadde kazanılması yoluna gidilerek üstü kapatıldı. Zaten yeteri kadar su akışı da yok. Ama dere yerinde ama cadde altında!
İşte böyle! Yolumuz bugün buraya kadar! Akşamı yaptık. Devam etmemiz imkânı yok. Yarın yine yola çıkar adım adım ilerler Kireçburnu’na ulaşmaya çalışırız.
Yazan İbrahim BALCI
Sıcak kavuruyor, biz de hafif hafif esen boğaz rüzgârının serinletici havası ile ilerlemeye devam ediyoruz. Sol tarafımızda devasa bir arazi ve içinde Hüber Köşkü. Köşk deyip atlamamak gerekir. Aslında köşk değil malikâne! 19. yy. sonlarında yapılmış! Meşhur silah fabrikası Krup firmasının İstanbul temsilcisi Hüber’in yaptırdığı bir malikâne. Çok el değiştirdikten sonra Hidiv İsmail Paşa tarafından Prenses Kadriye’ye satıldı. Bu anla şanlı Prenses de Prensesliğini yaptı ve Fransız terbiyesi almış olacak ki binayı bir İslâm Kuruluşuna bırakacak yerde Fransız Notre Dame De Sion Okuluna hediye etti ve malikâne uzun yıllar Fransızlar tarafından okul olarak kullanıldı. Nihayet satışa çıkarılan malikâne 1985 de Cumhurbaşkanlığı yazlığı yapılmak üzere devlet tarafından satın alındı. Böylece malikânenin muhteşem arazisi, villa ve gökdelen olmaktan kurtuldu!
İlerlemeye devam ediyoruz. Hava sıcak, deniz durgun fakat hafif Boğaz rüzgârı serinletici! Burun başındayız. Tam köşede yıllardan beri dikili duran bir çökeltme. Uzun direğe dört yanından bağlı büyük bir kepçe (denilebilir). Denize indirilir ve askıda kalır. Balık üzerine geldiğinde direğin sereni hızla yere doğru bastırılarak çökeltme (kepçe) yukarı kaldırılır ve çökeltmenin (kepçenin) içine kalan balıklar alınır. Çökeltmenin arkasında çay bahçesi! Yıllar öncesi Özcan Bilgili’nin yeriydi burası. Ama belediye başkanı değişince Özcan’ı buradan attılar. Attılar ama bu defa belediye başkanlığını kazanan başkanın yardımcısı buraya kondu! Sormadık şimdi kimin işlettiğini! Bizi de pek ilgilendirmez ya… İlerlemeye devam ediyoruz. Karşımıza Tarabya plajı çıkar. 1950’li ve sonraki yıllarda İstanbul sosyetesinin buluştuğu plaj! Suyu temiz ama biraz soğuk, giriş de pahalı, o nedenle fukara işi değil! Daha çok Kazanovaların tercih ettiği bir plajdı. Plajın bitişiğinde Palet Balık Lokantası bir mi? İki mi? Her neyse.. Sol tarafta Almanya Büyükelçiliği yazlığı. Muhteşem bir yer. İçindeki binalar, bahçesi, tarihi eserleri ve mükemmel ormanı ile gezilmeye değer! Saatlerce dolaştık, tetkik ettik enteresan bulgulara rastladık. Bahçe içindeki mezarlıkta Çanakkale Savaşında ölen Alman askerler gömülü. Mareşal Moltke’ninde mezarı burada. Türkleri ve Türkiye’yi çok seven Moltke Türk topraklarında yatıyor. Dikkatimizi çekti. II. Dünya Savaşında ölen Alman askerlerinden 35 kadarı buradaki mezarlıkta gömülü. 1943 ya da 1944 olacak. II. Dünya Savaşının en yoğun şekilde devam ettiği dönemlerdi. Sarıyer’in Kumsal mevkiinde 4 Alman askerine ait ceset kıyıya vurmuştu. Oradaydık, çocuk halimizle seyrettik, polisler geldi, büyükler de bizi kovaladı. Oradan Alman askerlerin cesetlerini alıp götürdüler. Demek ki onlarda burada gömülüydü. Alman askerlerine ait cesetler, Rumalikavak, Rumelifener ve Çayırbaşı deresi civarında da görülmüştü. Onlarda Tarabya’daki Almanya Elçiliği Yazlık binasının bahçesine gömülü. Gömülü her alman askerinin künyesi duvarda madeni levha üzerinde yazılı. Hiçbir şey unutulmamış. Bu ne vefa takdir etmemek elde değil!
Almanya Elçiliği yazlık binasını geçerken solumuzda yalılar, sağımızda Tarabya koyu dikkat çeker. Yalılardan biri Villa Zarifi’ adını taşır. Osmanlılar döneminde önemli bankerlerden olan ve devlete borç para veren Nikola Zarifi’ye aittir yalı. Padişah Abdülaziz tarafından Paşa rütbesi verilmiş kendisine. Yalı hala aynı ailenin… Cumhuriyet döneminde otel, lokanta ve eğlence merkezi olarak da kullanıldı. Bir diğer yalı yine önemli bir bankere ait! Yalının adı Zagrafos yalısı. 18. yy. ın ikinci yarısında yapılmış. Yalının sahibi Hristaki Zagrafos, Sultan Abdülaziz’den itibaren devlete borç veren bir bankerdi. Halen aynı ailenin malıdır. Bu yalının yanında Kimon Palamidis Evyanidis yalısı var!
Unutmayalım, hatırlatmakta yarar var; Osmanlı Devletinin maddi olarak batmasına bu iki bankerin devleti borçlandırmak suretiyle hayli katkısı oldu.
Tarabya, koyu ile önemlidir. Koyu asırlardan beyi Boğaziçi’nin küçük limanlarından biridir. Tarihte büyük olaylara sahne olan bir koydur. 1352 de Cenevizliler ile Venedikliler Tarabya Koyu açığında yaptıkları deniz savaşında Ceneviz filosu Venediklileri çok hırpalamış, kaptanları Nicolas Pisani’nin ustaca bir manevrası ile Tarabya körfezine sığınarak filosunu tamamen yok olmaktan kurtarmıştır.
Antik çağda ismi Pharmacias’tı. Bir diğer adı da Farmakeus’tu. Mitoolojiye göre Kalkia Kralının kızı babasının hazinelerine sahip olmak için hazineyi korumakla görevli olanları zehirlemiş kalanı da kendisi içmiş… Madem hazineye sahip olmak istiyor neden korumaları zehirledikten sonra kendisi de zehir içiyor! İçinden çıkamadım ama bu olay nedeni ile semte Farmakeus adı verildiğini anlıyoruz. Bir diğer efsane ise MS. 5. yy. de patrik Attikos, hastalanınca buraya gelmiş. Buranın havası iyi gelmiş kendisine. Bunun üzerine buraya tedavi-şifa anlamına gelen Terapia denilmiş ve zamanla bu isim Tarabya’ya dönüşmüş! Doğrudur diyoruz ve Tarihin derinliklerinde biraz gezindikten sonra başka söylenceye geliyoruz. Sultan II. Selim Boğaziçi’ne yaptığı bir gezi sırasında Tarabya’da durup balık yemiş ve çok beğendiği buraya bir kasır yaptırılmasını emretmiş ve adını da “Servi Çemenzari” koymuş. Ayrıca buraya “Keyif” anlamına gelen “Terabiye” adını vermiş ve bu isim zamanla Tarabya’ya dönüşmüş! Hangisini isterseniz onu kabul edin, ona inanın, benim bildiğim böyle!
Tarabya koyu değişik renk, çeşit çeşit gezi tekneleri ve yatlarla dolu olan bir küçük koydur. Yıllar yılı böyle kullanıla geldi. Dere ağzına yakın ve parkın önü ve sol tarafı daha ziyade küçük balıkçı kayıklarının bulunduğu yerdi. Bilhassa tekir ağcılar ve oltacılıkla nafakalarını kazanan balıkçılar burada bağlarlardı kayıklarını. Diğer bölümler hep gezi teknelerine, yatlara ait olurdu. Yüzlerce irili ufaklı yatın bağlı olduğu bir limandı. 19. yy. başından bu yana Tarabya koyu devamlı gezi tekneleri için kullanıldı. İstanbul’un zenginlerinin yatları burada demirleyerek yazı beklediler. Şimdi ise marina! Yani ilgililerce özelleştirme adı altında yine bir yandaşa peşkeş çekildi. Koyun içi kazıklarla, yüzen dubalarda rıhtım haline getirildi ve yatlara hizmet verilecek hale getirildi. Yani parası olan koydan yararlanabilecek. Balıkçılar mı? Onlar kendi hallerine yansınlar? Yarınlarını hiç düşünmediler ve zengin olamadılar. Böyle olunca da yaya kaldılar. Acizane düşünüyorum balıkçılardan Oltacı Recep ile Kürt Haydar şimdi ne yapacaklar? Kayıklarını nerede muhafaza edecekler? Neyse kendileri bilir.
Tarabya Sarıyer’in eğlence merkeziydi. Tarabya Plajından burun başına yani Büyük Tarabya Oteline kadar olan cadde üzerinde on beş yirmi balık lokantası, taverne ve içkili gazino vardı. Yıllarca, Tarabya çarşısı İstanbul’un eğlence merkezi oldu. Gece sabahlara kadar gazinoları yabancı ve yerli turistlere hizmet verdi. Günümüzde ise sessiz sedasız! Her ne kadar bir kaç lokanta kalmışsa da eski havaları yok. Ama Filiz yine en gözde balık lokantalarından biri. Büyük Tarabya Oteli’nin on yılı aşkındır onarımının bitirilememesi Tarabya çarşısını da feci şekilde vurdu. Adeta Tarabya çarşısı, hayalet çarşı haline geldi. Biraz canlılık parkın karşısına ve Polis merkezi önünde var!
Tarabya’da 1960’lı yıllara kadar hâkim olan halk topluluğu Rum’lardı. Sonra Türkler, Ermeniler ve Museviler! 1960 tan sonra durum değişti, hızlı göç Tarabya’nın boşalmasına neden oldu. Adeta zengin azınlık kayboldu gitti. Aslında Tarabya Rumların önemli bir dini merkeziydi. Terkos Metropolitlik Merkezi Tarabya idi. Tarabya’da Rum ve Ermeniler’e ait kilise ve mezarlıklar yan yanadır. Tarabya’da Sinagogta vardır.
Tarabya halen Sarıyer’in en büyük ve önemli bir yerleşim bölgesidir. Tarabya’da yeşil alan kalmamış gibidir. Kıyıdan tepelere kadar her taraf devasa sitelerle adeta dev bir şehir havasına girmiştir.
Tarabya çarşısını geçmeden iki önemli isimden bahsetmek isterim. Tarabya’nın yetiştirdiği en büyük futbolcu Sabri Dino. Sabri Sarıyer damadıdır. Tarabya’da kaleci olarak oynamış, kendisini Sarıyer’e transfer edememiştik. Rum ağırlıklı Tarabya Kulübü yöneticileri Sabri’yi Rumların takımı olarak bilinen Beyoğluspor’a vermişti. Burada birkaç yıl oynadıktan sonra Beşiktaş’a geçti. Siyah-beyazlı forma altında kendisini kabul ettirdi, defalarca Türk Mili takım formasını giydi, futbolu bıraktıktan sonra iş hayatına atıldı. Her zaman işler iyi gitmiyor, kriz baş gösterince borç ateşi bacayı sardı ve bir de duyuldu ki Sabri Dino Boğaz köprüsünden kendisini aşağıya atarak intihar etmiş. Doğru mudur? Elbette ki doğrudur? O gün bu gün meydanda yok! Unutmayalım hala bazı kişiler Sabri’nin ülke dışına kaçtığı iddiasını devam ettiriyorlar ama hala haber falan yok! Biz Allah rahmet eylesin diyelim! Yaşıyorsa buna da eyvallah deriz!
İkinci isim yine bir kaleci Haydar Erdoğan! Beşiktaşlı meşhur voleci Şeref Görkey’in kardeşinin oğlu. Tarabya’da yetişti ve Sarıyer’e transfer oldu. Sarıyer’den Galatasaray’a geçti. Basın hemen manşet etti: Ha Aksaray ha Galatasaray! Aksaray’la ne ilgisi vardı? Haydar Galatasaray’da uzun süreli kale bekçiliği yapamadı. Zira maddi durumu itibariyle sıkıntısı yoktu, rahat bir hayat ağır iş yapmayı gerektirmiyordu!
Esas ismi üzerinde duracağımız kişi Muhtar Rafet Üstün’dür. 1960 yılından bu yana aralıklı olarak muhtarlık görevini devam ettiriyor. İhtilal, darbe gibi ara dönemlerde muhtar değişiyorsa da normal dönem geldiğinde yine Rafet Üstün muhtarlığı kazanıyor ve görevine devam ediyor. Bu satırları yazarken hala görevini devam ettiriyor. En büyük zevki Tarabya’ya gelen devlet büyükleri ile fotoğraf çektirmek! Kimler yok ki; Meraklıların muhtarlığa uğramalarını salık veririm. Hem gidip fotoğrafları görsünler hem de bu güngörmüş bilge muhtarın sohbetinden yararlansınlar.
Tarabya’da da ülke yönetimine katılan; katkı veren, ülke ekonomisine katkı sağlayan çok önemli işadamları ve özel kişiler var. Ama bunlara ulaşmak ve onları tadat etmek kolay olmasa gerek. Oysa ben sadece bir gezinti yapıyorum, araştırmıyorum, o nedenle konu üzerine fazla durmayacağım ama yine de bir isimden bahsedeceğim. Nurettin Çetinkaya yeni Tarabya’lı. Çetinkaya Tekstilin sahibi. Sarıyer’i çok sevmiş ve kapağı Tarabya’ya atmış! Değişik yerlerde iş alanı var. Sosyal yanı çok iyi! İyiliksever, cemiyetçi. Sarıyer Spor Kulübüne katkı verenlerden ve hizmet etmekten geri kalmayanlardan! Yarın onu Sarıyer S.K. Başkanı olarak görürsek şaşmayalım. “Evet varım” derse “Seninleyim” derim.
Gelelim Tarabya’nın kalbi olan Büyük Tarabya Oteline! Otel 19. yy. da inşa edildi. Boğaziçi’nin en görkemli binalarından biriydi. Üç cepheden deniz görüyordu. Yıllarca Osmanlı ve Cumhuriyet sosyetesini ağırladı. I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı sırasında casusların devamlı konakladığı, sipere yattıkları bir yerdi. Boğaziçi’nin gözbebeği bu otel 1954 yılında yanarak kül oldu. Yerine bugünkü Büyük Tarabya oteli yapıldı. Emekli Sandığına ait bu otel de diğerleri gibi yandaşa satılarak elden çıkarıldı. Kaşla göz arasında kimler göz yumdu ise bir kat fazla çıkarıldı, arka tarafında da önemli değişiklikler yapıldı. Malum ya Sit bölgesi olduğu için buralarda çivi çakılmaz ama işini çeviren her şeyi yapabiliyor. Bunu da bu oteli görünce anlıyoruz. Başaranı kutlarız. Ve deriz ki; sırtımızda hala siyah benekler varsa, sırt tenimizi hala kösele gibi kalın hissediyorsak, Büyük Tarabya Oteli inşaatı yapılırken takalarla getirdiğimiz kumları küfe ile sırtlayıp taşıdığımızdandır! E, geçim kolay değil, aç kalmaktansa eziyet çekme evladır! Biz de bunu yaptık! Acısını şimdi çekiyoruz!
Bu otelden sonra elçilik binaları başlar. Avusturya, Almanya Fransa ve İtalya elçilikleri… Hemen hepsi görkemli yalılar… İpsilantı yalısı Marmara üniversitesi tarafından kullanılıyor. Kireçburnu’na girmeden iki balık lokantası ve Valilik sosyal tesisleri Tarabya’ya ait.
Biraz da nokta atış yapalım ve tespitlerimizi yazalım: Tarabya’da 7 cadde 108 sokak 20 den fazla site var!
Tarabya’da bugüne kadar Suyolcu Aleko Efendi, İsmail Özkök, Ahmet Öner, Remzi Pekçan, Celal Aktan, Mustafa Korkmaz, Cemal Güldağ, Rafet Üstün, Ferit Ergin Ayak, Hızır Ayyıldız, İbrahim Yavuz görev yaptı. Halen görev bilmem kaçıncı kez muhtar seçilen Rafet Üstün’de.
Enteresandır Tarabya’da Müslümanlara ait mezarlık yok! Çok eski tarihlerde kumculukla uğraşan Mavnacı Osman Reis ile arkadaşları fırtınaya yakalanıp mavnaları batınca boğulmuşlar ve bugünkü Garaj restaurantın arkasındaki yamaçta gömülmüşler, bunu biliyoruz. Bari bu mezarların taşları korunabilse!
Tarabya’da iki adet anıt ağaç bulunmaktadır. Birisi Dere mahallesinde ve Tarabya Spor Kulübü önünde diğeri de deniz sahilindeki parkın içinde bulunan dev Çınar ağaçlarıdır.
Tarihi eserlerden biri de Park içindeki Sultan II. Mahmut Han Çeşmesidir (1831). Örneği pek görülmeyen bir mimarisi vardır.
Herkesin Kireçburnu’na ait olduğunu bildiği meşhur restaurantlardan Façyo ile Terapia Balık restaurantlarının Kireçburnu’na değil, Tarabya’lya ait olduğunu da kayda geçmek gerekir.
Tarabya’ya da her semtte olduğu gibi hamam vardı. Evliye Çelebi, her yere giderde Tarabya’ya gitmez mi? Gider tabii. Tarabya’ya gelmiş, dolaşmış durmuş ve gerekenleri yazmış, hamamı içinde “İçkiciler Hamamı” diye kayıt düşmüş… Demek ki, Rum barbalar devamlı içki içiyorlarmış ki bu ismi takmakta beis görmemiş!
Tarabya’da ilk plaj 1871 yılında açıldı. Çok da ilgi gördü. Türkler uzaktan bakarken, azınlık mensupları; Rum, Ermeni ve Museviler denizin tadını çıkarıyorlardı.
Tarabya deresi iyi akan derelerden biriydi. Ama bu derede yol ve cadde kazanılması yoluna gidilerek üstü kapatıldı. Zaten yeteri kadar su akışı da yok. Ama dere yerinde ama cadde altında!
İşte böyle! Yolumuz bugün buraya kadar! Akşamı yaptık. Devam etmemiz imkânı yok. Yarın yine yola çıkar adım adım ilerler Kireçburnu’na ulaşmaya çalışırız.
Yazan İbrahim BALCI
GÜNBOYU SARIYER’DE DOLAŞMAK! -5
Yürümeye devam ediyoruz, hedef Yeniköy! Hafif rampayı çıktıktan ve Osman Reis Camii önünde soluklandıktan sonra tekrar yola revan olduk! Caddenin sağ tarafı deniz, denizle cadde arasında devasa yalılar, sahilhaneler sıralanır. Sağ taraf yamaç, yemyeşil ağaçlık. yeni bir yerleşim bölgesi! Ayrıca bir ismi yok. Burada belirgin isim Turgut Özal! Yani ANAP Başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal! Hoş, bu yerleşim bölgesinin sakinleri, merhum Özal kadar değilse de yine de ülkenin kalburüstü kodamanları.
Yeniköy denilince yalı ve sahilhanelerden bahsetmemek abes olur. Hatta suç olur! O nedenle bazılarına kayıt düşmemiz gerekir. Bu anlayışla devam ediyoruz. Levazım Reisi Birinci Ferik Ahmet Afif Paşa’nın yalısı 1910 yapılmıştır. Yalı birkaç kez el değiştirdi. Boğaziçi’nin en mükemmel yalılarından biridir ve örnek gösterilir. Bu tarihi Eser’e Uzan ailesi sahip olduktan sonra işleri ters gitti ve tepetaklak oldular. Bin bir türlü olay geldi başlarına! Sonunda bir kısmı tutuklandı, bir kısmı ülke dışına kaçarak canlarını kurtardılar ama Yalıyı kurtaramadılar. Yalı TMSF ye kaldı. Satışı yapıldı ve Sabancı ailesi tarafından satın alındı. Ala, yakışır!
Yeniköy’ün en görkemli ve muhteşem yalılarından biri Sait Halim Paşa Yalısıdır. 18775-1900 yılları arasında yapıldı. Bahçesinde aslan heykeli olması nedeniyle “Aslanlı Yalı” olarak da anılır, Yalının özelliği; Sahibinin, Sait Halim Paşa’nın Yeniköy Belediye başkanı olmasından gayri, İttihat Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden biri ve ayrıca Osmanlı Devletinin Sadrazamı olmasıdır. Sadrazamlığı döneminde bu yalıda Türk-Alman antlaşması imzalandı ve I. Dünya Savışına girildi. Sonu malum! Belki bu savaşa girilmeseydi, Ulusal kurtuluş savaşı da verilmeyecek ve Mustafa Kemal zuhur etmeyecek ve belki de Cumhuriyet ilan edilmeyecekti! Yalı önemli ama sahibi de önemliydi. I. Dünya Savaşına girildi, masa başında savaş kaybedildi, İstanbul ve ülke işgal edilince İttihatçılar yurt dışına kaçtı. Hepsi de teker teker Ermeni komitacılar tarafından öldürüldü. Sait halim Paşa’da 1921 de Paris’te bir Ermeni Komitacı tarafından ortadan kaldırıldı.
Yeriköy deyip bir çırpıda geçemeyiz. Türkiye’nin en kalburüstü insanları, en zenginleri ve dahi en şöhretlileri buradadır. O nedenle her birinin önemli tarihi eser binaları vardır. Bazılarını tadat etmeliyiz. Tahsin Bey Yalısı denize nazır önemli yalılardandır. Tahsin Bey’in iflasından sonra Yalı Ilıcak ailesine geçti. Aman Yarabbi ne uğursuz yalı; bu kez de Ilıcaklar iflas etti ve yalıyı ENKA şirketi ortaklarından Sadi Gülçelik aldı! Haydaaa! Sadi Gülçelik’de uçak kazasından hayatına kaybetti! Hay böyle yalının içine derken, yalı tekrar Ilıcak’lara geçti. Ama fazla kalmadı bu kez Ilıcak’lardan Erol Aksoy’a geçti yalı. Bu kişiye de yar olmadı, tekrar elden çıktı. Erol Aksoy’da iflastan beter oldu malına mülküne el konuldu. Nihayet Yalı’ya Sabancı ailesi sahip oldu, hala onlarda, hayrını görsünler. Bu yalının halk arasındaki ismini yazmadan edemeyeceğim “Lanetli Yalı”, nasıl iyi mi?
Sıra gelir sahilhanelerin hasına. Yalı Şehzade Burhanettin yalısı olarak isim almıştır. 1880 yapılmış. Yaptıran Varki Vartaks Efendi’dir. Yalının 3 bin metre kapalı olanı, 64 odası vardır. Rıhtımın uzunluğu 60 metredir. Varki Vartaks Efendi ölünce yalıyı Ahmet Münir Paşa satın aldı. Bir süre sonra da II. Abdülhamit oğlu Şehzade Burhanettin Efendi’ye bu yalıyı satın alıp verdi. Osmanlılar ülke dışına atılırken yalıyı elden çıkardılar sahibi Ahmet İhsan Efendi oldu. Ama bu kişide de kalmadı. 1984 de yalıyı Müfit Erbilgin satın aldı. O tarihten beri “Erbilgin Yalısı” olarak bilinir. Çok büyük onarım gördü. Basından takip ettiğimize göre dünyanın en pahalı sahilhanelerinden biridir. Yine basından izlendiğinde görülecektir ki; sahibi Müfit Erbilgin “Ben bugünlere hamallık yaparak geldim” demektedir. Ankaralıdır, inanılır der geçeriz.
Yalıları saymakla bitmez! Hepsini kayda geçip, yazmak kolay değil. Ama biri var ki yazmadan edemeyiz. Bu yalının adı Dadyan Yalı’sıdır. Binayı II. Abdülhamit’in vezirlerinden Ermeni Düzoğlu yaptırdı. Büyük harcamalarla yapılan bu yalı nedeniyle Düzoğlu yolsuzlukla suçlandı ve yalının balkonunda asılarak idam edildi. Yalı boş kalacak değil ya! Nikola Aristarhi tarafından satın alınan yalıya bilahare Dadyan ailesi sahip olunca, yalı bu isimle anılır oldu. Binanın son sahipleri Adil Sezer ailesidir.
Yalıları böylece noktalayalım, hepsini yazmaya kalksak sayfalar yetmez, üstelik iç kısımlara, yamaçlara çıkıldığında köşkler ve konaklar da sır aya girer, “bizi de yazın” diye feryat edebilirler!
Yeniköy gerçekten yeni bir bölge! Padişah Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulmuş. Trabzon’dan Rum aileler, Rize’den Müslüman aileler göç ettirilerek burada iskân edildiler. Yani yarısı Türk, yarısı Rum! Zamanla Ermeni ve Musevilerin de gelmeleri ile azınlıklar çoğunluğu ele geçirdiler. Türkler bağ, bahçe ve balıkçılık işleri ile uğraşırken azınlıklar hem bu işleri yaptılar hem de ticarete atıldılar, para kazandılar. Para parayı çekti ve hem zenginlik ve hem de çoğunluk azınlıklara geçti. Azınlıkları bu konumlarını 1960’lı yıllara kadar devam ettirdiler.
Yeniköy ismi bu bölgeye tam uygun düşmüş. Orhan Türker’in yazdıklarından anlıyoruz ki bölgenin ismi olan “Neohorion” biraz kısaltılarak “Nihori” dönüştürülmüş ve öyle söylene gelmiş. Bu sözcüğün anlamı da “Yeniköy” ve öyle kalmış. Aslında, yerleşim bölgesine Türkler zaten Yeniköy diyorlarmış! Her neyse ikisi de aynı kapıya çıktığına göre biz işimize bakalım!
Yeniköy; bahçecilik, bağcılık, balıkçı, börekçilikle ve meyhanecilikle tanınır. Yapılaşma nedeni ile bahçecilik, bağcılık tarihe karıştı. Hele Osmanlı Çileği arada bulasın! Sadece ismi var. Börekçi olarak hala şöhreti varsa da eskisi gibi değil. Yine de böreğinden tadan memnun kalır. Galetasının üzerine ise yoktur! Balıkçılık mesleği hala devam ettiriliyor. Eskiden dalyancılık ve dalyan reisleri meşhurken, şimdi küçük olta ve ağ balıkçıları ve bilhassa oltacıları hayli meşhur! Kör Faruk, Aso Hasan, Tek Muharrem, Erduş ve Lâz Recep Yeniköy’ün nam yapmış oltacılarından bir kaçı! Yeniköylü balıkçıların küçük limanları var. Yirmi-otuz balıkçı kayığının hemen hepsi de oltacı. Yabancı bir kayığın limana girmesi izne bağlı o da veren olursa. Yoksa havasını alır! Yeniköy’le oltacıların avlandıkları yer çakarla Tarabya arası! Bu alana yabancı balıkçı kayıklarını da sokmazlar! Hatta biraz da paylaşımı sevmezler gibi! Balıkçıların tamamı Karadenizli, daha doğrusu hemen tamamı Rizeli! Demek ki Karadenizliler bahçe ve denizle uğraşırken Rumlar ticaret yaparak köşe döndüler. Beş parmağın beşi bir değil! Elbette ki Rum ve Ermeni balıkçılarda vardı, hatta çok şöhretli balıkçı reisleri vardı Sokrati ve Barba Yorgo gibi, şimdilerde arama bir numunelik bile yok!
Yeniköy’de iki önemli park var. Biri Tarabya’dan girişte Liman’ın karşısındaki eski park, diğeri muhtarlığın yanındaki büyük park. Parklar bakımlı ve çok güzel. Çiçekleri, ağaçlarıyla örnek park! Ana cadde boydan boya işyeri. Genellikle gençlere ve gecelere hitap ediyor. Orta hallilerden takılan yandı, çünkü her şey ateş pahası… Yine de ehven-i şer parkın deniz tarafındaki Yeniköy Spor Kulübü kafeteryası. İçki hariç ne ararsan var. Balık tercih edilir. Her şeyi muntazam, iyi tezgâh tutturmuşlar. Burada kaçak olmaz! Ne de olsa yöneticilerin tamamı işadamı! Hem işi ve hem de çalıştırdıklarını idare etmesini biliyorlar!
Yeniköy S. K. bu yörenin en etkin derneği. Başkan ve yönetici olarak çok kişi görev yaptı. Başkanlık yapanlardan Haluk Ulusoy, TFF Başkanlığına kadar yükseldi ve bu görevinde büyük başarılar elde etti. Ali Düşmez eski bir profesyonel futbolcu. Beykoz’da oynadı. Yeniköy’e Başkan olunca yerine adeta zamkla yapıştı ve nerede ise yaşı kadar başkanlık yaptı. Başkanlığı devam ederken İstanbul Amatör Spor kulüpleri Federasyonu Başkanlığına seçildi, ayrıca TFF yönetimine yedek üye olarak girdi. Siyasi yönden de hayli iyi. Devamlı ileri gitti ve AKP kurulunca CHP oluşunu inkâr etmeden bu parti saflarında politika yaptı. Önce Beyoğlu Belediye Meclisi, sonra Sarıyer’den İl Genel Meclisine seçildi. Sadece sporcu ve siyasetçi değil çok başarılı bir iş adamı. Yıllardır Mithat Giyim’in Genel Müdürü.
Yeniköy, Köy başından limana kadar cadde boydan boya ağaçlarla kaplı. Yollar sokaklar tertemiz. Belki de insanlarının zenginliği yerlere yansımış. Gördüğüm kadarı ile orta hallisi ve fakiri de uymuş düzene…
Yeniköy’in hareketlilik merkezi askerlik şubesidir. Her an önü cıvıl cıvıl! Yaşı askerlik çağına gelmiş olanlarla, tecili gerekli olan öğrenciler dizi dizi. Kınalı kuzuları anaların! Ne kadar da hevesliler askere gitmek için! Askerlik şubeleri de çok görüldü galiba. Tek tek kaldırılacakları yazıldı basında. Askerlik şubesi binası tarihi bina! 1890 ila 1910 arasında yapılmış dört eş/kardeş binadan biri! Diğerleri, Büyükdere’de Topçu Karakolu binası, Sarıyer’de Orduevi ve Yenimahalle/Pazarbaşı’nda Jandarma Karakolu.
Yeniköy’de her biri tarihi eser olan yalılar, köşkler yanında her dine ait ibadethane de var. Rumlara, Ermenilere kilise, Musevilere sinagog ve Müslümanlara ait camiler yan yana değilse de aralıklı olarak var. Hatta öylesine ki hiçbir yerde olmayan bir örnek de mezarlıklar. Yeniköy’ün Müslüman mezarlığında birkaç Hıristiyan (Rum ve Ermeni) mezarlığı var. Nasılda Müslüman bir mevta ile Hıristiyan bir mevta yan yana kucak kucağa. Demek ki yaşarken bulamadıkları birlikteliği, dostluğu mezarlıkta bulmuşlar. Bu birlikteliğe hayret etmemek elde değil.
Yeniköy’de bir de şehitlik var. Yani şehit mezarı bulunuyor. Uzun zamandan beri burada gömü yapılmadığı da söyleniyor. Ben tam yerini de görmüş değilim ama Şehitlik deniyor ve var! Nerede ve ne zaman şehit olmuşlar da Yeniköy Mezarlığına yani şehitlik denilen yere gömülmüşler saptamak mümkün olmadı. Araştırmacılığı çok iyi olan Muhtar Engin Cevahir’in bu konuya bir açıklık getirmesi iyi olacak derim.
Engin Cevahir, Yeniköy muhtarı işte deyip geçmeyelim. Duralım üzerinde biraz. Zira gerçekten akil adamdır. Öncelikle Yeniköylüdür. Her ne kadar her Yeniköylü biraz da İstinyeli ise de iddia ederiz Engin Yeniköylüdür. Çünkü Yeniköy’ü benimsemiş, burada ikamet etmiştir. Çok çalışkan, iş bilir, takipçi ve kurallar dışına çıkmayan Engin aynı zamanda iyiliksever ve yardımlaşmayı onur kabul eden bir alçak gönüllü dost. Bu nedenle dik durmayı biliyor ve başarıyı yakalıyor. Yeniköy ile yaptığı araştırmalarla haklı olarak “Yerel tarihçi” unvanına sahip.
Cevahir ailesi Yeniköy’ün ileri gelen ailelerinden biri! Çok geniş bir aile! Bir kısmı büyük iş alanları ile şöhreti bulmuş, bir kısmı küçük esnaf, değişik orta halli işler ve bürokrat olarak ömür tüketmiş. Maksut Cevahir Kuvayi Milliyeci Mustafa Kaptan’ın (Cevahir) oğlu. Eski bir futbolcu. Futbola devam etmemiş ve okumuş öğretmen olarak eğitim ordusunun neferi olarak hizmet etmiş, emekliliğini takiben de sessiz sedasız gerçek dünyasına yolcu olmuş. Ama geriye Engin Cevahir gibi bir evlat bırakmış. Allah rahmet eylesin deriz.
Gelin muhtarlığı burada bitirmeyelim zira muhtar olarak Yeniköy’de büyük iz bırakan ve unutulmaz isimlerden olan Faris Varmışer var. Kısa boylu, geniş omuzlu, kalın enseli, al yanaklı, kısa saçlı bir insandı Faris Bey. Gençliğinde güreş yapmış hem de hem yağlı güreş hem de serbest güreş! Bugün ancak yaşı 50-60 olanlar belki tanır Faris Varmışer’i rahmeti rahmana karışalı çok oldu. Bir baba, bir babayiğit, bir dost, bir sorun çözen ve bir yardım meleği olarak yıllarca görev üstlendi Faris Bey. Öyle muhtarlığı asla çıkar kapısı yapmadı. Zira kendi işi vardı. Hem de o dönemlerde çok iyi bir işti yaptığı. Yemeni ve yazma imalatı yapıyordu. Hani hanımların başına bağladıkları yemeni, yazma (yaşmak), kenarları oyalı, karışık renk ve değişik motifli! Gayet iyi iş yapıyordu. Bir de ortağı vardı. İsmini hatırlamak istedimse de o kadar eskiye kumanda etmedi belleğimiz! Ama ortağının Rum olduğunu biliyorum! Varis Bey’de karar kıldık. Atölyesinde genç kızlar, kadınlar çalışıyor, sonra da erkekler hazırlananları deniz sahiline getirip denize sokup ve dinlendiriyor, sonra da çıkarıp asarak kurumalarını sağlıyorlardı. Bu işlemden sonra da belki ütü ve ondan sonra da satışa arz ediliyordu. Tanımak, birlikte çay içmek ve dertleşmek şerefine eriştim bu yaman muhtarla!
Yeniköy her ne kadar yeni ise de zaman zaman eskilere gitmeden insan edemiyor. Tabii ki edemez, insanın başı sıkıntıya girdiğinde derdine derman olacakları arar. Derde deva olacaklardan biri de vapur iskelesi girişinde ve sol tarafta meyhane işleten Rauf Efendi idi. Rauf Efendi Sarıyer’den evliydi. O nedenle tarınız kendisini. Ama onu tanıyanlar Sarıyerli hanımından değil yaptığı işten dolayıdır. Rauf Efendi kırık çıkıkçıydı. Yara ve berelere de merhem olan biriydi. O nedenle ayağı dönen, eli kolu kırılan koşardı kendisine, gerekeni yapar gönderirdi evine! Para mı? Yok efendim yok! O zaman her şey para değildi! Biraz tebessüm, bir de “Sağ ol” ya da “Teşekkür ederim” demek kâfi gelirdi.
Türkiye’nin en kalburüstü insanlarının yığın yığın yığıldıkları bir yerdir Yeniköy! Her biri şöhreti yakalamış, ansiklopedilere girmiş, yılın adamı ya da kadını olmuş kişilerdir. Bunları saymaya ve yazmaya kalkışırsak, sayfalar yetmez. Bunu yapmak da bana düşmez! Bana düşmez çünkü benim onlara ulaşmamın imkânı yok! Doğru oturup doğru konuşmalı! Yanlış ve abartılı konuşmamak gerekir. Hani derler ya “Tavuk su içer Allah’a bakar”, bizde öyle deriz ve bildiğimiz yoldan ilerleriz. Şöhretliler taifesini yazanlar yazar, yazmazlarsa, kendi kendilerini kitaplaştırırlar. Cepte para varken, özellikle bu işe bakan tarih yazıcıları, özgeçmiş yazıcıları da var! Biz kendi cephemizden gidelim.
Kabil’ler İstinye’nin geniş ailelerindir ama bir kolları da Yeniköy’dedir. Zaten eski dönemlerde Yeniköy ile İstinye bir anılıyordu. Ayrılışları sonradan oldu. Hem öyle oldu ki Yeniköy bir parmak ileri gitti. Zira İttihat Terakki zamanında Yeniköy Belediye oldu. Pek çok kişi Belediye başkanı olarak görev yaptı. Cumhuriyet döneminde ise Nahiye oldu. Sarıyer’in sayılı nahiyelerinden biri! Nahiyeliğine 15 Ocak 1972 de son verildi. Neyse dağıttık konuyu toparlayalım. Kabil’ler Yeniköy’de de var. Hem de kalabalık bir aile. Benim tanıdığım Cemal Kabil! Pek kızmayan, güler yüzlü, iyilik seven, yorulmak bilmeyen bir cemiyetçi. Uzun yıllar Yeniköy Spor Kulübü’nün başarısı için mücadele veren bir yaman dernekçi deriz ve konuyu değiştiririz.
Dernekçi her yerde var ama her zaman kendisini kabul ettiren dernekçi az bulunur. Bunlardan biri de Yeniköylü olan Gül Hanım’dır (Çağlayan). Sarıyer Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı olarak kendisini kabul ettiren bir yaman Cumhuriyet kadını. ÇYDD yönetimine önce yönetim kurulu üyesi olarak girdi sonra da başkan seçildi. Yıllardan beri özveri ile görevini yapıyor, hemen hemen tüm etkinliklerde kendisini görmek kabil. Atatürkçü ve Cumhuriyet kadını da böyle olmalı.
Küçük notlarla devam edelim bakalım nerelerde dinleniriz: Bir ara Sarıyer Adliyesi Yeniköy’de idi. 1960 da Adliye olan bine 1972 de yangın geçirdikten sonra onarım gördü ve birkaç yıl sonra Büyükdere’ye geldi. Şimdiler de ise Sarıyer Adliyesi alınan bir kararla Çağlayan’a taşındı. Bu gid işle Sarıyer’i de götürecekler!
Yeniköy’ün önemli tarihi eserlerinden biri Kalender Köşküdür. Sultan Ahmet Camii Bina Emini Kalender Çavuş tarafından yaptırılmıştır. Birkaç kez yanmış yıkılmış ama sonunda eski hüviyetine kavuşturulmuştur. Tarihi bina aynen korunmuş ama yeni bina ilaveleri ile kampus devasa bir hal almıştır. Tepe de ise Boğaztepe tesisleri muhteşem manzara arz etmektedir.
Boğaziçi’nde özelliğini kaybetmeyen vapur iskelelerinden biri hatta birincisi Yeniköy’dür. Yeniköy vapur iskelesinden hem Şehir Hatları/İDO gemileri yararlanmakta ve hem de özel yolcu tekneleri yararlanmaktadır (Şimdi Beykoz’a yolcu taşıma işi özele bırakıldı gibi).
Yeniköy’de ilk otel 1913 de açıldı. Bilahare birkaç otel daha açılarak semte hareketlilik getirildi. Sonraları Beyaz Yalı Oteli ve Boğaziçi Otelleri, 1960 larda ise Carlton Otelleri açıldı.
Yeniköy, Boğaziçi semtleri içinde en çok yağmaya maruz kalan bir yerleşim bölgesidir. Rus Kazaklarının saldırısına maruz kaldı (1624). 300 şayka (Küçük süratli tekne) ile Kazaklar baskın verdiler ve köye yardım gelene kadar köyü soyup soğana çevirdiler.
Yeniköy’de bir de hamam vardı. Hamamı yaptıran İskender Paşa’nın adı ile anılmasına rağmen, Yeniköy’ün balıkçı reislerinin çok ünlü olması ve bu hamamı tercih etmeleri nedeniyle ile hamama “Reisler Hamamı” ismi layık görülüyordu. Benim tespitim değil. Evliya Çelebi gelip görmüş ve yazmış, günahı varsa onun başına! Elbette ki bahsedilen hamam yıkılıp tarihe karıştı, yerinde yeller esiyor! Unutmayalım, her ne kadar yazdıksa da: Yeniköy’de beş kilise, bir sinagog ve dört cami var olduğunu kayda geçelim!
Hatırlamışken belirtmek isterim bugüne kadar sekiz muhtarın görev yaptığını saptayabildim Yeniköy’de. Bunlar; Nikolaos Palasiadis, Dimitri, Mihal Vlahodimitri, Vahan Bey, İmam Hulusi Efendi (Kurtoğlu), Faris Varmışer, Sabahattin Çapoğlu ve Engin Cevahir.
Bu isimlerin arasına sıkışacak muhtar varsa isimleri unutulmuş, hatırlatılırsa düzeltmek görevimiz. O nedenle her türlü yanlışlığı düzeltmek de en önemli görevlerimizden biridir ikazını yapar ve tekrar yola çıkar, yürümeye devam ederiz Tarabya’ya doğru.
25.06.2012
Yazan İbrahim BALCI
Yeniköy denilince yalı ve sahilhanelerden bahsetmemek abes olur. Hatta suç olur! O nedenle bazılarına kayıt düşmemiz gerekir. Bu anlayışla devam ediyoruz. Levazım Reisi Birinci Ferik Ahmet Afif Paşa’nın yalısı 1910 yapılmıştır. Yalı birkaç kez el değiştirdi. Boğaziçi’nin en mükemmel yalılarından biridir ve örnek gösterilir. Bu tarihi Eser’e Uzan ailesi sahip olduktan sonra işleri ters gitti ve tepetaklak oldular. Bin bir türlü olay geldi başlarına! Sonunda bir kısmı tutuklandı, bir kısmı ülke dışına kaçarak canlarını kurtardılar ama Yalıyı kurtaramadılar. Yalı TMSF ye kaldı. Satışı yapıldı ve Sabancı ailesi tarafından satın alındı. Ala, yakışır!
Yeniköy’ün en görkemli ve muhteşem yalılarından biri Sait Halim Paşa Yalısıdır. 18775-1900 yılları arasında yapıldı. Bahçesinde aslan heykeli olması nedeniyle “Aslanlı Yalı” olarak da anılır, Yalının özelliği; Sahibinin, Sait Halim Paşa’nın Yeniköy Belediye başkanı olmasından gayri, İttihat Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden biri ve ayrıca Osmanlı Devletinin Sadrazamı olmasıdır. Sadrazamlığı döneminde bu yalıda Türk-Alman antlaşması imzalandı ve I. Dünya Savışına girildi. Sonu malum! Belki bu savaşa girilmeseydi, Ulusal kurtuluş savaşı da verilmeyecek ve Mustafa Kemal zuhur etmeyecek ve belki de Cumhuriyet ilan edilmeyecekti! Yalı önemli ama sahibi de önemliydi. I. Dünya Savaşına girildi, masa başında savaş kaybedildi, İstanbul ve ülke işgal edilince İttihatçılar yurt dışına kaçtı. Hepsi de teker teker Ermeni komitacılar tarafından öldürüldü. Sait halim Paşa’da 1921 de Paris’te bir Ermeni Komitacı tarafından ortadan kaldırıldı.
Yeriköy deyip bir çırpıda geçemeyiz. Türkiye’nin en kalburüstü insanları, en zenginleri ve dahi en şöhretlileri buradadır. O nedenle her birinin önemli tarihi eser binaları vardır. Bazılarını tadat etmeliyiz. Tahsin Bey Yalısı denize nazır önemli yalılardandır. Tahsin Bey’in iflasından sonra Yalı Ilıcak ailesine geçti. Aman Yarabbi ne uğursuz yalı; bu kez de Ilıcaklar iflas etti ve yalıyı ENKA şirketi ortaklarından Sadi Gülçelik aldı! Haydaaa! Sadi Gülçelik’de uçak kazasından hayatına kaybetti! Hay böyle yalının içine derken, yalı tekrar Ilıcak’lara geçti. Ama fazla kalmadı bu kez Ilıcak’lardan Erol Aksoy’a geçti yalı. Bu kişiye de yar olmadı, tekrar elden çıktı. Erol Aksoy’da iflastan beter oldu malına mülküne el konuldu. Nihayet Yalı’ya Sabancı ailesi sahip oldu, hala onlarda, hayrını görsünler. Bu yalının halk arasındaki ismini yazmadan edemeyeceğim “Lanetli Yalı”, nasıl iyi mi?
Sıra gelir sahilhanelerin hasına. Yalı Şehzade Burhanettin yalısı olarak isim almıştır. 1880 yapılmış. Yaptıran Varki Vartaks Efendi’dir. Yalının 3 bin metre kapalı olanı, 64 odası vardır. Rıhtımın uzunluğu 60 metredir. Varki Vartaks Efendi ölünce yalıyı Ahmet Münir Paşa satın aldı. Bir süre sonra da II. Abdülhamit oğlu Şehzade Burhanettin Efendi’ye bu yalıyı satın alıp verdi. Osmanlılar ülke dışına atılırken yalıyı elden çıkardılar sahibi Ahmet İhsan Efendi oldu. Ama bu kişide de kalmadı. 1984 de yalıyı Müfit Erbilgin satın aldı. O tarihten beri “Erbilgin Yalısı” olarak bilinir. Çok büyük onarım gördü. Basından takip ettiğimize göre dünyanın en pahalı sahilhanelerinden biridir. Yine basından izlendiğinde görülecektir ki; sahibi Müfit Erbilgin “Ben bugünlere hamallık yaparak geldim” demektedir. Ankaralıdır, inanılır der geçeriz.
Yalıları saymakla bitmez! Hepsini kayda geçip, yazmak kolay değil. Ama biri var ki yazmadan edemeyiz. Bu yalının adı Dadyan Yalı’sıdır. Binayı II. Abdülhamit’in vezirlerinden Ermeni Düzoğlu yaptırdı. Büyük harcamalarla yapılan bu yalı nedeniyle Düzoğlu yolsuzlukla suçlandı ve yalının balkonunda asılarak idam edildi. Yalı boş kalacak değil ya! Nikola Aristarhi tarafından satın alınan yalıya bilahare Dadyan ailesi sahip olunca, yalı bu isimle anılır oldu. Binanın son sahipleri Adil Sezer ailesidir.
Yalıları böylece noktalayalım, hepsini yazmaya kalksak sayfalar yetmez, üstelik iç kısımlara, yamaçlara çıkıldığında köşkler ve konaklar da sır aya girer, “bizi de yazın” diye feryat edebilirler!
Yeniköy gerçekten yeni bir bölge! Padişah Kanuni Sultan Süleyman döneminde kurulmuş. Trabzon’dan Rum aileler, Rize’den Müslüman aileler göç ettirilerek burada iskân edildiler. Yani yarısı Türk, yarısı Rum! Zamanla Ermeni ve Musevilerin de gelmeleri ile azınlıklar çoğunluğu ele geçirdiler. Türkler bağ, bahçe ve balıkçılık işleri ile uğraşırken azınlıklar hem bu işleri yaptılar hem de ticarete atıldılar, para kazandılar. Para parayı çekti ve hem zenginlik ve hem de çoğunluk azınlıklara geçti. Azınlıkları bu konumlarını 1960’lı yıllara kadar devam ettirdiler.
Yeniköy ismi bu bölgeye tam uygun düşmüş. Orhan Türker’in yazdıklarından anlıyoruz ki bölgenin ismi olan “Neohorion” biraz kısaltılarak “Nihori” dönüştürülmüş ve öyle söylene gelmiş. Bu sözcüğün anlamı da “Yeniköy” ve öyle kalmış. Aslında, yerleşim bölgesine Türkler zaten Yeniköy diyorlarmış! Her neyse ikisi de aynı kapıya çıktığına göre biz işimize bakalım!
Yeniköy; bahçecilik, bağcılık, balıkçı, börekçilikle ve meyhanecilikle tanınır. Yapılaşma nedeni ile bahçecilik, bağcılık tarihe karıştı. Hele Osmanlı Çileği arada bulasın! Sadece ismi var. Börekçi olarak hala şöhreti varsa da eskisi gibi değil. Yine de böreğinden tadan memnun kalır. Galetasının üzerine ise yoktur! Balıkçılık mesleği hala devam ettiriliyor. Eskiden dalyancılık ve dalyan reisleri meşhurken, şimdi küçük olta ve ağ balıkçıları ve bilhassa oltacıları hayli meşhur! Kör Faruk, Aso Hasan, Tek Muharrem, Erduş ve Lâz Recep Yeniköy’ün nam yapmış oltacılarından bir kaçı! Yeniköylü balıkçıların küçük limanları var. Yirmi-otuz balıkçı kayığının hemen hepsi de oltacı. Yabancı bir kayığın limana girmesi izne bağlı o da veren olursa. Yoksa havasını alır! Yeniköy’le oltacıların avlandıkları yer çakarla Tarabya arası! Bu alana yabancı balıkçı kayıklarını da sokmazlar! Hatta biraz da paylaşımı sevmezler gibi! Balıkçıların tamamı Karadenizli, daha doğrusu hemen tamamı Rizeli! Demek ki Karadenizliler bahçe ve denizle uğraşırken Rumlar ticaret yaparak köşe döndüler. Beş parmağın beşi bir değil! Elbette ki Rum ve Ermeni balıkçılarda vardı, hatta çok şöhretli balıkçı reisleri vardı Sokrati ve Barba Yorgo gibi, şimdilerde arama bir numunelik bile yok!
Yeniköy’de iki önemli park var. Biri Tarabya’dan girişte Liman’ın karşısındaki eski park, diğeri muhtarlığın yanındaki büyük park. Parklar bakımlı ve çok güzel. Çiçekleri, ağaçlarıyla örnek park! Ana cadde boydan boya işyeri. Genellikle gençlere ve gecelere hitap ediyor. Orta hallilerden takılan yandı, çünkü her şey ateş pahası… Yine de ehven-i şer parkın deniz tarafındaki Yeniköy Spor Kulübü kafeteryası. İçki hariç ne ararsan var. Balık tercih edilir. Her şeyi muntazam, iyi tezgâh tutturmuşlar. Burada kaçak olmaz! Ne de olsa yöneticilerin tamamı işadamı! Hem işi ve hem de çalıştırdıklarını idare etmesini biliyorlar!
Yeniköy S. K. bu yörenin en etkin derneği. Başkan ve yönetici olarak çok kişi görev yaptı. Başkanlık yapanlardan Haluk Ulusoy, TFF Başkanlığına kadar yükseldi ve bu görevinde büyük başarılar elde etti. Ali Düşmez eski bir profesyonel futbolcu. Beykoz’da oynadı. Yeniköy’e Başkan olunca yerine adeta zamkla yapıştı ve nerede ise yaşı kadar başkanlık yaptı. Başkanlığı devam ederken İstanbul Amatör Spor kulüpleri Federasyonu Başkanlığına seçildi, ayrıca TFF yönetimine yedek üye olarak girdi. Siyasi yönden de hayli iyi. Devamlı ileri gitti ve AKP kurulunca CHP oluşunu inkâr etmeden bu parti saflarında politika yaptı. Önce Beyoğlu Belediye Meclisi, sonra Sarıyer’den İl Genel Meclisine seçildi. Sadece sporcu ve siyasetçi değil çok başarılı bir iş adamı. Yıllardır Mithat Giyim’in Genel Müdürü.
Yeniköy, Köy başından limana kadar cadde boydan boya ağaçlarla kaplı. Yollar sokaklar tertemiz. Belki de insanlarının zenginliği yerlere yansımış. Gördüğüm kadarı ile orta hallisi ve fakiri de uymuş düzene…
Yeniköy’in hareketlilik merkezi askerlik şubesidir. Her an önü cıvıl cıvıl! Yaşı askerlik çağına gelmiş olanlarla, tecili gerekli olan öğrenciler dizi dizi. Kınalı kuzuları anaların! Ne kadar da hevesliler askere gitmek için! Askerlik şubeleri de çok görüldü galiba. Tek tek kaldırılacakları yazıldı basında. Askerlik şubesi binası tarihi bina! 1890 ila 1910 arasında yapılmış dört eş/kardeş binadan biri! Diğerleri, Büyükdere’de Topçu Karakolu binası, Sarıyer’de Orduevi ve Yenimahalle/Pazarbaşı’nda Jandarma Karakolu.
Yeniköy’de her biri tarihi eser olan yalılar, köşkler yanında her dine ait ibadethane de var. Rumlara, Ermenilere kilise, Musevilere sinagog ve Müslümanlara ait camiler yan yana değilse de aralıklı olarak var. Hatta öylesine ki hiçbir yerde olmayan bir örnek de mezarlıklar. Yeniköy’ün Müslüman mezarlığında birkaç Hıristiyan (Rum ve Ermeni) mezarlığı var. Nasılda Müslüman bir mevta ile Hıristiyan bir mevta yan yana kucak kucağa. Demek ki yaşarken bulamadıkları birlikteliği, dostluğu mezarlıkta bulmuşlar. Bu birlikteliğe hayret etmemek elde değil.
Yeniköy’de bir de şehitlik var. Yani şehit mezarı bulunuyor. Uzun zamandan beri burada gömü yapılmadığı da söyleniyor. Ben tam yerini de görmüş değilim ama Şehitlik deniyor ve var! Nerede ve ne zaman şehit olmuşlar da Yeniköy Mezarlığına yani şehitlik denilen yere gömülmüşler saptamak mümkün olmadı. Araştırmacılığı çok iyi olan Muhtar Engin Cevahir’in bu konuya bir açıklık getirmesi iyi olacak derim.
Engin Cevahir, Yeniköy muhtarı işte deyip geçmeyelim. Duralım üzerinde biraz. Zira gerçekten akil adamdır. Öncelikle Yeniköylüdür. Her ne kadar her Yeniköylü biraz da İstinyeli ise de iddia ederiz Engin Yeniköylüdür. Çünkü Yeniköy’ü benimsemiş, burada ikamet etmiştir. Çok çalışkan, iş bilir, takipçi ve kurallar dışına çıkmayan Engin aynı zamanda iyiliksever ve yardımlaşmayı onur kabul eden bir alçak gönüllü dost. Bu nedenle dik durmayı biliyor ve başarıyı yakalıyor. Yeniköy ile yaptığı araştırmalarla haklı olarak “Yerel tarihçi” unvanına sahip.
Cevahir ailesi Yeniköy’ün ileri gelen ailelerinden biri! Çok geniş bir aile! Bir kısmı büyük iş alanları ile şöhreti bulmuş, bir kısmı küçük esnaf, değişik orta halli işler ve bürokrat olarak ömür tüketmiş. Maksut Cevahir Kuvayi Milliyeci Mustafa Kaptan’ın (Cevahir) oğlu. Eski bir futbolcu. Futbola devam etmemiş ve okumuş öğretmen olarak eğitim ordusunun neferi olarak hizmet etmiş, emekliliğini takiben de sessiz sedasız gerçek dünyasına yolcu olmuş. Ama geriye Engin Cevahir gibi bir evlat bırakmış. Allah rahmet eylesin deriz.
Gelin muhtarlığı burada bitirmeyelim zira muhtar olarak Yeniköy’de büyük iz bırakan ve unutulmaz isimlerden olan Faris Varmışer var. Kısa boylu, geniş omuzlu, kalın enseli, al yanaklı, kısa saçlı bir insandı Faris Bey. Gençliğinde güreş yapmış hem de hem yağlı güreş hem de serbest güreş! Bugün ancak yaşı 50-60 olanlar belki tanır Faris Varmışer’i rahmeti rahmana karışalı çok oldu. Bir baba, bir babayiğit, bir dost, bir sorun çözen ve bir yardım meleği olarak yıllarca görev üstlendi Faris Bey. Öyle muhtarlığı asla çıkar kapısı yapmadı. Zira kendi işi vardı. Hem de o dönemlerde çok iyi bir işti yaptığı. Yemeni ve yazma imalatı yapıyordu. Hani hanımların başına bağladıkları yemeni, yazma (yaşmak), kenarları oyalı, karışık renk ve değişik motifli! Gayet iyi iş yapıyordu. Bir de ortağı vardı. İsmini hatırlamak istedimse de o kadar eskiye kumanda etmedi belleğimiz! Ama ortağının Rum olduğunu biliyorum! Varis Bey’de karar kıldık. Atölyesinde genç kızlar, kadınlar çalışıyor, sonra da erkekler hazırlananları deniz sahiline getirip denize sokup ve dinlendiriyor, sonra da çıkarıp asarak kurumalarını sağlıyorlardı. Bu işlemden sonra da belki ütü ve ondan sonra da satışa arz ediliyordu. Tanımak, birlikte çay içmek ve dertleşmek şerefine eriştim bu yaman muhtarla!
Yeniköy her ne kadar yeni ise de zaman zaman eskilere gitmeden insan edemiyor. Tabii ki edemez, insanın başı sıkıntıya girdiğinde derdine derman olacakları arar. Derde deva olacaklardan biri de vapur iskelesi girişinde ve sol tarafta meyhane işleten Rauf Efendi idi. Rauf Efendi Sarıyer’den evliydi. O nedenle tarınız kendisini. Ama onu tanıyanlar Sarıyerli hanımından değil yaptığı işten dolayıdır. Rauf Efendi kırık çıkıkçıydı. Yara ve berelere de merhem olan biriydi. O nedenle ayağı dönen, eli kolu kırılan koşardı kendisine, gerekeni yapar gönderirdi evine! Para mı? Yok efendim yok! O zaman her şey para değildi! Biraz tebessüm, bir de “Sağ ol” ya da “Teşekkür ederim” demek kâfi gelirdi.
Türkiye’nin en kalburüstü insanlarının yığın yığın yığıldıkları bir yerdir Yeniköy! Her biri şöhreti yakalamış, ansiklopedilere girmiş, yılın adamı ya da kadını olmuş kişilerdir. Bunları saymaya ve yazmaya kalkışırsak, sayfalar yetmez. Bunu yapmak da bana düşmez! Bana düşmez çünkü benim onlara ulaşmamın imkânı yok! Doğru oturup doğru konuşmalı! Yanlış ve abartılı konuşmamak gerekir. Hani derler ya “Tavuk su içer Allah’a bakar”, bizde öyle deriz ve bildiğimiz yoldan ilerleriz. Şöhretliler taifesini yazanlar yazar, yazmazlarsa, kendi kendilerini kitaplaştırırlar. Cepte para varken, özellikle bu işe bakan tarih yazıcıları, özgeçmiş yazıcıları da var! Biz kendi cephemizden gidelim.
Kabil’ler İstinye’nin geniş ailelerindir ama bir kolları da Yeniköy’dedir. Zaten eski dönemlerde Yeniköy ile İstinye bir anılıyordu. Ayrılışları sonradan oldu. Hem öyle oldu ki Yeniköy bir parmak ileri gitti. Zira İttihat Terakki zamanında Yeniköy Belediye oldu. Pek çok kişi Belediye başkanı olarak görev yaptı. Cumhuriyet döneminde ise Nahiye oldu. Sarıyer’in sayılı nahiyelerinden biri! Nahiyeliğine 15 Ocak 1972 de son verildi. Neyse dağıttık konuyu toparlayalım. Kabil’ler Yeniköy’de de var. Hem de kalabalık bir aile. Benim tanıdığım Cemal Kabil! Pek kızmayan, güler yüzlü, iyilik seven, yorulmak bilmeyen bir cemiyetçi. Uzun yıllar Yeniköy Spor Kulübü’nün başarısı için mücadele veren bir yaman dernekçi deriz ve konuyu değiştiririz.
Dernekçi her yerde var ama her zaman kendisini kabul ettiren dernekçi az bulunur. Bunlardan biri de Yeniköylü olan Gül Hanım’dır (Çağlayan). Sarıyer Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı olarak kendisini kabul ettiren bir yaman Cumhuriyet kadını. ÇYDD yönetimine önce yönetim kurulu üyesi olarak girdi sonra da başkan seçildi. Yıllardan beri özveri ile görevini yapıyor, hemen hemen tüm etkinliklerde kendisini görmek kabil. Atatürkçü ve Cumhuriyet kadını da böyle olmalı.
Küçük notlarla devam edelim bakalım nerelerde dinleniriz: Bir ara Sarıyer Adliyesi Yeniköy’de idi. 1960 da Adliye olan bine 1972 de yangın geçirdikten sonra onarım gördü ve birkaç yıl sonra Büyükdere’ye geldi. Şimdiler de ise Sarıyer Adliyesi alınan bir kararla Çağlayan’a taşındı. Bu gid işle Sarıyer’i de götürecekler!
Yeniköy’ün önemli tarihi eserlerinden biri Kalender Köşküdür. Sultan Ahmet Camii Bina Emini Kalender Çavuş tarafından yaptırılmıştır. Birkaç kez yanmış yıkılmış ama sonunda eski hüviyetine kavuşturulmuştur. Tarihi bina aynen korunmuş ama yeni bina ilaveleri ile kampus devasa bir hal almıştır. Tepe de ise Boğaztepe tesisleri muhteşem manzara arz etmektedir.
Boğaziçi’nde özelliğini kaybetmeyen vapur iskelelerinden biri hatta birincisi Yeniköy’dür. Yeniköy vapur iskelesinden hem Şehir Hatları/İDO gemileri yararlanmakta ve hem de özel yolcu tekneleri yararlanmaktadır (Şimdi Beykoz’a yolcu taşıma işi özele bırakıldı gibi).
Yeniköy’de ilk otel 1913 de açıldı. Bilahare birkaç otel daha açılarak semte hareketlilik getirildi. Sonraları Beyaz Yalı Oteli ve Boğaziçi Otelleri, 1960 larda ise Carlton Otelleri açıldı.
Yeniköy, Boğaziçi semtleri içinde en çok yağmaya maruz kalan bir yerleşim bölgesidir. Rus Kazaklarının saldırısına maruz kaldı (1624). 300 şayka (Küçük süratli tekne) ile Kazaklar baskın verdiler ve köye yardım gelene kadar köyü soyup soğana çevirdiler.
Yeniköy’de bir de hamam vardı. Hamamı yaptıran İskender Paşa’nın adı ile anılmasına rağmen, Yeniköy’ün balıkçı reislerinin çok ünlü olması ve bu hamamı tercih etmeleri nedeniyle ile hamama “Reisler Hamamı” ismi layık görülüyordu. Benim tespitim değil. Evliya Çelebi gelip görmüş ve yazmış, günahı varsa onun başına! Elbette ki bahsedilen hamam yıkılıp tarihe karıştı, yerinde yeller esiyor! Unutmayalım, her ne kadar yazdıksa da: Yeniköy’de beş kilise, bir sinagog ve dört cami var olduğunu kayda geçelim!
Hatırlamışken belirtmek isterim bugüne kadar sekiz muhtarın görev yaptığını saptayabildim Yeniköy’de. Bunlar; Nikolaos Palasiadis, Dimitri, Mihal Vlahodimitri, Vahan Bey, İmam Hulusi Efendi (Kurtoğlu), Faris Varmışer, Sabahattin Çapoğlu ve Engin Cevahir.
Bu isimlerin arasına sıkışacak muhtar varsa isimleri unutulmuş, hatırlatılırsa düzeltmek görevimiz. O nedenle her türlü yanlışlığı düzeltmek de en önemli görevlerimizden biridir ikazını yapar ve tekrar yola çıkar, yürümeye devam ederiz Tarabya’ya doğru.
25.06.2012
Yazan İbrahim BALCI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)