3 Aralık 2011 Cumartesi
KİMİ BOĞDURULDU, KİMİ İDAM EDİLDİ.KİMİ DE...
Her şey Osmanlı İmparatorluğunun devamı için yapıldı. Tahttan indirilenler, boğdurulanlar, idam edilenler, parçalanarak öldürülenler…
Osmanlı İmparatorluğunun devamı böyle sağlandı. Tek çıkar yol kabul edildi boğdurmalar, öldürmeler, idamlar, katledilmeler…
Devletin bekası duygu ve acıma hislerinin terki ile sağlanır düşüncesinden yola çıkanlar, kendilerince belki de doğru yaptılar. Acıma duygularını terk ettiler ve gözyaşlarını içlerine akıtsa bile gözlerini kırpmadan, sonradan pişmanlık duysalar da rakip gördüklerini boğdurttular, öldürttüler; boğdurtmaya, öldürtmeye devam ettiler. Böyle olmasaydı kardeş kavgası, aşiretler, boylar ve beylikler arasındaki vuruşmalar devletin erken çökmesine, hatta bölünmesine neden olabilirdi tercihini yapmışlardır.
İmparatorluğun devamı için yasaların uygulanması, kurallara uyulması, görenek ve geleneklerin terk edilmemesi gerekiyordu. Osmanlılar, Selçuklu devleti içinde bir aşiretti. 400 çadır ve 3 bin nüfuslu bir aşiret. Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundandı. Selçuklu Devletinin sonu gelmiş, aşiretler beylikler halinde yeni bölgesel devletler kurma çabası içine girmişlerdi. Devlet için uğraşanlardan biri de aşiretinin başında bulunan Ertuğrul Bey’di. Ertuğrul Bey’in 93 yaşında ölmesi (1298) ile aşirette iktidar mücadelesi başladı ve aşiret beyliği için iki aday ortaya çıktı. Dündar Bey ve Ertuğrul Bey’in oğlu Osman (Kara Osman)… Aşiretin en yaşlı erkek üyesi olması nedeni ile Dündar Bey aşirete Bey seçilmek istiyordu. Fakat aşiret içinde bir grupta Ertuğrul Bey’in oğlu Osman’ı Bey olarak görmek istiyordu. İki önemli isim arasında ittifak sağlanamadı ama Dündar Bey, Bey olmak için ısrarcı olmadı ve Osman’ın aşiret Bey’i olmasını kabul etti. Ama bu kabulde kaldı. Başa geçen Osman Bey bir fırsatını bulup amcası Dündar Bey’i öldürttü (1298). İşte Osmanlılarda öldürmeler böyle başladı, devam etti.
Oysa aşiret için o yıllara kadar yöneten ve yönetecek olanların öldürülmesi diye bir kural ve yasa yoktu. Eski dönemlerde Moğol İmparatorluğunda Cengiz Han Yasasında, Han’ın isteklerine karşı gelen, devlet aleyhine iş yapanların öldürülmesi emrini vermek vardı. Suçu işleyen ya da ihaneti yapan Hanedandan biriyse, ya da üst düzeyde bir Han görevlisi ise kanından yere bir damla kan damlamayacak şekilde öldürülmesi yazılıydı.
Türkleşmiş olan Moğollarda bu uygulama devletin devamı için çok gerekli görülüyordu. Üstelik Han “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” kabul ediliyordu. Yani çok mukaddes bir varlıktı! O halde kanları da kutsaldı! Kutsal kanın yerlere akıtılması utanç verici, ayıp ve küçük düşürücü, hatta hakaret içeren bir şeydi!
Moğol Türklerinde Cengiz Han döneminde başlayan bu uygulama uzun yıllar devam etti ve nihayet Osmanlılarda da görüldü ve uygulandı. Türk boylarından biri olan Kayı boyunun bir kolu olan Osmanlı aşireti elbette ki Türklerin yasa, kural ve adetlerini biliyorlardı. İşte bu nedenle olacak ki gerekli görüldüğünde aynı yola başvuruldu. Aşiret Bey’lik ve sonra devlet olunca iktidar kavgaları başladı; boğdurmalar, öldürmeler, idamlar yasalaştırıldı.
Beylikte, Beylik için rekabetin ortadan kaldırılması isteği ilk öldürülme olayını getirdi. Sonrada boğmalar, idamlar devam edip durdu.
Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda aşiret lideri olan Ertuğrul Gazi ayrı tutulursa, Beylik ve imparatorluk olarak iki dönem yaşanacak, Osman Bey ile kuruluşu başlayan İmparatorluk Orhan ve Murat Beylerle devam etti. Murat Bey’den sonra devamlı büyüyen Beylik yerine İmparatorluk oturdu.
Osmanlılarda 3 Bey ile 33 Sultan/Padişah görev üstlendiler. Tamamı 36 kişi hepsine birden Sultan/Padişah demek daha yerinde olur. Ne yazık ki öldürmeler, boğmalar Beylik döneminde başladı. Şöyle tarihe bir bakacak olursak, hayli ilginç sonuçlarla karşılaşabiliriz. Örneğin; amcasını ilk öldüren Osman Bey’dir (İmparatorluğun kurucusu); ilk kardeşini boğduran I. Murat, ilk evladını öldüren de yine I. Murat’tır. Öldürülme ya da boğulmayı ilk yasalaştıran da Fatih Kanunnamesi ile Fatih Sultan Mehmet’tir. Savaşta yenildiği için tahttan indirilen ve zehirletilerek öldürülen (iddia edilen) ilk Padişah Yıldırım Beyazıt’tır. Sadrazam öldüren ilk Padişah Fatih Sultan Mehmet, kardeş katli yasasını kaldıran ve kafes sistemini (Odada hapis) getiren I. Ahmet, ilk şeyhülislam öldüren IV. Murat’tır.
Bu ve bunlar gibi pek çok ilk ve ilkler vardır, elbette ki olmalıdır, olacaktır. Zira 1299 da kurulan bir imparatorluk 622 yıl devam etmiş, bu süre içinde çok büyük ve önemli olaylar meydana gelmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunda haneden mensuplarının öldürülmeleri boğdurulmak suretiyle olmuş ve öldürülenden kan akıtılmaması esas alınmıştır. Boğdurulmalar da, cellâtların yağlı ilmiği tercih edilmiştir. Ama her zaman bu olmamış, zaman zaman ok kirişi, yatak çarşafı, bel kuşağı, urganla da boğulma işlemi yapılmıştır. Boğdurma olayı, bazı zamanlar idam şekliyle de olurdu. Kurulan darağacında veya her hangi yüksek bir yere asılmak suretiyle idam gerçekleştirilir, kan akıtılmamasına dikkat edilirdi.
Biat alarak tahta çıkanın ilk işi kardeşlerini, amcaoğullarını öldürmek oluyordu. Hem de bebekten yaşlı şehzadelere kadar uzanıyordu, boğdurmalar, idamlar.
Fatih Sultan Mehmet çıkardığı kanunname ile kardeşlerin katlini yasalaştırdı. Kanunname de şöyle yazıyordu: “Ve her kimesneye (kimseye) evladımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizam-ı alem (devlet düzeni) için katletmek (öldürmek) münasiptir (uygundur). Ekser (genel) ulema (din bilgini) dahi terviz (kabul) etmiştir. Anında amil olalar (hemen yerine getirilsin/uygulansın)”.
Fatih Sultan Mehmet bu kanunname ile tahta çıkan Padişaha devletin geleceği için kardeşlerini öldürme hakkı veriyordu. Kanunnamenin uygulanmasının gerektiğini de şu şekilde ifade ediyordu: “Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi benim kanunumdur. Evlâd-ı kiramın (benden sonra geleceklerin) neslen bate neslen bununla amil olalar (bu uygulamayı yapmalıdır).
Nitekim Fatih Sultan Mehmet kendi hazırladığı kanunlarını harfiyen yerine getirirken kendinden sonra gelen Sultan/Padişahlara da yol açtı. Onlar da hiç acıma hissi duymadan boğdurmalara, idamlara, baş koparmalara doludizgin gittiler. Aynı şeyleri sıradan insanlar yapsa hepsi katil, cani olur ama Sultanlar/Padişahlar yaparsa makbul olur, haklı olur.
Fatih Kanunnamesinden sonradır İmparatorluğun kan denizi içine girmesi! Önce amca, sonra kardeş, oğul ve yeğenlerin hatta annelerin öldürülmeleri…
Osmanlı İmparatorluğunda 36 padişah (3 beyle birlikte) tahta oturdu. Genç ölen Padişahlar; II. Osman (19), I. Ahmet (27) ve IV. Murat (28) yaşlarında idi. En yaşlı ölen Padişahlar ise; Orhan Bey (81), II. Abdülhamit (76) ve Mehmet Reşat’tı (74). Ne yazık ki Osmanlı Padişahlarının ömürleri uzun olmadı. Çoğu genç yaşta dünyadan göçtüler.
Osmanlı İmparatorluğunda 622 yılda 218 sadrazam sadaret koltuğuna oturdu (Sadrazamların bir kısmı üç-beş hatta aralıklarla daha fazla göreve geldiler). 218 sadrazamdan 117 si devşirme, örneğin: Arnavut, Boşnak, Sırp, Abaza, Çerkez, Rum, Arap, Ermeni, Hırvat, İtalyan, Slav, Rus ve Bulgar gibi… 101 tanesi ise Türk’tü.
Devşirme sistemini Çelebi Mehmet (I. Mehmet) başlattı ve çok benimsendi devam edip durdu. Devşirmeler, İmparatorluğun feth ettiği yerlerden devşirilirdi (alınırdı). Alınan devşirmenin sağlıklı, boylu poslu, yakışıklı olmasına bakılırdı. Devşirilenler Osmanlı ve İslâmi terbiye ile yetiştirilir, İslâmiyet’i kabul ederler sonra da saray, yeniçeri ve bostancı ocağında göreve başlarlardı. Devşirmelerin bir kısmı yeniçeri ocağında kalır, bir kısmı sarayda görev yapar, göze batanlar kısa sürede yükselerek devletin üst kademelerinde paşa, vezir ve sadrazam olarak görev alırlardı. Devşirmelerin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çok büyük etkileri oldu. Devşirmelerin tercihi ile Türk paşaların, vezir ve vezir-i azam ve sadrazamların etki alanları en alt düzeye indi. O kadar ki devşirmeler imparatorluğun asli sahibi gibi oldular ama onlarda idamdan, boğdurulmaktan, öldürülmekten yakalarını kurtaramadılar.
622 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğundaki saltanat kavgasında onlarca kişi boğularak, idam edilerek telef edildi. Boğmalardan, idam edilmelerden amaç saltanatın korunması ve devletin bekasının devamı iddiasıdır. Bu iddialardır ki kanı, korkuyu dehşeti, vahşeti beraberinde getirdi.
400 çadır ve üç bin kişiden oluşan aşiret Ertuğrul Gazi’nin Beyliğinde gelişti. Ertuğrul Gazi ölür ölmez iktidar kavgası başladı ve Osman Bey (Kara Osman) Beylik iddiasında olan amcası Dündar Bey’i öldürterek Beyliği aldı. Kara Osman (Saltanatı: 1299-1326) olarak da bilinen Osman Bey eceli ile vefat ettiğinde yerine Orhan Gazi (Orhan Bey) (Saltanatı: 1326-1359) geçti ve eline kan bulaşmayan Orhan Gazi 1362 de eceli ile öldü.
Orhan Gazi’den sonra sahneye çıkan I. Murat diğer adıyla Hüdavendigâr Murat (Gazi Hünkâr) (Saltanatı: 1362-1389) padişah olarak biat alınca ilk işi iki kardeşi İbrahim ile Halil’i boğdurtmak oldu. Bilahare Bizanslılarla birlik olarak kendisine karşı gelen oğlu Savcı Bey’in üzerine gitti ve yaptıklarını affetmeyerek gözlerine mil çektirip kör ettirdikten sonra öldürterek ortadan kaldırttı. I. Murat savaş meydanında şehit olur olmaz, hemen orada yani savaş alanında oğlu Yıldırım Beyazıt’a biat edilerek Padişahlığı ilân edildi.
Yıldırım Beyazıt (1389-1403) Padişah olmasının heyecanını üzerinden atmadan, yani biat töreni biter bitmez düşmanla savaşmakta olan kardeşi Yakup Çelebi’yi yanına çağırtarak çadırında boğdurttu. Sonra da kendisine karşı gelen Karamanoğlu Alâaddin Bey’i katlettirdi. Yıldırım Beyazıt Ankara Savaşında Timurlenk’e yenildi (1402). Bu yenilgi sonu oldu. Savaşta yenilerek tahttan indirilen ilk Osmanlı Padişahı oldu. Yıldırım Beyazıt eceli ile öldü (Aşık Paşa Zade Tarihinde, Timur’un Yıldırım Beyazıt’ı Semerkant’a götürme isteğini Beyazıt’ın reddettiğini ve “beni öldür ama götürme” dedikten sonra yüzüğündeki zehri içerek intihar ettiğini yazar. Keza Bizanslı tarihçi Dukas da intihar ettiğini belirtir. Ancak bazı tarihçiler bunu yazmazlar. Çünkü Padişahların intihar etmesi aşağılayıcı bir olay olarak kabul edildiği için ölümü eceli oldu şeklinde yansıtılır).
Yıldırım Beyazıt’ın Ankara yenilgisinden sonra zehir içerek ölmesi Osmanlı devletinde karışıklık yarattı ve kardeş kavgaları nedeni ile tam on yıl padişahsız kaldı devlet. Nihayet kardeşlerini tepeleyen Çelebi Mehmet (I. Mehmet) (Saltanatı: 1413-1421) 25 yaşında Padişah oldu. Kardeşler arasındaki mücadeleden galip çıkan Çelebi Mehmet, kardeşi İsa Çelebi’yi (1405) hamamda yakalatıp boğdurttu. Durmadı, devam etti ve kardeşi Musa Çelebi’yi kullanarak diğer kardeşi Emir Süleyman’ı boğdurttu (1410). Sonra da kardeşlerine karşı kullandığı diğer kardeşi Musa Çelebi’yi boğdurtarak ortadan kaldırdı (1413). Bir diğer kardeşi Mustafa ise uzun süre ortalarda görülmedi. Sonradan Düzmece Mustafa adı ile ortaya çıktı. Mustafa Timur tarafından Semerkant’a götürülmüştü, Timur ölünce serbest bırakıldı. Bizans İmparatoru Manuel’in yardımı ile Limni Adasına kaçan Mustafa yurda döndüğünde ise ağabeyi Çelebi Mehmet tarafından Bizanslılara esir verildi. (Bazı tarihçiler Düzmece Mustafa’nın Çelebi Mustafa olmadığını iddia eder).
Çelebi Mehmet, kardeşi İsa Çelebi’yi Padişah olması için destekleyen ve onun için çalışan Demirtaş Paşa’yı da unutmadı ve kafasını kestirerek ortadan kaldırttı. Çelebi Mehmet parçalanmakta, dağılmakta ve bölünmekte olan İmparatorluğu bir arada tutabilmek için kardeşlerini harcadı. Padişah, Mehmet Çelebi’nin (I. Mehmet) ölümü eceli ile oldu.
Padişah olarak tahta çıkan II. Murat (Birinci saltanatı: 1421-1444; İkinci saltanatı: 1446-1451)) biat alır almaz mesaiye başladı ve ilk önce küçük kardeşi Mustafa’yı incir ağacına astırmak suretiyle boğdurttu (1423). Diğer kardeşlerini öldürtmediyse de gözlerine mil çektirerek kör etti, sonra da Bursa’da oturmalarına izin verdi.
II. Murat sadece kardeşlerini cezalandırmakla kalmamış, kendisine karşı geldiği için amcası Mustafa Çelebi’yi de ok kirişi ile boğdurtmuştur (Bazı kaynaklar Mustafa Çelebi’nin Edirne kalesi burcunda asıldığını yazar). II. Murat aynı zamanda İvaz Paşa’nın da gözlerini mil çektirip kör ettirdi. II. Murat da eceli ile öldü. Osmanlılarda ilk defa kendi isteği ile tahtından çekilen Osmanlı Padişahıdır.
II. Murat’ın ölümü ile II. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet (Birinci saltanatı: 1444-1451; İkinci saltanatı: 1451-1481) Padişah oldu. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u feth ederek Bizans İmparatorluğunu ortadan kaldırdı ve yeni bir çağı başlattı. Çağ açmakla kalmadı Fatih Kanunnamesi ile de kardeş katletmeyi yasalaştırarak yeni ve can yakıcı, hüzün verici, utandırıcı bir dönemi de başlatmış oldu. Nişancı Leyszade Muhammed Bin İbni Mustafa Paşa’nın metnini yazdığı Fatih Kanunnamesi’nde şöyle yazıyor: “Ve her kimesneye (kimseye) evladımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizam-ı alem (devlet düzeni) için katletmek (öldürmek) münasiptir (uygundur). Ekser (genel) ülema (din bilgini) dahi terviz (kabul) etmiştir. Anında amil olalar (hemen yerine getirilsin/uygulansın)”.
İşte bu yasa gereği hemen işe başlayan Fatih Sultan Mehmet gelecek günlerde tehlike olur düşüncesi ile kundaktaki kardeşi Ahmet’i boğdurarak ortadan kaldırdı (Bazı yazarlar Şehzade Ahmet’in 6 aylık kundakta bir bebek, bazıları da iki yaşında olduğunu yazar). Elbette ki Şehzade Ahmet ilk değildi. İlk olanı, Bizanslılarla birlikte hareket eden Şehzade Orhan’ı yine Bizanslılarla anlaşarak idam ettirmesiydi.
Fatih Sultan Mehmet döneminde sadrazamların öldürülmesi yolu da açıldı. Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü ve temkinli Sadrazamlarından birincisi olan Çandarlı Halil Paşa’yı, bazı paşaların telkini ile satırla başını kestirmek suretiyle öldürttü. Çandarlı Halil Paşa’nın öldürülmesinden sonra Osmanlı İmparatorluğunda devşirmelere Sadrazam olma yolu açıldı. Devşirmeler iş başına geldiler, paşa, vezir, veziri azam ve sadrazam olarak devleti yönetmeye başladılar. Yeni sadrazam Hırvat devşirmesi Rum Mehmet Paşa oldu. Yeni sadrazamın görev alması öldürmeleri önlemedi. Fatih Sultan Mehmet, Mahmut Paşa’nın kellesini vurdurdu, sonra da sadrazam Rum Mehmet Paşa’yı, Süleyman Paşa’yı ve Nasuh Paşa’yı idam ettirdi. Bu arada bir de mimar darbe yedi Fatih sultan Mehmet’ten. Padişah adına yaptırttığı Fatih Camiini görünce dehşete kapıldı ve camiin mimarı Sinaüddin Yusuf Bin Abdullah’ın (Atik Sinan) Cami Ayasofya’dan daha alçak olduğu için, ellerini kestirerek cezalandırdı. Fatih Sultan Mehmet eceli ile ömrünü tamamladı (Bazı kaynaklar zehirlenerek öldürüldüğünü yazar).
Osmanlı İmparatorluğunun sekizinci Padişah’ı olan Sultan II. Beyazıt (1481-1512) kardeşi Cem Sultan’ın ortadan kaldırılması için hayli uğraş verdi. Talihsiz Cem Sultan Avrupalıların elinde Osmanlılara karşı yıllarca kullanıldı. Papalığın elinde esir bulunan Cem Sultan 1495 de bir iddiaya göre II. Beyazıt’ın Papa ile anlaşma yapması üzerine papalıkça zehirlenerek öldürüldü. Ne var ki Cem’in oğlu İstanbul’da idi, Padişah II. Beyazıt, Cem Sultan yanlısı olması nedeni ile Gedik Ahmet Paşa’yı öldürttükten sonra İstanbul Muhafızı İskender Paşa’ya “Kulum İskender! Biti (Şimdi) sana vasıl olduğu gibi bilesin ki Gedik’i tepeledim. Gerekir ki sen de Cem’in oğluna mecal (aman) vermeyip boğdurasın ki gayet mühimdir” fermanını gönderdi. İskender Paşa buyruğu derhal yerine getirip 9 yaşındaki Oğuz Han’ı boğdurttu. Padişah bununla da yetinmedi kardeşi Selim’i de boğdurttuğu gibi Molla Lütfi ile Mustafa Paşa’yı da idam ettirdi. Selim’i destekleyen yeniçerilerin baskısı ile tahttan inmeyi kabul eden II. Beyazıt oğlu ile yaptığı Karıştıran Savaşında oğlu Selim’in güçlerini dağıtmasına rağmen kendi isteği üzerine tahttan çekildikten sonra Çorlu civarında aniden vefat etti (Bazı yazarlar II. Beyazıt’ın oğlu I. Selim tarafından zehirletilerek öldürüldüğünü yazar).
Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu Padişahı olan I. Selim (Yavuz Sultan Selim) (1512-1520) II. Beyazıt’ın oğludur. Osmanlı İmparatorluğunun affı olmayan padişahlarından biridir. Kendisine karşı tehlike gördüğü ağabeyi Korkut’u kementle boğdurtarak işe başlıyor, yetmiyor kendi yanında rehin olan Korkut’un oğlunu da boğdurtuyordu. Boğdurtmalar durmuyor devam ediyordu. Önce merhum ağabeyi Şehinşah’ın oğlu Mehmet’i boğdurttu durmadı devam etti ve merhum ağabeyi Mahmut’un oğulları Musa, Mehmet, Osman, Emin ve Orhan’ı da boğdurttu. Yani merhum ağabeyi Mahmut’un beş oğlunu birden boğdurtarak onlara hayat hakkı tanımadı. Ama daha bitmemişti diğer ağabeyi merhum Alemşah’ın oğlu Osman’ı da boğdurttu. Boğdurmalar devam ediyor kardeşi Ahmet’i yağlı ilmikle boğdurtarak ortadan kaldırılıyordu. Ahmet’in çocukları duracak mıydı? Elbette ki onların da icabına bakacaktı, öyle yaptı ve Şehzade Ahmet’in oğlu Kasım’ı önce boğdular sonra da başını kesip I. Selim’e götürdüler. I. Selim kardeşlerinin çocuklarını öldürttüğü gibi hanımlarını da öldürttü. Kardeş, kardeş çocuğu öldürüldükten, analar ortadan kaldırıldıktan sonra tabii ki sıra sadrazamlara, paşalara gelecekti. Sadrazam Yusuf Paşa boynu vurularak öldürüldü. Kesik başı ibreti âlem için üç gün teşhir edildi. Veziri Azam Koca Mustafa Paşa idam edildi, Dukakinzade Ahmet paşa da öldürülmek suretiyle ortadan kaldırıldı.
Birinci Selim, yani Osmanlı’nın güçlü Padişahı Yavuz Sultan Selim sekiz yıllık padişahlığı dönemine boğdurttuğu, idam ettirdikleri ile Osmanlı tarihine damga vurdu ve 1520 de eceli ile vefat ederek dünyadan ayrıldı.
Osmanlı İmparatorluğunun en uzun süreli Padişahı 46 yıl hüküm süren 10. Padişah Kanuni Sultan Süleyman’dır (1520-1566). Yani diğer ismiyle Muhteşem Süleyman! Kardeşi olmadığı için kardeş katili olmadı. Ama boğdurtmaya kendi oğlu ve yeğenleri ile devam etti. Cem Sultan’ın oğlu Murat ile onun oğlu Cem boğularak idam edildi (1522). Murat’ın karısı ile iki kızı İstanbul’a getirtildi.
Kanuni Sultan Süleyman Konya Ereğli’de konakladığında, mahiyetindeki askerleri ile babasını karşılamaya ve ona iltihak etmeye giden Şehzade Mustafa, babasının bulunduğu divanhaneye el öpmeye gittiğinde, birden 7 dilsiz cellât üzerine çullanıyorsa da ellerinden kurtuluyor ama saray hademelerinden Pehlivan Zal Mahmut’un saldırısından kurtulamıyordu. Zal Mahmut’un altında kalan Şehzade Çelebi, dilsiz cellâtlar tarafından boğdurulmak suretiyle ortadan kaldırılıyor ve böylece Kanuni Sultan Süleyman evlat katili oluyordu. Ne var ki Kanuni Sultan Süleyman bununla yetinmiyor kendisine karşı ayaklanan ve zoru görünce İran’a kaçan oğlu Şehzade Beyazıt, İran Şahı’nın da Kanuni’ye yaranmak istemesi üzerine, hanımı ve 4 çocuğu ile birlikte boğduruluyordu.
Hürrem Sultan’ın etkisi altında kalarak oğlu Mustafa’yı boğdurtarak ortadan kaldıran Kanuni Sultan Süleyman bununla yetinmiyor, merhum Şehzade Mustafa’nın küçük yaştaki oğlu Amasya’da anasının kucağından alınarak boğdurulup ortadan kaldırılıyordu. Peki, Şehzade Mustafa’yı yakalayıp cellâtlara teslim eden Zal Mahmut ne oluyor dersiniz? Tabii bu saray hademesi hemen terfi ediyor önce paşa sonra da sadrazam oluyordu. Elbette ki uzun saltanat süresince boğmalar, idamlar devam edecekti. Nitekim Şehzade Murat ve Şehzade Mahmut’un anası Gülfem sultan da haremde boğduruluyordu.
Saltanatın devamı idamlarla kaimdi. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman hiç durmadı, idamlara devam etti. İmparatorluğun güçlü sadrazamı devşirme Pargalı Damat İbrahim boğduruldu (1536), sadrazam Kara Ahmet Paşa’nın boynu vuruldu. Keza Hint denizindeki başarısızlığı bahane edilerek büyük denizci Piri Reis boynu vurularak ortadan kaldırıldı. Kaptan-ı Derya Cafer Bey ile arkadaşları da öldürüldü, Ferhat Paşa ve Defterdar İskender Çelebi idam edildi. Şehsuvaroğlu Ali Bey ile oğulları, Yeniçeri Ağası Mustafa Ağa ve Reis-ül Küttap Haydar da öldürüldü.
Bu kadar çok insanı boğdurtan, idam ettiren ve değişik şekillerde öldürten adam elbette ki eceli ile ölecekti, öyle oldu ama tarihe evladını öldüren ikinci padişah olarak adını yazdırdı.
Osmanlı İmparatorluğunun on birinci Padişahı II. Selim (Sarı Selim) (1566-1574) eline kan bulaşmayan Padişahlardan biri olarak eceli ile dünyadan göçtü.
Osmanlı İmparatorluğu tahtına geçen III. Murat (1574-1595) Padişah olarak biat aldıktan sonra beş kardeşini, ileride saltanatıma göz koyarlar düşüncesi ile boğdurtuyordu. Şehzade Mustafa, Şehzade Süleyman, Şehzade Cihangir, Şehzade Osman ve Şehzade Abdullah ağabeyleri III. Murat’ın emirleri ile cellâtlara teslim edilerek boğduruluyordu. Boğdurulan bu şehzadelerin yine de şansları vardı. Çünkü babaları II. Selim’in (Sarı Selim) cenazelsi ile birlikte cenazeleri görkemli bir törenle saraydan çıkarılıp götürülüyordu.
III. Murat’ın duracağı yoktu, bu defa üvey kardeşleri üzerine gidiyor ve onları da halletmeliyim diyerek iki üvey kardeşi Şehzade Mehmet ve Şehzade Mahmut, cellâtların elinde yağlı ilmikle boğdurulmak suretiyle tarih sahnesinden uzaklaştırılıyorlardı.
III. Murat sadece öz ve üvey kardeşlerini boğdurtmakla kalmıyor Sadrazamlardan Sokullu’nun kuzeni Budin Valisi Mustafa Paşa’yı da idam ettiriyordu. Eceli ile ölen III. Murat ayrıca bir rekorun da sahibiydi. Tarihçilerin yazdıkları yanlış değilse III. Murat’ın bir söyleme göre 104, bir söyleme göre de 114 çocuğu vardı.
III. Mehmet (1595-1603), III. Murat’ın oğlu olarak tahta çıktı ama ne çıkma! Padişah olarak biat alır almaz işe koyuldu ve aynı gece; Şehzadeler Selim, Beyazıt, Mustafa, Osman. Cihngir, Abdullah, Abdurrahman, Hasan, Ahmet, Yakup, Alemşah, Yusuf, Hüseyin, Korkut, Ali, İshak, Ömer, Alaüddin ve Davut olmak üzere 19 erkek kardeşini boğdurttu. Bazı tarihçilere göre, bununla yetinmeyip ayrıca 20 kız kardeşini de boğdurtarak ortadan kaldırdı. Elbette ki boğdurmalar, öldürmeler devam edecekti. Nitekim babasının cariyelerini unutmadı ve babasından hamile kalan 17 cariyeyi denize attırarak boğdurttu.
Osmanlı Padişahlarının pek çoğu annelerinin, hanım sultanların etkisi altında kaldığından onların isteklerini yerine getirmekten geri kalmıyorlardı. III. Mehmet, annesi Safiye Sultan’ın (Venedikli Sofi Baffo) isteği üzerine oğlu Şehzade Mahmut’u boğdurtarak öldürtüyor, bununla da yetinmiyor oğlunun annesi Mahpeyker Sultanı (Sinderella Violetta), sonra da oğlunun şeyhini de denize attırarak ortadan kaldırtıyordu. Saray ve aile içini temizledikten sonra boş durmuyor haklı ya da haksız idamlara devam ediyordu. III. Mehmet yaptıkları ile yetinmedi. Başarılı Vezir-i Azam Ferhat Paşa’yı da rakibi Sinan Paşa’nın tahriki üzerine boğdurtarak öldürttü. Sonra Satırcı Mehmet Paşa’yı, Hadım Hasan Paşa’yı ve Sadrazam Yemişci Hasan Paşa’yı, halka zulüm ediyor iddiasıyla da Hüseyin Paşa’yı idam ettirdi. III. Mehmet’in idam ettirdikleri arasında Babüssaade Ağalarından Gazanfer Ağa ile Osman Ağa da payını aldı.
III. Mehmet öz oğlunu öldürten üçüncü Osmanlı Padişahı olarak eceli ile dünyadan ayrıldı.
III. Mehmet’in ölümü ile tahta çıkarak Padişah olan I. Ahmet’in (l603-1617) ilk işi, büyük yanlışı ortadan kaldırmak oldu. Atası Fatih Sultan Mehmet’in çıkardığı kanunname ile kardeş katline izin veren yasayı kaldırdı. Yerine, Padişah ailesi içinden aklı başında olan en yaşlı şehzade padişah olur sistemini getirdi. Saray içindeki erkekler “Oh” diye nefes aldıklarında başka bir sistemle karşılaştılar: “Kafes sistemi”. Yani, biat alarak tahta çıkan Padişah kendisine rakip gördüklerini “kafese tıkmak” (zindana tıkma/koyma) suretiyle hayatlarını zehredecekti. Bir kafes içinde kalacak, hapis hayatı yaşayacak, yemek verirlerse yiyecek, su verirlerse içecek ve gün dolduracaklardı. Padişah’ın keyfine kalmıştı, insaflıysa eğitimleri için adam görevlendirecek, yetişmelerine izin verilecekti. Onurlu olanların bu haliyle kafeste yaşamaları elbette ki zordu ve onları perişan edecekti. Ölmeyeceklerdi ama bir kısmı mecnun, bir kısmı deli olacak ama sıraları geldiğinde koskoca bir İmparatorluğa hükmedeceklerdi.
Padişah I. Ahmet aile bireylerine dokunmadı ama veziriazamlardan telef ettikleri oldu. Örneğin; Sadrazam Derviş Paşa’yı makamında bizzat kendisi öldürmüş ve kafasını hançerle kesmiş sonra da adettendir diyerek kadınları ile birlikte çocuklarını öldürtüp bütün servetine el koydurmuştur. Keza Sadrazam Lala Mehmet Paşa ile Sadrazam Nasuh Paşaları öldürtüp para ve mal varlıklarına el koydurmuş, Tırnakçı Hasan Paşa’yı da öldürterek ortadan kaldırmıştır.
Padişah I. Ahmet döneminin en önemli olayı, Kuyucu Murat Paşa’nın sadrazam olmasıdır. Kuyucu Murat Paşa, itaatsizlik ediyorlar diye Anadolu’da suçlu-suçsuz 40 bin Alevi ürkmen’i öldürterek çukurlara doldurması I. Ahmet’in hesabına yazılan ağır bir faturadır. Bazı tarihçiler Kuyucu Murat Paşa’nın öldürttüklerinin yüz bini aştığını yazar. Kuyucu Murat Paşa tarihçi Naima’ya göre küçük bir çocuğun öldürülmesini emreder. Cellâtlar çocuğa acıyıp geri çekilince paşa diğer hizmetlilerden çocuğu öldürmelerini ister. Onlarda istekli olmayınca Kuyucu Murat Paşa küçücük çocuğu kaptığı gibi kuyunun yanına götürür ve hiç acımadan başını keserek gövdesi ile birlikte kuyuya atar. Öldürttüklerini kuyuya attırması nedeni ile Murat Paşa’ya “Kuyucu Murat Paşa” denildi.
On üç yaşında henüz sünnet olmadan biat alarak Padişah olarak tahta çıkan I. Ahmet 27 yaşında eceli ile öldü.
Birinci Mustafa (Birinci saltanatı: 1617-1618; İkinci saltanatı: l622-1623)) iyi eğitim görmesine karşın deliydi. Buna rağmen I. Ahmet’in oğlu Şehzade Genç Osman’ın çok genç olması nedeni ile devlet ricalinin tensipleri üzerine biat alarak Padişah oldu. Padişah olmak istemeyen I. Ahmet bu görevde fazla kalmıyor ve devlet işleri ile ilgilenmediği için üç ay sonra tahtını terk ediyordu. Ne var ki yerine Padişah olan Genç Osman’ın öldürülmesi üzerine ikinci defa Padişah oluyor ve bir buçuk yıl saltanatta kaldıktan sonra deli olması nedeni ile Şeyhülislâm Yahya Efendi ve devlet erkânının anlaşmaları sonucu tahttan indiriliyordu. Böylece I. Mustafa tahttan indirilen ikinci padişah oluyordu. I. Mustafa’nın çocuğu olmadığı gibi ve eli de kana bulaşmadı.
Osmanlı tarihinde isminden en çok bahsedilenlerden biri olan II. Osman (Genç Osman (1618-1622) amcası I. Mustafa’nın tahttan indirilmesi üzerine Padişah oldu. Osmanlı Padişahlarının en şanssızlarından biriydi. Yenilikçiydi bu nedenle de çok eziyetler çekti. Yeniliği istemeyen devlet erkânı ile başa çıkamadı ve hacca gitmek istemesi bahane edilerek kayınpederi de olan Şeyhülislâm Esat Efendi’nin “Padişahların hacca gitmesine gerek yoktur” fetvası üzerine yeniçeriler ayaklandı. Pek çok saray erkânı Yeniçeriler tarafından öldürüldükten sonra Padişah Genç Osman’ı ele geçirip Yedikule zindanına attılar. Zindanda üzerine çullanan sekiz cellâtla boğuşmasına rağmen yıkılmadı ama Cebecibaşı’nın bir fırsatını bulup hayalarını sıkması üzerine gücü tükenip bayılınca fırsatı kaçırmayanlar Genç Osman’ı boğarak öldürdüler. Cebecibaşı ölüm nişanesi olarak Genç Osman’ın kulağını kesip yeni Padişah IV. Murat’ın annesi Kösem Sultan’a gönderdi gönderdi.
Her ne kadar bir yazar Genç Osman’ın kardeşlerinin en büyüğü olan 16 yaşındaki Mehmet’i boğdurttu. Boğdurulacağını anlayan Mehmet, ağabeyi Genç Osman’a şöyle bir bedduada bulundu: “Osman, Allah’tan dilerim saltanatın berbat olsun. Beni yaşamımdan mahrum ettiğin gibi sana da yaşamak nasip olmasın”. Nitekim beddua tutmuş olacak ki Genç Osman’ın ölümü feci bir şekilde oldu.
Genç Osman tahttan indirilen ve öldürülen üçüncü Padişah olarak bilinir. Aynı zamanda yeniçeriler tarafından öldürülen ilk Padişahtır.
Birinci Ahmet’in oğlu olan IV. Murat (1623-1640) tahta çıktığında on bir yaşında bir çocuktu. Bunu fırsat bilen annesi Kösem Sultan, oğlu adına ülkeyi uzun süre yönetti. Annesi Kösem Sultan’ın etkisi ile yönetilen ülkenin ne gibi güçlüklerle karşılaştığını gören genç Padişah IV. Murat, katledilen ağabeyi Genç Osman’ın durumuna da şahit olduğu için çok sert ve asabi bir mizaca sahip olmuştu. Duruma müdahale etmeliyim diyerek, yirmi bir yaşında annesi Kösem Sultan’ı yanından tamamen uzaklaştırıp devlet yönetimini eline aldı. IV. Murat hiç affedici olmadı. Rüşvet alanı, vereni, hata yapanı, görevini yerine getirmeyenleri acımasızca cezalandırdı.
Genç Padişah IV. Murat da öldürme olaylarının içine hızlı girdi. I. Ahmet’in kardeş katlini yasaklaması da yarar sağlamamış olacak ki Revan Seferine çıkarken kardeşleri Şehzade Beyazıt ile Şehzade Süleyman’ı, Bağdat seferine çıkarken de kardeşi Şehzade Kasım’ı boğdurttu.
IV. Murat Bağdat’ın düşmesini yalan söyleyerek saklayan Kemankeş Ali Paşa’yı öldürttü. İsyan eden yeniçerilere istedikleri Hafız Ahmet Paşa’yı teslim etmekte tereddüt etmedi. Hafız Ahmet Paşa yeniçeriler tarafından parçalanarak öldürüldü. Tokat’ta bulunan Hüsrev Paşa’yı öldürttü, paşanın kesik başı İstanbul’a padişaha gönderildi. Sadrazam Topal Recep Paşa saraya çağırılıp Padişah’ın önünde cellâtlar tarafından boğulmak suretiyle idam edildi. Kesilen başı sarayın hümayün kapısı önünde teşhir edildi. IV. Murat, paşa kıyımlarına devam etti ve İlyas Paşa’yı kendi önünde ve istavroz karşısında idam ettirdi. Erzurum’da Ermenilerden rüşvet aldığı iddiası ile Abaza Mehmet Paşayı idam ettirdi, Demirkazık Halil Paşa’yı boğdurttu, Tabanıyassı Mehmet Paşayı katlettirdi. Revan seferine giderken kendisini karşılayan Manisa sancakbeyi Dudu Hasan Paşa’yı verdiği emri yerine getirmediği için katlettirdi. Ayrıca Çeleboğlu Ali Paşa, Sivas’ta Keskinli Ali Paşa, Erzurum’da Bahisnili Ali Paşa ve Bosnalı Osman Paşaları katlettirdi.
IV. Murat idamlara, öldürmelere devam edip durdu. Sivas’ta Bostancı Başının derisi yüzülerek öldürüldü. Sakabaşı Işık Yahya ve Konya’da Koca Gürcü Osman’ı katlettirdi. Galatalı Çelebinin boynunu vurdurdu. Konya ayanından Karayılan lakaplı iki kardeşi katlettirdi. İzmir Kadısı Mehmet Efendi ile Karaağaç kadısını öldürttü. Konya Kadısı Şehla Mehmet Efendi’yi Pazar yerinde astırmak suretiyle cezalandırdı.
IV. Murat ağabeyi Genç Osman’ın öldürülmesine şahit olmuştu. Bunu unutamadığından ağabeyi Genç Osman’ın ölümünden sorumlu tuttuğu herkesi idam ettirdi.
Katletmeler, idamlar, boğdurmalar sadece devlet adamları ile paşalara olmadı. Örneğin; Anadolu’da isyan girişiminde bulunan Deli İlahi İstanbul’a getirtilerek katledildi. Rüşvet alan Yeniçeri Kâtibi Osman Efendi katledildi, Gümrük Emini Mehmet Çavuş ile Sır Kâtibinin boyunları vuruldu. İbreti alem olsun diye yakalanan iki casustan bir çarmıha getirilip başı kesildi ve pazarda dolaştırıldı, diğeri çengele vuruldu. Dünya’da ilk füze denemesini yapan Lagari Hasan Çelebi ile ilk uçuş denemesi yapan Hazerfen Ahmet Çelebi gibi iki önemli bilim adamını da idam ettirdi.
Bir başka ibretlik olay Şair Nefi olayıdır. Şair Nefi devlet adamlarını ve bozuk düzeni eleştirdiği için idam edilip cesedi Sarayburnu’ndan denize atıldı.
Çok hareketli olan IV. Murat İmparatorlukta var olan bozuk düzeni, rüşvet ve suistimali sert karar ve uygulamalarla düzeltti ama genç yaşta yatağa düştü. Son nefesini vermeden, devlete zarar vermemesi için deli olduğunu bildiği kardeşi Şehzade İbrahim’in öldürülmesini emretti. IV. Murat’ın bu isteği yerine getirilmedi ve 28 yaşında hayata veda ettikten sonra öldürtmek istediği Şehzade İbrahim Padişah oldu ama deli olarak!
I. İbrahim (1640-1648) on sekizinci Padişah olarak biat alıp tahta çıkarken hiç güçlük çekmedi. Çünkü IV. Murat şehzadeleri öldürterek ortadan kaldırmıştı. Ne var ki kardeşleri IV. Murat tarafından öldürüldüğü için devamlı korku içinde yaşadı. IV. Murat’ın ölümü ile kendi kurtuldu ama elinden paşalar yakasını kurtaramadı. Revan seferinde kaleyi savaşmadan teslim eden Emingüneoğlu Tahmasb Kulu Han önce vezirlik rütbesi verilerek paşa yapılmış ve ismi de Yusuf olarak değiştirildikten sonra bölücü ve yıkıcı faaliyette bulunduğu iddiası ile idam edildi. İdamdan sonra Padişah Deli İbrahim hatalı olduğunu anlayınca pişman oldu ve “yazık ettim” dedi ama artık iş işten geçmiş oldu!
I. İbrahim’e” Deli İbrahim” ve “Sultan İbrahim” de denilmektedir. Deli İbrahim idamlara devam eder ve Kemankeş Kara Mustafa Paşa ile sadrazam Salih Paşa’yı da idam ettirir. Yeniçerilerin başlayan isyanı büyük boyutlara varınca, isyancıların istedikleri Ahmet Paşa yeniçerilere teslim edilir. Yeniçeriler tarafından parça parça edilen Ahmet Paşa’ya da ”Hazerpare Ahmet Paşa” denilir. Ne var ki bu isyan Padişah Deli İbrahim’in sonunu hazırlar. Sadrazam Mehmet Paşa ile isyancılardan yana olan Şeyhülislâm ikilisinin karar ve fetvası ile Sultan Deli İbrahim boğdurularak öldürülür.
Sultan I. İbrahim tahttan indirilen dördüncü, öldürülen ikinci Padişahtır.
On dokuzuncu Osmanlı Padişahı IV. Mehmet (Avcı Mehmet) (1648-1687) biat alıp tahta çıktığında 7 yaşında bir küçük çocuktu. Çocuk olduğu içindir ki annesi Turhan Sultan yönetimde etkili olmuş oğlu adına Osmanlı Devletini yönetiyordu. Nitekim dokuz yaşındaki Padişah IV. Mehmet, kendisini öldürtmek isteyen babaannesi Kösem Sultan’ın öldürülmesine annesi Turhan Sultan’ın etkisi ile ”olur” veriyor, Turhan Sultan da bir gece ansızın dairesini bastırıp Kösem Sultan’ı perde ipi ile boğdurarak ortadan kaldırıyordu.
Sanki kesin kuralmış gibi IV. Avcı Mehmet de idamlara, boğdurmalara devam eder. Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’yı, Tarhuncu Ahmet Paşa’yı, İpşir Mustafa Paşa’yı idam ettirdi. Bunlarla da yetinmedi ve eski sadrazamlardan Sarı Süleyman Paşa’yı da idam ettirdi ve Süleyman Paşa’nın kesik başını yeniçerilere gösterdi. Sadrazam Kara İbrahim Paşa önce Rodos’a sürüldü. Paşa’dan kese kese altın alındıktan sonra boğdurularak öldürüldü. Budin Beylerbeyi İhsan Paşa, Telhisçi İsmail Ağa, Kızlar Ağası Behram Ağa, Hacı Bilal Ağa ve Şaban Ağaları da öldürttü.
Ava çok meraklı olduğu ve günlerce avlandığı için IV. Mehmet’e “Avcı Mehmet” denilmiş ve bu isimle anılmıştır. İkinci Viyana kuşatmasının başarısız olması, Estergon, Peşte ve Budin’in kaybedilmesi, Venediklilerin pek çok kaleyi ele geçirmeleri, ordu’nun Mohaç da yenilgi alması üzerine Yeniçeriler ayaklandı. Önce II. Viyana kuşatmasının mimarı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idam edildi. Bu idamla yeniçeriler tatmin olmayıp ayaklandılar. Bu ayaklanma sonucu IV. Avcı Mehmet tahttan indirildi.
IV. Avcı Mehmet Osmanlı tarihinde tahttan indirilen beşinci padişahtır. IV. Avcı Mehmet tahttan indirilirken isteği yerine getirildi ve kardeşi II. Süleyman Padişah oldu.
II. Süleyman’a (1687-1695) biat edildi ve 20. Osmanlı Padişahı olarak tahta geçti. II. Süleyman iyi tahsil ve terbiye görmesine rağmen Padişahlık kendisine verilirken, bu sorumluluğu ağır olan görevi almamak için çok direndi. Çünkü kırk yıl hapis hayatı yaşamıştı, ürkekti, çekingendi. Bu nedenle Padişah olmak istemiyordu. Ama kaderinde Padişah olmak vardı bundan kaçamadı tahta oturdu. II. Süleyman hep korku ile yaşadı, tedirgin olarak ömrünü tamamlarken elini kana bulamadı. Son iki senesini hasta olarak yatakta geçirdi ve çocuksuz olarak eceli ile hayata veda etti.
Sultan I. İbrahim’in oğlu II. Ahmet (1691-1695) 21. Osmanlı Padişahı olarak kırk dokuz yaşında tahta çıktı ve 51 yaşında öldü. Elini kana bulamayan, sadrazam, paşa ve her hangi bir yetkiliyi ölüme göndermeyen padişahlardan biri olarak eceli ile dünyadan göçtü.
II. Mustafa (1695-1703) Osmanlı tahtına yirmi ikinci Padişah olarak oturdu. Eline kardeş kanı bulaşmadı. Sadrazamlardan sadece Sürmeli Ali Paşa, Kırım Hanını Padişaha karşı tahrik ediyor iddiası ile önce görevden alındı sonra da kafası kesilerek katledildi. Edirne’de oturan ve İstanbul’a dönmeyen Padişah devlet iş ve idaresini Şeyhülislam Feyzullah Efendi’ye bırakmıştı. Ordu bu durumu kabullenemedi, isyan ederek Edirne’ye gitti. Şeyhülislâm öldürüldü, Sultan II. Mustafa tahttan indirildi.
Tahttan indirilen altıncı padişah olan II. Mustafa, tahttan indirildikten sonra çok yaşamadı ve eceli ile öldü.
Osmanlı İmparatorluğu tahtına geçen yirmi üçüncü Padişah olan III. Ahmet (1703-1730), IV. Avcı Mehmet’in oğludur. Eline evlat, amca ve şehzade kanı bulaşmadı. Her ne kadar bazı yazarlar oğlu Şehzade İbrahim’i öldürttüğünü yazsalar da İ. H. Uzunçarşılı, vezirler ile ulema ve diğer yetkililer cenazeyi açıp baktıklarında ölümde kasıt yoktur kararına vardıklarını yazar.
Hanedandan kimsenin kanını akıtmayan III. Ahmet pek çok idam ve ölüm fermanı emri verdi. Sadrazam Çorlulu Ali Paşa idam edildi. Ali Paşa öldürülmeden önce kendisinden iki bin kese talep edildi. “Bir akçesinden vazgeçilmez, vermedikçe buradan kurtulmak yok” denilmiş, Ali paşa isteneni veremeyince ölümle cezalandırıldı. Sadrazam Gürcü Yusuf Paşa Rodos’a sürgün edildi ve orada idam edildi. Kesilen başı da İstanbul’a Padişah’a gönderildi. Sadrazam Hoca İbrahim Paşa, Silahtar Ahmet Paşa’yı öldürünce durumu öğrenen Padişah tarafından mazur görülmedi, boğdurulmak suretiyle cezalandırıldı ve parasına, malına mülküne el konuldu.
Patrona Halil İsyanı pek çok ölümü arka arkaya getirdi. İsyancıların isteği üzerine Nevşehirli Damat İbrahim Paşa boğdurularak öldürüldü, cesedi öküz arabasına konularak isyancılara gönderildi. İsyancılar cesedi parça parça ettiler. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile birlikte isyancıların istediği 37 kişinin hepsi idam edildi ve cesetleri isyancılara teslim edildi. Buna rağmen isyancılar tatmin olmadı ve III. Ahmet’in tahttan indirilmesini istediler. III. Ahmet kendisi ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahtan çekileceğini bildirdi. İsteği yerine geldi ve tahttan çekildi. III. Ahmet tahttan zorla indirilen yedinci padişah olarak kayda geçti.
Yirmi dördüncü Osmanlı Padişahı olarak tahta çıkan I. Mahmut (1730-1754), II. Mustafa’nın oğlu, III. Ahmet’in yeğenidir. Patrona Halil’in başlattığı isyan sonucu tahta çıktı ama Patrona Halil ile olayın elebaşlarını affetmedi ve isyanı başlatan Patrona Halil ile arkadaşlarını öldürterek cezalandırdı. Birinci Mahmut, hanedanın erkeklerine dokunmadı ama amcası olan III. Ahmet’in kızı, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın karısı Fatma Sultan’ı boğdurarak cesedini Sarayburnu’ndan denize attırdı. Patrona Halil İsyanını başarı ile bastıran Sadrazam Kabakulak İbrahim Paşa’yı katlettirdi, vücudu Resmo’ya, başı da İstanbul’a getirildi. Darüssaade Ağası Hafız Beşir Ağa ile adamlarını Kızkulesinde boğdurttu.
Birinci Mahmut 58 yaşında, Cuma namazından at sırtında dönerken vefat etti ve arkasında çocuk bırakmadan dünyadan göçtü.
Osmanlı İmparatorluğunun 25. Padişahı olarak tahta çıkan III. Osman (1754-1757), II. Mustafa’nın oğlu ve I. Mahmut’un kardeşidir. Osmanlı Devletinin şanssız şehzadelerinden biriydi. Çünkü babası öldüğünde 4 yaşında idi. Edirne’den İstanbul’a getirilerek Topkapı Sarayındaki Şehzadegân dairesine (kafese) kapatıldı ve tam 41 yıl bu dairede hapis hayatı yaşadı.
Padişahlık süresi üç yıla yakın olan III. Osman elini kana buladı ve III. Ahmet’in yeğeni Şehzade Mahmut’u boğdurarak ortadan kaldırttı. Ayrıca kendisinden çok şeyler beklediği Veziriazam Bıyıklı Ali Paşa’yı rüşvet aldığı iddiası ile önce hapsettirdi sonra da katlettirdi. Ali Paşa’nın katlinden birkaç saat sonra da “acele ettim, öldürttüm” diyerek pişmanlığını ifade eden III. Osman 58 yaşında eceli ile dünyadan göçüp gitti.
Osmanlı İmparatorluğunun 26. Padişahı olarak tahta çıkan III. Mustafa (1757-1774), babası III. Ahmet’e karşı yapılan Patrona Halil isyanı ile kafese kapatıldı(III. Ahmet 1736 da öldü) ve 27 yıl boyunca kafes hayatı yaşadı. III. Osman’ın vefatı üzerine kafesten çıkarılarak tahta oturtuldu ve kendisine Padişah olarak biat edildi.
III. Mustafa eline saltanat üyelerinin kanı bulaşmadı. O yolu tercih etmedi ama Sadrazam Köse Bahir Mustafa Paşa fazla servet sahibi olması nedeni ile Midilli’ye sürgün edildi. Midilli’ye gittikten birkaç gün sonra başı kesilmek suretiyle öldürüldü ve kesik başı İstanbul’a getirilerek teşhir edildiği gibi malına, mülküne, para ve altınlarına el konuldu. Yağlıkçızade Hacı Mehmet Emin Paşa Serdar-ı Ekrem iken azledildi. Sürüldüğü Dimetoka’ya giderken uğradığı Edirne’de başı kesilmek suretiyle öldürüldü. Devletin baş tercümanı Bogdan prensi Kalimakimade kafası kesilerek idam edildi. III. Mustafa eceli ile ölen Padişahlardan biridir.
Birinci Abdülhamit (1774-1789) Osmanlı İmparatorluğunun 27. Padişahıdır. III. Osman’ın yerine Padişah oldu, Eline haneden kanı bulaşmadı. Yolsuzluk ve darbe yapmayı planlamakla suçlanan Sadrazam Halil Hamit Paşa Gelibolu’ya sürgüne gönderildi. Birkaç gün sonra Bozca Ada’ya götürüldü ve burada kafası kesilmek suretiyle idam edildi. Kesik başı ise İstanbul’a getirildi.
Birinci Abdülhamit eceli ile öldü.
Üçüncü Selim (1789-1807) yirmi sekizinci Osmanlı Padişahıdır. Amcası I. Abdülhamit’in iyi niyeti sonucu kafes hayatı yaşamadı, iyi yetiştirildi. I. Abdülhamit’in vefatı üzerine tahta çıkarak padişah oldu. Bir dizi yeniliklerle dikkat çekti. Nizami Cedit ordusunu kurunca, yeniçeriler Kabakçı Mustafa’nın önderliğinde isyan ettiler. İsyancıların isteği üzerine III. Selim Nizam-ı Cedit ordusunu lağvettiği gibi tahtını da terk etti. Yerine amcasının oğlu IV. Mustafa geçer geçmez III. Selim’i kafese/zindana gönderdi. III. Selim’i tekrar Padişah yapmak için Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’a geleceği duyulunca IV. Mustafa’nın emri ile III. Selim önce boğduruldu, sonra da hançerlenerek öldürüldü. Böylece kan dökmeden öldürülme geleneği de bozulmuş oldu.
Sadrazam Rusçuklu Çelebizade Şerif Hasan Paşa III. Selim’in fermanı ile Şumnu’daki kışlık karargâhında idam edilerek öldürüldü.
III. Selim tahttan zorla indirilen sekizinci, öldürülen dördüncü Osmanlı Padişahıdır.
IV. Mustafa (1807-1808) III. Selim’in tahttan indirilmesi ile tahta geçti ve Padişah olarak kendisine biat edildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun 29. Padişah’ıdır. IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa’nın III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak için İstanbul’a gelmekte olduğunu öğrenince Şehzade Mahmut ile III. Selim’in öldürülmelerini emretti. III. Selim hem boğduruldu ve hem de hançerlenerek öldürüldü. Şehzade Mahmut ise cariye ve hademeler tarafından kaçırılarak kurtarıldı.
Umumi Bahriye Nazırı Hacı İbrahim Efendi, Mabeyinci Ahmet Muhtar Bey ve Sır Kâtibi Ahmet Faiz Efendi IV. Mustafa’nın emri ile öldürüldüler,
IV. Mustafa, Alemdar Mustafa Paşa tarafından tahtından indirildi yerine kardeşi II. Mahmut Padişah oldu. IV. Mustafa tahttan indirildikten sonra yeni Padişah II. Mahmut’un emriyle boğularak öldürüldü. Tahttan indirilen dokuzuncu ve öldürülen son Osmanlı Padişahıdır.
Osmanlı İmparatorluğunun 30. Padişahı olan II. Mahmut (1808-1839) Alemdar Mustafa Paşa’nın tahttan indirdiği IV. Mustafa’nın yerine Padişah oldu. İlk işi kendisini öldürtmek isteyen IV. Mustafa’yı boğdurtmak oldu, Sadrazam Benderli Ali Paşa bir haftalık sadrazam iken Yunan yanlısı iddiası ile idam edildi. Benderli Ali Paşa Osmanlı İmparatorluğunda idam edilen son sadrazamdır.
Padişah II. Mahmut eceli ile öldü.
Osmanlı Devletinin 31. Padişahı olan I. Abdülmecit (1839-1861) 16 yaşında tahta çıktı. I. Abdülmecit demokrasiye geçiş olarak kabul edilen Gülhane Hattı Hümayünü (Tanzimat Fermanı) ilan eden Padişahtır. Kuleli Vakası olarak anılan olay ile Padişahlıktan düşürülmek istendi ise de komple önlendi. Suçlular yakalandı, mahkemeleri Kuleli’de yapıldı ve suçlulara çeşitli cezalar verildi. Cafer Dem Paşa cezalandırılmak için Kuleli Kışlasına görülürken kayıktan denize atlayarak intihar etti.
Birinci Abdülmecit, Osmanlı Devletinin son dört padişahının (IV. Murat, II. Abdülhamit, V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmet Vahdettin) babası olup genç yaşta veremden öldü. Eline haneden kanı bulaşmayan padişahlardan biridir.
Osmanlı İmparatorluğunun 32. Padişahı olan Sultan Abdülaziz (1861-1876) 31 yaşında biat alarak tahta geçti. İleri görüşlü, yenilikçi ve batıya dönük bir padişahtı. Devletin eyaletlerinden başka yurt dışına giderek yabancı devletleri ziyaret eden ilk padişahtır. Belçika, Almanya, Avusturya, Macaristan’ı ziyaret etti. Bu ziyaret sırasında İngiliz Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı II. Leopald, Prusya Kralı I. Wilhem, Avusturya-Macaristan İmparatoru Fraçois-Josep ve Romanya Prensi Karol ile görüştü.
Balkan isyanları, Karadağ, Eflak-Buldan olayları, Birleşik Romanya’nın doğuşu, Türk Ordusunun Sırbıstan’dan çekilmesi, Mısır Hidivliğinin özerklik haklarının genişletilmesi, borçlar ve nihayet Hersek ve Bulgar isyanları I. Abdülaziz’i çok zor durumlara düşürdü ve darbe ile tahttan indirildi. Feriya Sarayında gözaltında bulunduğu sırada bileklerinden damarları kesilmiş olarak ölü bulundu.
Sultan Abdülaziz darbe ile düşürülen on birinci Padişah olup eli hanedan kanına bulaşmamıştır.
Osmanlı Devletinin 33. Padişahı olarak tahta çıkan V. Murat’ın (1876/1876 üç ay) akli dengesi yerinde olmadığı için sadece üç ay tahtta kaldı. Bazı gruplar tarafından tekrar Padişah yapılmak istendiyse de sonuç vermedi.
V. Murat eli hanedan kanına bulaşmayan, tahttan indirilen on ikinci padişah olup eceli ile terki dünya eyledi..
Osmanlı İmparatorluğunun 34. Padişahı olan II. Abdülhamit’in (l876-1908), verdiği buyruk ve şeyhülislam fetvası ile sadrazam öldürülmesine son verildi ama buna pek uyulmadı. Mithat Paşa uzun süre devlete vali ve sadrazam olarak görev yaptı. IV. Murat’ın tahttan indirilerek II. Abdülhamit’in tahta çıkmasına yardımcı oldu. Ama çeşitli bahaneler ileri sürülerek mahkemeye verildi. Yıldız’da kurulan mahkemede yargılandı ve idam cezasına çarptırıldı. II. Abdülhamit tarafından idam cezası Taif’e hapis cezasına çevrilerek sürgüne gönderildiyse de Taif hapishanesinde boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Aynı şekilde Taif’te bulunan Mahmut Paşa’da öldürüldü. II. Abdülhamit’in kontrol amaçlı gönderdiği müfettişler Mithat Paşa’nın mezarını açtırarak öldürüldüğünü ispatlamak için başını gövdeden ayırtıp Padişaha gönderdiler.
II. Abdülhamit tahttan darbe ile indirilen on üçüncü Padişah olup eceli ile ölmüş olup, eline haneden kanı bulaşmamıştır.
V. Mehmet Reşat (1909-1918) Osmanlı Devletinin 35. Padişahıdır. II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile Padişah oldu. Eline haneden kanı bulaşmayan Padişahlardan biridir, eceli ile öldü.
Osmanlı İmparatorluğunun 36. Padişahı olan VI. Mehmet Vahdettin (1918-1922) eline hanedan kanı bulaşmamıştır. VI. Mehmet Vahdettin Balkan Savaşlarını, I. Dünya Savaşını, Ulusal kurtuluş Savaşlarını yaşamış ama ne yazık ki sırf taht ve saltanatını koruyabilmek için işgalcilerden yana tavır almış, ulusal kurtuluş savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra İngilizlere sığınarak Malaya Zırhlısı ile yurtdışına kaçarak ülkesini terk eden ilk padişah olmuştur. Eceli ile öldü.
İŞTE bir imparatorluk böyle devam etti. Son nefesini 622 yıl sonra verdiğinde yepyeni bir devletin ismi çıkmıştı ortaya Türkiye Cumhuriyeti.
Artık hiç kimse kulun kulu değildi. Herkes aynı haklara sahipti. Bir yanlışlık, bir hata varsa, bir suç islenmişse kanunlar vardı. Adalet mülkün temeli, bağımsızlık kayıtsız şartsız milletindi, kendini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi kabul edenlerin değil!
+ + +
KAYNAKÇA
Akerman, Mehmet Tansu : Osman Gazi’den Mustafa Kemal’e, İst. 2008.
Akgündüz Ahmet, Öztürk, Sait: Bilinmeyen Osmanlı.
Altınay, Ahmet Refik : Kabakçı Mustafa, İst. 2005.
Aşık Paşa Zade Tarihi.
Bozkurt, Prof. Dr. Mahmut Esat: Atatürk İhtilali, İst. 2003.
Meram, Kemal : Padişah Anaları.
Ortaylı, İlter : İmparatorluğun En Uzun Yüz Yılı.
Tektaş, Nazım : Sadrazamlar Osmanlı’da İkinci Adam Saltanatı. İst. 2009,
Sertooğlu, Mithat : Paşalar Şehri İstanbul, İst. 1991.
Şentürk, Nazır : Babiali Sadrazamları, İst. 2007.
Zelyut, Rıza : Osmanlı’da Karşı Düşünce ve İdam Edilenler, İst. 2010.
MAKALELER:
Altan, Çetin : Tarihin Korkunç Yüzü. Öldürülmüş Şehzadeler ve Devrilmiş Padişahlar. Makale. (Tefrika).
Altan, Çetin : Siyaset Kavgalarında Kan ve Şehitlik Edebiyatı
- - - : Yüksekliği Ayasofya’dan Kısa Oldu Diye Mimarının Eli Kesildi (Vatan).
- - - : Ayasofya’yı Camiye Çeviren Fatih’in Bazı Torunları “Papalık Prensi” oldular. Makale (Hürriyet Gazetesi)
- Akgündüz Ahmet, Öztürk, Sait: Bilinmeyen Osmanlı.
- Bardakçı, Murat : Hürriyet Tarih Dergisi.
- Bardakçı, Murat : Ulema, Devletin İşine Geldiği Zaman Baştacı, Gelmezse Cellat Malıydı. Makale (Hürriyet Gazetesi)
- Bardakçı, Murat : Ayakta Dinlenecek Liste, Makale. (Tercüman Gazetesi).
- Bardakçı, Murat : Hırsız Sadrazamı Önce İşkenceyle Konuşturur, Sonra Cellata Veriyorduk. Makale (Hürriyet Gazetesi)
- Bardakçı, Murat : Bekir Ağabey! Şehzadelerin Kafalarını Kesmez, Yağlı İlmikle Yahut Kuşakla Boğardık. Makale (Sabah Gazetesi).
- Kemal, Mehmet : Padişah Katil mi? Makale, (Cumhuriyet Gazetesi)
- Sarıer, İlker : Siyasette Kadın Parmağı.
ANSİKLOPEDİLER
İslam Ansiklopedisi
Büyük Osmanlı Tarihi. (Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal)
Meydan Larus
Büyük Osmanlı Tarihi. (Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı)
İstanbul Ansiklopedisi.
YAZAN İBRAHİM BALCI
A N A L A R!
İbrahim BALCI “Anaların hakkı ödenmez”, “Ana gibi yar olmaz”, Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar” , “Cennet anaların ayakları altındadır” (Hadis) ve “Babanın bedduası tutmaz, ana sütü karşılar” gibi güzel ve anlamlı sözler analar için söylenmiştir.
Analar için söylenen güzel sözleri zaman zaman incitici ve ağır sözler takip eder. Örneğin, en kolay sövgü ana için yapılır. Yani bir insan sövecek mi ilk akla gelen karşısındakinin anası olur nedense! Adam karısına sövenle kavga eder, kanlı bıçaklı olur ama anasına küfredene gülüp geçer ya da “Ağzını topla” der! Bu da göstermektedir ki ortada bir terslik vardır. Bu terslik bu güne kadar giderilememiş, hatta üzerinde hiç durulmamıştır. Bu böyle başladı böyle devam edecektir, durum bunu göstermektedir!
Analar! Evet, analar ne çekerse analar çeker! Kızını evlendirir eline kına yakar, arkasından yaşlı gözlerle bakar; oğluna askere gönderir saçlarına kına yakar (sürer) ölüme (şehit olmaya) gönderdiği için hem arkasından bakar umutsuzca hem de gözyaşı döker.
Analar doğurur kızı-oğlanı, analar doğurur iti-köpeği, analar doğurun patronu-işçiyi, analar doğurur siyasetçiyi-askeri! Analar çocuklarının her koşulda iyi olmasını ister ama kaç ananın isteği gerçekleşir veya gerçekleşecek işte bunu bilemez!
Ana olacak kızların talihi yar giderse hanım ağa olur, sultan olur, talihi yar gitmezse sıradan bir kadın olarak kalır. Böyle olsa yine de iyi! Daha da beteri ile de karşılaşır; elden ayaktan düşer, ters dönen talihi ile şirret âleminin içine düşer rezil, kepeze olur, elinden tutacak bir Allah’ın kulu bile olmaz!
Anaların kaderi değil doğal görevidir doğurganlık. Analar adam gibi adam da doğurur, yılan gibi de (!). Her ne ise doğurduğu O’nundur. Yani doğuran ananındır. Mustafa Kemal’dir, Lenin’dir, Sitalin’dir, Hitler’dir, Nene Hatun’dur, Roosvelt’tir, Şah Rıza Pehlevi’dir, Türkan Saylan’dır, Nehru’dur, İkbal’dir, Kara Fatma’dır, Kerime Nadir’dir, Yunus’tur, Bruni’dir, Fuzuli’dir, Göthe’dir, Gördesli Makbule’dir, Şerife Bacı’dır, İsmet Paşa’dır, Menderes’tir, Hulusi Behçet’tir….
İneğini sağan kadın işini bitirdikten sonra doyasıya süt içer ve bir ağacın altına dinlenmeye çekilir, uykuya dalar. Süt kokusunu alan bir küçük yılan, ağzı açık uyuyan kadının ağzından midesine süzülür. Biraz sonra dışarı çıkar. İşte o anda kadın uyanır ve yılanın kaçışını görür, peşinden koşar ama bulamaz, yılan çalılıklar arasında kendini kaybettirir. Kadın, yılan aklına geldikçe aynı yere gidip, ağacın altında bir süre oturur ve yılanın gelmesini bekler! Birkaç yıl sonra yılanın kaçtığı ormanda yangın çıkar. Kadın yangını duyar duymaz ormana koşar, çaresizdir, yapacağı bir şey yoktur, oturur ağlamaya başlar; “yılan oğlum, yılan oğlum, nasıl yandın yılan oğlum, anan sana kurban yılan oğlum” diye ağlar durur!
İşte ana budur! Allah tüm anaları bu kadar duyarlı yapsın! Amin…
Bu duamızdan sonra anlı şanlı analara gelebiliriz. 622 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğunu yöneten Padişahları doğuran analar kimlerdir? Araştırıldığında irkilmemek, şaşırmamak elde değil! Nerde ise içlerinde Müslüman ve Türk hiç yok! Hayret değil mi? Var tabii olmaz mı? Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Kara Osman’ın karısı Bala Hatun’dur. Diğer karısı Mal Hatun’du. Osman Bey’in bu iki karısı kardeştiler, ikisi de Şeyh Edebali’nin kızıdır. Kara Osman Türk kızı ile evlenmesine rağmen oğluna bu yolu kapadı. Karısı Bala Hatun’un bütün ısrarlarına karşın kendi bildiğini yaptı ve devletini güçlü kılabilmek için, hasmı olan Yarhisar Tekfurunun kızı Horofira’yı oğlu ile evlendirdi. İsmini de Nilüfer Hatun koydu. Horofira artık Müslüman’dı!
İşte ipin ucu böyle kaçtı ve Osmanlı Sultanları yani Padişahları peşi sıra yabancı kadınlarla evlendiler, evlendirildiler. Eşleri; kimi esir alınan, kimi devşirilen, kimi armağan olarak sunulan kızlar oldular.
Osmanlı Tarihinde padişah anaları çok önemli yer tutar! Her biri birbirinden değerli, şöhretli ve becerikli Padişahlar doğurdular. Her biri, doğurduğu çocukları yaşatabilmek, kurban vermemek için ölüm kalım mücadelesi verdi. Her biri söz sahibi olmak için bin bir türlü oyun sahnelediler. Başaranlar sarayda söz sahibi oldu, Padişahı, devleti bile idare eder duruma geldiler; başarılı olamayanlar da pek çok eziyete katlanmak zorunda kaldılar.
Şimdi bakalım Padişah analarının kimler olduğuna: Orhan Bey’in anası Mal Hatun’dur; I. Murat’ın anası Yerhisar Tekfuru’nun kızı (Bizanslı) Horofira yani Nilüfer Hatun, Yıldırım Beyazıt’ın anası Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun, Çelebi Mehmet’in anası Germiyanoğullarından Devlet Hatun olarak biliniyorsa da bir diğer söylemde anasının Bulgar asıllı Olga olduğudur. II. Murat’ın anasının Veronika olduğu belirtilmesine rağmen Dulkadiroğullarından Emine Hatun olduğu da söylenegelmektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun en büyük Padişahı, çağ değiştiren büyük kumandan Fatih Sultan Mehmet’in anası Sırp kralının kızı Despina, yani Mula Hatun’dur. Yavuz Sultan Selim’in anası Trabzonlu Pontus Rum İmparatorluğunun ortadan kaldırılması sırasında esir alınan ve ismi Ayşe olarak değiştirilen bir Bizanslı/Pontus’lu Rum kızıdır. Kanuni Sultan Süleyman’ın anası Polonya Yahudisi Helge yani Hafsa Sultan, II. Selim’in anası Rus Papazının kızı Roksalana yani Hürrem Sultan’dır. III. Murat’ın anası Yahudi kızı Raşel yani Nurbanu Sultan, III. Mehmet’in anası Venedikli Bafa yani Safiye Sultan, I. Ahmet’in anası Yunanlı Helen yani Handan Sultan, I. Mustafa’nın anası İspanyol Violetta yani Handan Sultan’dır. Bazı tarihçiler I. Mustafa’nın anasının isminin kesin olarak bilinmediğini ama Fuldane Valide Sultan olduğunu yazmaktadırlar.
Osmanlı İmparatorluğunun talihsiz Padişahı Genç Osman’ın anası Sırp Evdoksiya yani Mahfiruz Sultan, IV. Murat’ın anası Sırp Anastasya yani Mahpeyker Sultan, I. İbrahim’in anası Sırp Anastasya yanı Kösem Sultandır. IV. Mehmet’in anası Rus kızı Nadya yani Turhan Sultan, II. Süleyman’ın anası Sırp Katrin yani Dilasub Hatun, II. Ahmet’in anası Polonya Yahudi’si Eva yani Hatice Sultan’dır. II. Mustafa’nın anası Rum kızı Evemia yani Emetullah Sultan, III. Ahmet’in anası da Rum kızı Evamia yani Emetullah Sultandır (Ematullah Hatun iki padişah anasıdır). I. Mahmut’un anası Aleksandra yani Saliha Sultan, II. Osman’ın anası Sırp kızı Mari yani Şehsuvar Sultan, III. Mustafa’nın anası Fransız Janet yani Mihrişah Sultan, I. Abdülhamit’in anası Fransız İda yani Rabia Şermi Sultan’dır. III. Selim’in anası Cenevizli Agnes yani Mihriayan Sultan, IV. Mustafa’nın anası Bulgar Sonya yani Sinaperver Sultan, II. Mahmut’un anası Fransız Rivery yani Nakşidil Sultan, I. Abdülmecit’in anası Rus Yahudi’si Suzi yani Bezm-i Alem Valide Sultan’dır. Abdülaziz’in anası Roman (Çingene) Besime yani Pertevniyal Sultan, V. Murat’ın anası Fransız Vilma yani Şevketza Sultan, II. Abdülhamit’in anası Ermeni Virjin yani Tirimüjgan Sultan, V. Mehmet Reşat’ın anası Arnavut Sofi yani Gülcemal Sultan, Son Padişah Sultan Mehmet Vahdettin’in anası da Çerkez Henriet yani Gülustü Sultan’dır.
Enteresan değil mi? Osmanlı İmparatorluğunu kuran Osman Bey’in dışındaki Padişahların annelerinin hepsi de yabancı! Padişahlar; esir, köle, devşirme veya armağan edilen cariyelerle evlenip çoluk çocuk sahibi oldular.
Padişah anaları arasında kimler yok ki? Bulgar, Sırp, Rus, Arnavut, Yunan, İspanyol, Venedikli, İtalyan, Fransız, Pontus, Bizans, Çingene, Çerkez…
Her ne kadar bazı yazarlar ısrarla Padişah analarının Türk olduklarını yazıyorlarsa da pek inandırıcı görülmüyor. Sanki bir ayıbı kapatma gayreti içindelermiş gibi görülüyorlar. Aynı şekilde aksi yönde yazanlar da var. Onlarda Padişah analarının tamamının yabancı olduklarını ısrarla yazıyorlar. Aslında, bazı Padişah analarının isimleri hala kesinlik kazanmış değil. Bunun dikkate alınması ve araştırılması gerekir.
Bu tip gayretkeşliğe gerek var mı? Olmamalı! Önemli olan Rus da, Yunanlıda, Sırp’ta olsa; Hıristiyan ya da Musevi de olsa bu kadınların saraya alındıkları, eğitildikleri, din olarak da İslâm’ı benimseyip seçtikleridir. İslam’ı seçtikten sonra ayıplamanın ya da ısrarla onları Türk gösterme gayreti içine girmenin kime yararı olur?
Padişah analarından Fatih Sultan Mehmet’in anası Despina’nın İslam’ı benimsemediği ve Hıristiyan olarak öldüğü yazılıp çizilmektedir. Bunun aksini iddia eden de vardır ve Despina’nın İslâm’ı kabul ettiği ve adının Mula Hatun olduğunu yazmaktadırlar. Bu iddiayı ise Topkapı Sarayında bulunan bir belge, yani Fatih Sultan Mehmet’in bir fermanı yalanlamaktadır. Bu fermanda Fatih sultan Mehmet Selânik’teki bir manastırı annesi Despina’ya bağışladığını yazmaktadır (K. Meram, Padişah Anaları, s 134-135).
Padişahların, üvey anaları dikkate alınmaz ise, anaları tek ama karıları çoktur. Buna bir de cariyeler eklenirse sürüsüne bereket denilir. Padişah kimlerle ne kadar yattı, bunun çetelesi tutulmamıştır ama Topkapı Sarayı gibi diğer Padişah saraylarında da onlarca, hatta yüzlerce cariye bulunduğu da unutulmamalıdır. Padişahlara güzel kızların sunulması hatta bunun yarış haline gelmesinin anlamı koltuk kapmadır! Nihayet Padişahlar da insandır, beşeri zaafları vardır, tutkulu, zevkleri vardır. Onlarca karı ile yatar, yüzlerce cariye ile halvet olursa elbette ki hem gücü tükenir hem de işleri aksatır. Böyle olunca da şirret başlar, başıbozukluk devam eder, isyan çıkar! Durumu idare etmek, tahtını kurtarmak ve saltanatını devam ettirebilmek için sadrazam, paşa ve nazırlar kurban verilir; boğdurmak, boyun vurdurmak, kılıçla baş koparmak sıradanlaşır.
Dikkat edilirse görülecektir ki Osmanlı Padişahları uzun ömürlü olmamışlardır. Örneğin en yaşlı Osmanlı Padişahı 36 yıl saltanat süren II. Padişah Orhan Bey’dir ve 81 yaşında vefat etmiştir. Onu 33 yıl saltanat süren II. Abdülhamit (76 yaş) takip etmektedir. V. Mehmet Reşat (74) ve Kanuni Sultan Süleyman (71), Osman Bey (68) ve V. Murat (65), I. Abdülhamit (64) ve III. Ahmet (63) izlemektedir.
Genel olarak Osmanlı Sultanları genç yaşta ölmüş ya da öldürülmüşlerdir. Örneğin Genç Osman 18 yaşında öldürülen en genç Padişah’tır. Genç Osmanı I. Ahmet (27), IV. Murat (28), IV. Mustafa (29), I. İbrahim (33), III. Mehmet (37), I. Abdülhamit (38) ve Çelebi Mehmet (39) izlemektedir.
Yaşı kemale erenlerin ölümleri neyse de genç ölümler hiç şüphesiz padişah analarını yakıp perişan etmiştir. Gelişen olaylarla tahttan indirilmek istenen, hatta ortadan kaldırılmak istenen padişahların analarının ne kadar üzüntü duyduğu ve eziyet çektiğini tahmin etmek güç değildir. Nihayet anadır. Evlat acısına dayanamaz!
Allah hiçbir anaya evlat acısı tattırmasın!
30 Ağustos 2011 Salı
BİN YAŞINDAKİ DOSTLAR! İbrahim BALCI
Benim dostlarım arasında bin yaşındakiler de var, kırk yaşındakiler de! Anam öldüğünde 79 yaşındaydı. “Ana seksene merdiven dayadın” dediğimde, “Yok, yok seksene daha çok var” der ve yaşlanmayı reddeder görünürdü. Neden hanımların, hanımannelerin çok büyük çoğunluğu yaşlarını küçük gösterme gayreti içine girerler. Sadece hanımlar mı? Elbette ki değil, erkekler arasında da yaşlanmayı hazmedemeyen o nedenle yaşını küçük gösterme gayreti içinde olanlar var. Böyle durumlarla karşılaştığımda güler geçerim. Başka ne yapabilirim ki?
Benim dostlarım arasında bin yaşında olanlar vardır. Hatta bin yaşın üzerinde olanlar ve sağlıklarını devam ettirenler vardır. Bunu tersten alırsan, çocuk yaşta olanlarla beraber, elli, yüz, iki yüz, üç yüz, dört yüz, beş yüz, altıyız, yedi yüz elli yaşında dostlarım vardır. Sık sık onlarla baş başa kalır, dostça konuşur dertleşiriz. Hemen her seferinde yaşın kaç diye sorar, yanıtını ben veririm: Yedi yüz elli. Tövbe tövbe, haksızlık yapmamalıyım benim en yakın dostum bin yüz elli yaşında, hala ayakta ve Sarıyer’im güzelim havasını solumaktadır.
Biz Sarıyerliler bu yaşlı dostları ne kadar tanıyoruz? Onları ziyaret ediyor muyuz? Neredeler, nerede otururlar biliyor muyuz? Gel de meraklanma? Sorma sağa sola bu yaşlıları!
Hem merakınızı gidermek isterim, hem de sizi kısa bir gezintiye götürmek isterim. Sarıyerlilerin bu güzel gezintiyi yapmaları zorunluluktur. Ben öyle kabul ediyorum. Ama yine çok iyi biliyorum ki: pek çok Sarıyerli bu gezintiyi yapmamıştır, bu yaşlıları görmüşse de tanımamıştır, onlarla dostluk kurmamış, arkadaşlık yapmamışlardır.
İsterseniz gezimize Bilezikçi Çiftliğinden başlayalım. Bilezikçi Çiftliği, Bahçeköy yolu üzerindedir. Çayırbaşı futbol sahası, eski kibrit fabrikası, çay paketleme fabrikası ve Bahçeköy caddesi üzerinde ve sol taraftaki gazino ve çay bahçelerini geçtikten sonra gelir. Önceleri şahıs malı iken birkaç kez el değiştirdi son sahibi Orman Fakültesi olup, alan araştırma alanı olarak kullanılmaktadır. Bilezikçi çiftliği ilçemizin en büyük ve önemli çiftliğidir ve 806 hektardır. Çiftliğin en yüksek noktası 236 metre ile Büyükdoğan tepesidir.
Bilezikçi Çiftliği Türk sinemacı ve televizyoncularının da vazgeçemedikleri büyük ve elverişli bir platodur. Nedense sinemacılar da, televizyoncular da benim yaşlı dostlarımı tanıyamamışlardır. Bu onlar için affedilemeyecek kadar büyük yanlışlıktır ve hatadır.
Bilezikçi çiftliği değişik ağaç türleri ile çok zengindir. Görülmeye değerdir ama ben derim ki esas görülmeye değer olan üç önemli çınar ağacıdır. Benim dostlarımın ismi şöyledir: Yorgun Çınar (Koca Çınar), Uyuyan Çınar ve Kardeş Çınarlar. Bu isimler bile size bir şeyler çağrıştırmalıdır. Yorgun Çınar (Koca Çınar) nedir? Uyuyan Çınar, Kardeş Çınarlar (İkiz Çınarlar) nedir? Neden bu isimlerle anılırlar? Gelin birlikte dolaşalım Bilezikçi çiftliğini.
Bilezikçi Çiftliğine girmek ücrete tabi değildir. Giriş kapısındaki görevlilerden izin alınabildiği gibi Orman Fakültesi Dekanlığından da izin alınabilir. Giriş kapısından içeri girer ve yüz metre kadar yürüdükten sonra sol tarafa dönülür (vasıta girebiliyor) yetmiş seksen metre gidilirse karşımıza muhteşem görünümü ile Kardeş Çınarlar çıkar. Aynı gövdeden olup, topraktan çıkışı ile birlikte ikiye ayrıldığı ve böyle büyüdüğü için bu çınara Kardeş Çınarlar ya da İkiz Çınarlar denilmektedir. İkiyiz elle-üç yüz yaşlarında olduğu düşünülmektedir. Kardeş çınarları görüp de altında durmayan ve bu muhteşem abideyi dakikalarca seyretmeyen, beş on kare fotoğrafını çekmeyen olamaz. Gövdesi, büyük ana dalları ve diğer dalları ile çok muhteşem bir manzara arz ederler.
Kardeş Çınarları seyrederken dikkat etmez isek hemen on onbeş metre aşağıdaki Yorgun Çınar göremeyiz. Benim bu yaşlı dostum hayata küsmüş gibidir. Sanki komşusu Kardeş Çınarlara darılmış, kızmıştır ya da kıskanmıştır. Zira bin yüz elli yaşın yorgunluğu altında ayakta durabilmek için direnmektedir. O nedenle komşu çınara özenerek bakmakta ve eski günlerini aramaktadır. Benim can dostum Yorgun Çınar tam tamamına bin yüz elli yaşındadır. Benden söylemesi, ben de işi bilenlerden duyup öğrendim! Yorgun Çınar’ın çevresi, göğüs hizasından 17 metredir. Yüksekliği en fazla 20 metre kadardır. Yorgun Çınar dış kabuğundan beslenmekte ve üst kısımlardan verdiği filizlerle yüksekliğini göstermektedir. Ağacın içi oyuktur. Daha doğrusu ağaç içinde 25-30 m2 kadar büyüklükte bir oda ya da büyük bir salon vardır. Salona iki yandan giriş bulunuyor. Çınarın salonu anımsatan gövde içi (karnı da denilebilir) , yakın yıllara kadar Bilezikçi Çiftliğine kış aylarında avlanmaya giden avcıları kar, yağmur, fırtına ve dondurucu soğuktan koruyan bir şevkat abidesidir.
Yorgun Çınar’ı görüp de hayranlık duymayan, ona saygı göstermeyen olamaz. Muhteşem bir tarihi anıttır. Herkesin görmesi, yakından hatta çok yakından izlemesi gerekir diye düşünüyorum. Bu abide ağacı koruma altındadır.
Bilezikçi Çiftliğinde bir diğer abide ağaç ise Uyuyan Çınar’dır. Gören herkesi kendisine hayran bırakan bu görkemli çınarın Türkiye’deki çınarlar içinde özel bir yeri vardır. Dünya üzerinde benzeri olmayan bir çınardır. O nedenle görenlerin saatlerce orada kalması, kare kare fotoğraf çekmesinin nedeni budur. Uyuyan Çınar denilmesinin nedeni dipten bir kolunun yere yatmış olması ve yerden on santim kadar bir yükseklikten elli altmış metre uzağa gitmesi ve adeta uyuyormuş gibi yere doğru uzanmasıdır. İkinci bir kolu üç beş metre gittikten sonra, önündeki göleti sanki bilerek yapılmış bir köprü gibi yükselerek aşması ve sonra yine yere doğru inerek uzayıp gitmesidir. Uyuyan Çınar’a Ahtapot Çınar, Sekiz Kolu Çınar da denilmektedir. Mustafa Aydemir’in ifadesiyle “… çınara uzaktan bakınca dinazorlar çağında meteor çarpmasıyla sırt üstü düşmüş dev bir canavara benziyor”. Çınar’ın gölete vuran aksi da ayrı bir güzellik meydana getiriyor. Yerden iki ayrı gövde olarak çıkan çınar’ın çok dallı gövdesinin çevre genişliği 8,4 metre, yüksekliği 35, izdüşümü ise 80 metre civarında olup her bir kolunun genişliği 4 metreden fazladır.
Yaşlı dostlarımı Bilezikçi Çiftliğinde bırakarak yola devam eder ve Rumelikavak meydanındaki arkadaşlarımın yanında dururum. Rumelikavak mahallesine ismini veren tarihi çınar ağaçlarının değişik yaş ve boylarda olanlarını görürüz meydanda. Kavak Hisarı olarak bilinen tarihi kalenin ana kapısının sol tarafındaki Çınar çıkar karşımıza. Görür görmez Oooo der hayret ettiğimizi belirtiriz. Yaşının saptanması olası değil. Ancak 750 yaş üzerinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çınar koruma altına alınmış, etrafına demir koruma yapılmış her hangi bir nedenle yıkılırsa tehlikeli olmasın diye! Ağacın içi boş, yani kovuk, üstelik koca çınar üçe ayrılmış. Ağacın gövdesi topraktan yukarıya doğru içten içe boşalmış, her parça kendi başına ayrı bir ağaçmış gibi! Bu anıt çınar ağacı da dış kabuğundan besleniyor. Çevresini ölçmedik ama 7-8 metrenin üzerine olmalıd! Ölçmeye kalksak doğruyu bulmak zor ama gerçekten ağaç bir anıt ağaç! Koruma altına alınan yaşlı çınar, bu yaşa nasıl gelmiş, bu kadar darbe gördükten sonra nasıl sürdürmüş yaşamını inanılır gibi değil. O nedenle bu görkemli ağacında seyrine doyum olmaz.
Yine Rumelikavak meydanındaki diğer çınar ağaçları da yaşları itibariyle ilgi çekici, Her biri üç yüz, dört yüz yaşı devirmiş, sağlıklı olarak yaşamlarını sürdürüyor. Rumelikavak ve çevresi Çınar ağaçları ile dolu. Adeta çınar denizi denilse yeridir. İskele Restaurant’ın bahçesindeki büyük çınar sağlığını yitirip gitti. Mezarlıkların yanındaki sıra çınarlardan başka Altınkum’daki Deni. Özel Eğitim Komutalığının piknik alanı içindeki devasa çınarlar da görülmeye değer.
Merkez Sarıyer’e adım attığımızda tarihi bir ağaç arar dururuz. Aklımıza her zaman Çınar gelecek değil ya! Esnafa, balıkçıya ya da yoldan gelip geçen her hangi bir kişiye sorsak bir tarihi ağaç var mı diye, hiç kimse deniz sahilindeki mor salkımı görün demez! Bilmezler İstanbul’daki en yaşlı mor salkım ağacının Sarıyer’de ve deniz sahilinde olduğunu. Sarıyer Ali Kethüda Camii arkasındaki lokantalardan birinin bahçesindedir bahsettiğimiz mor salkım ağacı. Bu ağacın değişik isimleri var. Örneğin; Sarıyer Sultan’ı, Mor Sultan, Çiçekli Ağaç gibi… Deniz sahilinde olmasına rağmen ağaç mükemmel büyümüş, yaşı iki yüzün hayli üzerinde olmalı. Yıllarca önce ölçenler 2004 demişlerdi! Her ne olursa olsun, deniz sahilinde ve tuzlu suyla haşir neşir olan bir mor salkım ağacının bu yaşa gelmesi gerçekten enteresandır. Ağaç dip kısmından itibaren içten içe çürümüş ve kovuk hale gelmiş. Dış kabuğundan beslenmesine rağmen mükemmel gelişme gösteriyor. On yıl kadar önce, hoyrat eller tarafından kesilip ortadan kaldırılmak istendiyse de halk izin vermedi. Ama öylesine hoyratça budandı ki bir kahvehane ve iki içkili gazinonun önüne boydan boya kaplayan bu ağacın dalları ve mükemmel yeşilliği yok edildi. Mor Salkım ağacının önce çiçeği gelir, yaz mevsiminde muhteşem güzelliğini sergileyerek çevresini çiçek denizine dönüştürür. Sonra da yeşilliğini döker gölgelik olarak. Sonbahara doğru yeniden çiçeklenir ve böylece muhteşem görüntüsü ile seyrine doyum olmaz bir anıt ağaç olarak Sarıyerlileri gölgesinde konuk eder. Hiç kimsenin aklına gelmez, bazı yıllar bu mor salkım ağacının bir ilkbahar sonu ve bir de yaz sonu iki defa çiçek açtığını!
Sarıyer’de bir diğer anıt ağaç Çırçır Suyu’ndadır. Çırçır Suyu mesire yerine giderken caddenin tam ortasında olup, koruma altındadır. Ağacın çevresi 5.50 metre ve içi kovuk, dış kabuklarından beslenen devasa bir çınar ağacı! Yaşı da dört yüzün üzerinde olup cadde üzerinde olduğu için her an yıkılma tehlikesi içinde bulunmaktadır. Yine Sarıyer’de ve karakol binasının karşısındaki sette bulunan dev Ihlamur ağacı da görülmeye değer ağaçlardandır.
Bahçeköy sınırları içindeki Belgrad ormanında değişik türde yaşlı ağaçlar vardır. Sırf bu ağaçları görmek için değil, ülkemizin en bakımlı ormanlarından biri olan ve piknik yerleri, kemerleri ve bentleri ile müthiş tarihi dokuyu bünyesinde taşıyan Belgrad Ormanını görmek elbette ki meraklıların hem özlemi ve hem de görevi olmalıdır. Zira gezi süresince Belgrad Ormanında unutulmayacak anıları yaşayacak, uzun günlerin ve boğucu sıcakların sürdüğü yaz aylarında, gökyüzünü göremeyecek, güneşi takip edemeyecek kadar koyu bir ağaçlık ve yeşillik alan içinde bulacaktır kendini. Böyle bir ortamı bulmak asla kolay değildir ama Sarıyer’de Belgrad Ormanlarında vardır.
Yaşlı dostlarım vardır Sarıyer’in değişik yerlerinde! Onları ziyaret etmek, hal ve hatırlarını sormak isterim her zaman. Fırsat geçtikçe elime yollara düşer dolaşır durur, seyrederim onları. Gülerim, güldüklerini hissederim, okşarım kabuklaşmış gövdelerini, büyük haz duyarım, onların dünyalarında yaşamaya çalışırım. Seyrine doyamadığım iki yaşlı çınar ağacı var Zekeriyaköy’de! Biri köy kahvesinin karşısında ve çeşmenin yanı başında! Bütün görkemi ile ayakta dikilmiş duruyor. Eğer caddeyi boydan boya geçen ve metrelerce öteye giden büyük dal kesilmeseydi, her halde görkemi daha da göz alıcı olurdu. Bu ağaca halk arasında “Köy ağası” denildiği söylenir. Efsanesi nedir bilinmez ama bir söylenceye göre bu ağacı köye ismini veren ve mezarı muhtarlık binası yanında olan Zekeriya isimli bir erenin diktiği söylenir. Zekeriyaköy Sarıyer’in en eski yerleşim bölgelerinden biridir. Bu köyde Hıristiyanlara rastlanmadığı da söylenegelir. Çok sağlıklı görünün bu dev çınar ağacının çevresi dipten 11 metre, göğüs hizasından 8 metredir. Yaşının ise 750 – 800 civarında olduğu söylenir. Gerçekten görülmeye değer olan bu bir çınar ağacı etrafı çevrilerek koruma altına alınmıştır.
Zekeriyaköy’de ikinci büyük çınar ağacı muhtarlık binası ile köy kahvesi arasındadır. Çok sağlıklı olan bu çınar ağacının çevresi 7,5 metre yaşı ise 400 – 450 arasındadır.
Sarıyer’in sayfiye yerlerinden Kilyos’ta da bir çınar ağacı bulunmaktadır. Kilyos kalesi içindeki bu çınarın, Kilyos kalesinin Osmanlılar tarafından alındığı 1460 yılında dikildiği ağaç üzerindeki etikette yazılıdır. Etiket dikkate alınırsa (2000 yılı itibariyle) Çınar’ın yaşı 540, boyu 28 metre, göğüs hizasından çevresi 5.40 metredir. Ağaç bakımlı ve çok sağlıklıdır. Hemen hemen hiç darbe almamıştır ve görülmeye değer bir ağaçtır.
Yenimahalle de eski Yeşilpark (Balıkçı restaurantın bahçesinde, halen kapalı) olan mahallede bulunan hayli görkemli bir çınar ağacı daha vardır. Çok sağlıklı olan bu çınarın çevresi 3.70 metre yaşı ise 200-250 civarındadır. Yenimahalle Üzengi Ağa Sokağı üzerinde özel bir mülkiyet içinde bulunan dev bir çam ağacıda görülmeye değer niteliktedir. Bu çamın yaşının 300’ün üzerinde olması muhtemeldir.
Büyükdere’de yaşlı ağaçlar bakımından zengin bir mahalledir. Büyükdere çarşı indeki Rum kilisesi bahçesinde, Sarıyer Belediyesi Başkanlık binasının girişinde sağ ve soldaki iki çınar da yaşlı çınarlardandır.
Kireçburnu İshak Ağa Camii bahçesinde de yaşlı iki çınar ağacı dikkat çeker.
Tarabya’da da hayli yaşlı çınar ağaçları bulunmaktadır. Bunlardan biri deniz kenarındaki parkın içindedir ve çevresi 9 metre civarında, yaşı da 400 ün üzerinde olup, fevkalade bakımlı ve görülmeye değer bir ağaçtır. Tarabya Karakol’a yanındaki Çınar ağacı da hayli yaşlı bir ağaçtır. Tarabya dere içinde ve Tarabya Spor Kulübünün önündeki (caddenin tam ortasında) çınar ağacı hem çok sağlıklı ve hem de devasa bir ağaçtır.
Sarıyer’in hemen her yerleşim bölgesinde bir veya birkaç tarihi ağaç bulunmaktadır. Örneğin Yeniköy limanı karşısındaki parkta bulunan Çınar ile Yeniköy çarşısı ve kilise bahçesindeki çınar ağaçları; İstinye girişinde ve sağ taraftaki Han Cafe bahçesindeki çınar; Emirgan’da meşhur Çınaraltı mevkiindeki dizi dizi çınar ağaçları; Baltalimanı Hastanesi bahçesindeki çınar, atkestanesi ve lale ağaçları Sarıyer’imizin görülmeye değer ağaçlarıdır.
Sarıyer’in görülmeye değer anıt ağaçlarını yerinde gidip görmek az bir şey mi? Yorgun Çınar, Uyuyan Çınar’ı, Mor Salkımı, Atkestanesi’ni, Lale ağaçlarını görmek aslında büyük bir ihtiyaç olmalıdır. Bunları görebilmek için Kaymakamlıkça, Belediyeci servisler konulmalı, şirketlerce turlar düzenlenmeli; tarihi ve anıt ağaçlar efsaneleriyle beraber izleyicilere anlatılmalıdır.
Markalaşması istenilen Sarıyer’in henüz anıt ağaçlarının tespit edilememiş olması büyük bir noksanlıktır. Yine aynı şekilde tarihi eserlerinin, kaynak sularının, tarihi çeşmelerinin, tarihi köşk, yalı; dalyan yerleri, korulukları tespit edilememiş olması ve envanterlerinin çıkarılamamış olması kayıptan öte çok büyük ayıptır.
Türkiye’nin en bakımlı ormanlarından birinin Sarıyer’imizde olması, yine en büyük çiftliklerinden birkaçının ilçe sınırlarımızın içinde bulunması ilçemizin markalaşması yolunda vereceği uğraşta bir şans değil midir?
Müze bakımından da şanslı sayılırız ama yeteri kadar değerlendirebilmiş değiliz. Rumelihisar Kalesi uzun yıllardan beri müze olarak kullanılıyor, binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Yine Rumelihisarı’nda Duatepe mevkiinde Serpuş (Şapka) müzesi var; Emirgan’da Sapancı Müzesi, Büyükdere’de Sadberg Hanım Müzeleri var. Bu müzeler çok büyük ve önemli müzeler olmasına rağmen yine de müze eksikliği var. Örneğin; Türkiye’nin en büyük balıkçı köylerinin v e balıkçılarının bulunduğu ilçemizde neden bir balıkçılık müzesi olmasın? Türkiye’nin en bakımlı ormanının bulunduğu ilçemizde neden bir ormancılık müzesi olmasın? Elbette ki Sarıyer’in markalaşması için çok daha büyük projelere el atılması gerekmektedir. Ama ne olursa olsun bir yerden başlanmalıdır. Bu konuda yerel yönetimle birlikte sivil toplum kuruluşlarının (STK) da gayret göstermeleri gerekmektedir. Bu konuda herkesten duyarlı olmasını bekliyoruz.
Bin yaşındaki dostlarımdan bahsederken işi sarpa sardık ve anıt ağaçlardan uzaklaşıp müzeler sokağında bulduk kendimizi. Oysa konumuz müzeler değil. Sarıyer’in tarihi ağaçları ve benim yaşlı dostlarımdı.
Dolaşıp duruyor, kendimi yaşlı dostlarımın arasında buluyorum. Benim bin yaşındaki dostlarım, beni yalnız bırakmayan ve terk etmeyen yoldaşlarım. Baskılara boyun eğmeyin, yaşayın dilediğiniz gibi, hür ve kardeşçesine!
23.07.2011
Benim dostlarım arasında bin yaşında olanlar vardır. Hatta bin yaşın üzerinde olanlar ve sağlıklarını devam ettirenler vardır. Bunu tersten alırsan, çocuk yaşta olanlarla beraber, elli, yüz, iki yüz, üç yüz, dört yüz, beş yüz, altıyız, yedi yüz elli yaşında dostlarım vardır. Sık sık onlarla baş başa kalır, dostça konuşur dertleşiriz. Hemen her seferinde yaşın kaç diye sorar, yanıtını ben veririm: Yedi yüz elli. Tövbe tövbe, haksızlık yapmamalıyım benim en yakın dostum bin yüz elli yaşında, hala ayakta ve Sarıyer’im güzelim havasını solumaktadır.
Biz Sarıyerliler bu yaşlı dostları ne kadar tanıyoruz? Onları ziyaret ediyor muyuz? Neredeler, nerede otururlar biliyor muyuz? Gel de meraklanma? Sorma sağa sola bu yaşlıları!
Hem merakınızı gidermek isterim, hem de sizi kısa bir gezintiye götürmek isterim. Sarıyerlilerin bu güzel gezintiyi yapmaları zorunluluktur. Ben öyle kabul ediyorum. Ama yine çok iyi biliyorum ki: pek çok Sarıyerli bu gezintiyi yapmamıştır, bu yaşlıları görmüşse de tanımamıştır, onlarla dostluk kurmamış, arkadaşlık yapmamışlardır.
İsterseniz gezimize Bilezikçi Çiftliğinden başlayalım. Bilezikçi Çiftliği, Bahçeköy yolu üzerindedir. Çayırbaşı futbol sahası, eski kibrit fabrikası, çay paketleme fabrikası ve Bahçeköy caddesi üzerinde ve sol taraftaki gazino ve çay bahçelerini geçtikten sonra gelir. Önceleri şahıs malı iken birkaç kez el değiştirdi son sahibi Orman Fakültesi olup, alan araştırma alanı olarak kullanılmaktadır. Bilezikçi çiftliği ilçemizin en büyük ve önemli çiftliğidir ve 806 hektardır. Çiftliğin en yüksek noktası 236 metre ile Büyükdoğan tepesidir.
Bilezikçi Çiftliği Türk sinemacı ve televizyoncularının da vazgeçemedikleri büyük ve elverişli bir platodur. Nedense sinemacılar da, televizyoncular da benim yaşlı dostlarımı tanıyamamışlardır. Bu onlar için affedilemeyecek kadar büyük yanlışlıktır ve hatadır.
Bilezikçi çiftliği değişik ağaç türleri ile çok zengindir. Görülmeye değerdir ama ben derim ki esas görülmeye değer olan üç önemli çınar ağacıdır. Benim dostlarımın ismi şöyledir: Yorgun Çınar (Koca Çınar), Uyuyan Çınar ve Kardeş Çınarlar. Bu isimler bile size bir şeyler çağrıştırmalıdır. Yorgun Çınar (Koca Çınar) nedir? Uyuyan Çınar, Kardeş Çınarlar (İkiz Çınarlar) nedir? Neden bu isimlerle anılırlar? Gelin birlikte dolaşalım Bilezikçi çiftliğini.
Bilezikçi Çiftliğine girmek ücrete tabi değildir. Giriş kapısındaki görevlilerden izin alınabildiği gibi Orman Fakültesi Dekanlığından da izin alınabilir. Giriş kapısından içeri girer ve yüz metre kadar yürüdükten sonra sol tarafa dönülür (vasıta girebiliyor) yetmiş seksen metre gidilirse karşımıza muhteşem görünümü ile Kardeş Çınarlar çıkar. Aynı gövdeden olup, topraktan çıkışı ile birlikte ikiye ayrıldığı ve böyle büyüdüğü için bu çınara Kardeş Çınarlar ya da İkiz Çınarlar denilmektedir. İkiyiz elle-üç yüz yaşlarında olduğu düşünülmektedir. Kardeş çınarları görüp de altında durmayan ve bu muhteşem abideyi dakikalarca seyretmeyen, beş on kare fotoğrafını çekmeyen olamaz. Gövdesi, büyük ana dalları ve diğer dalları ile çok muhteşem bir manzara arz ederler.
Kardeş Çınarları seyrederken dikkat etmez isek hemen on onbeş metre aşağıdaki Yorgun Çınar göremeyiz. Benim bu yaşlı dostum hayata küsmüş gibidir. Sanki komşusu Kardeş Çınarlara darılmış, kızmıştır ya da kıskanmıştır. Zira bin yüz elli yaşın yorgunluğu altında ayakta durabilmek için direnmektedir. O nedenle komşu çınara özenerek bakmakta ve eski günlerini aramaktadır. Benim can dostum Yorgun Çınar tam tamamına bin yüz elli yaşındadır. Benden söylemesi, ben de işi bilenlerden duyup öğrendim! Yorgun Çınar’ın çevresi, göğüs hizasından 17 metredir. Yüksekliği en fazla 20 metre kadardır. Yorgun Çınar dış kabuğundan beslenmekte ve üst kısımlardan verdiği filizlerle yüksekliğini göstermektedir. Ağacın içi oyuktur. Daha doğrusu ağaç içinde 25-30 m2 kadar büyüklükte bir oda ya da büyük bir salon vardır. Salona iki yandan giriş bulunuyor. Çınarın salonu anımsatan gövde içi (karnı da denilebilir) , yakın yıllara kadar Bilezikçi Çiftliğine kış aylarında avlanmaya giden avcıları kar, yağmur, fırtına ve dondurucu soğuktan koruyan bir şevkat abidesidir.
Yorgun Çınar’ı görüp de hayranlık duymayan, ona saygı göstermeyen olamaz. Muhteşem bir tarihi anıttır. Herkesin görmesi, yakından hatta çok yakından izlemesi gerekir diye düşünüyorum. Bu abide ağacı koruma altındadır.
Bilezikçi Çiftliğinde bir diğer abide ağaç ise Uyuyan Çınar’dır. Gören herkesi kendisine hayran bırakan bu görkemli çınarın Türkiye’deki çınarlar içinde özel bir yeri vardır. Dünya üzerinde benzeri olmayan bir çınardır. O nedenle görenlerin saatlerce orada kalması, kare kare fotoğraf çekmesinin nedeni budur. Uyuyan Çınar denilmesinin nedeni dipten bir kolunun yere yatmış olması ve yerden on santim kadar bir yükseklikten elli altmış metre uzağa gitmesi ve adeta uyuyormuş gibi yere doğru uzanmasıdır. İkinci bir kolu üç beş metre gittikten sonra, önündeki göleti sanki bilerek yapılmış bir köprü gibi yükselerek aşması ve sonra yine yere doğru inerek uzayıp gitmesidir. Uyuyan Çınar’a Ahtapot Çınar, Sekiz Kolu Çınar da denilmektedir. Mustafa Aydemir’in ifadesiyle “… çınara uzaktan bakınca dinazorlar çağında meteor çarpmasıyla sırt üstü düşmüş dev bir canavara benziyor”. Çınar’ın gölete vuran aksi da ayrı bir güzellik meydana getiriyor. Yerden iki ayrı gövde olarak çıkan çınar’ın çok dallı gövdesinin çevre genişliği 8,4 metre, yüksekliği 35, izdüşümü ise 80 metre civarında olup her bir kolunun genişliği 4 metreden fazladır.
Yaşlı dostlarımı Bilezikçi Çiftliğinde bırakarak yola devam eder ve Rumelikavak meydanındaki arkadaşlarımın yanında dururum. Rumelikavak mahallesine ismini veren tarihi çınar ağaçlarının değişik yaş ve boylarda olanlarını görürüz meydanda. Kavak Hisarı olarak bilinen tarihi kalenin ana kapısının sol tarafındaki Çınar çıkar karşımıza. Görür görmez Oooo der hayret ettiğimizi belirtiriz. Yaşının saptanması olası değil. Ancak 750 yaş üzerinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Çınar koruma altına alınmış, etrafına demir koruma yapılmış her hangi bir nedenle yıkılırsa tehlikeli olmasın diye! Ağacın içi boş, yani kovuk, üstelik koca çınar üçe ayrılmış. Ağacın gövdesi topraktan yukarıya doğru içten içe boşalmış, her parça kendi başına ayrı bir ağaçmış gibi! Bu anıt çınar ağacı da dış kabuğundan besleniyor. Çevresini ölçmedik ama 7-8 metrenin üzerine olmalıd! Ölçmeye kalksak doğruyu bulmak zor ama gerçekten ağaç bir anıt ağaç! Koruma altına alınan yaşlı çınar, bu yaşa nasıl gelmiş, bu kadar darbe gördükten sonra nasıl sürdürmüş yaşamını inanılır gibi değil. O nedenle bu görkemli ağacında seyrine doyum olmaz.
Yine Rumelikavak meydanındaki diğer çınar ağaçları da yaşları itibariyle ilgi çekici, Her biri üç yüz, dört yüz yaşı devirmiş, sağlıklı olarak yaşamlarını sürdürüyor. Rumelikavak ve çevresi Çınar ağaçları ile dolu. Adeta çınar denizi denilse yeridir. İskele Restaurant’ın bahçesindeki büyük çınar sağlığını yitirip gitti. Mezarlıkların yanındaki sıra çınarlardan başka Altınkum’daki Deni. Özel Eğitim Komutalığının piknik alanı içindeki devasa çınarlar da görülmeye değer.
Merkez Sarıyer’e adım attığımızda tarihi bir ağaç arar dururuz. Aklımıza her zaman Çınar gelecek değil ya! Esnafa, balıkçıya ya da yoldan gelip geçen her hangi bir kişiye sorsak bir tarihi ağaç var mı diye, hiç kimse deniz sahilindeki mor salkımı görün demez! Bilmezler İstanbul’daki en yaşlı mor salkım ağacının Sarıyer’de ve deniz sahilinde olduğunu. Sarıyer Ali Kethüda Camii arkasındaki lokantalardan birinin bahçesindedir bahsettiğimiz mor salkım ağacı. Bu ağacın değişik isimleri var. Örneğin; Sarıyer Sultan’ı, Mor Sultan, Çiçekli Ağaç gibi… Deniz sahilinde olmasına rağmen ağaç mükemmel büyümüş, yaşı iki yüzün hayli üzerinde olmalı. Yıllarca önce ölçenler 2004 demişlerdi! Her ne olursa olsun, deniz sahilinde ve tuzlu suyla haşir neşir olan bir mor salkım ağacının bu yaşa gelmesi gerçekten enteresandır. Ağaç dip kısmından itibaren içten içe çürümüş ve kovuk hale gelmiş. Dış kabuğundan beslenmesine rağmen mükemmel gelişme gösteriyor. On yıl kadar önce, hoyrat eller tarafından kesilip ortadan kaldırılmak istendiyse de halk izin vermedi. Ama öylesine hoyratça budandı ki bir kahvehane ve iki içkili gazinonun önüne boydan boya kaplayan bu ağacın dalları ve mükemmel yeşilliği yok edildi. Mor Salkım ağacının önce çiçeği gelir, yaz mevsiminde muhteşem güzelliğini sergileyerek çevresini çiçek denizine dönüştürür. Sonra da yeşilliğini döker gölgelik olarak. Sonbahara doğru yeniden çiçeklenir ve böylece muhteşem görüntüsü ile seyrine doyum olmaz bir anıt ağaç olarak Sarıyerlileri gölgesinde konuk eder. Hiç kimsenin aklına gelmez, bazı yıllar bu mor salkım ağacının bir ilkbahar sonu ve bir de yaz sonu iki defa çiçek açtığını!
Sarıyer’de bir diğer anıt ağaç Çırçır Suyu’ndadır. Çırçır Suyu mesire yerine giderken caddenin tam ortasında olup, koruma altındadır. Ağacın çevresi 5.50 metre ve içi kovuk, dış kabuklarından beslenen devasa bir çınar ağacı! Yaşı da dört yüzün üzerinde olup cadde üzerinde olduğu için her an yıkılma tehlikesi içinde bulunmaktadır. Yine Sarıyer’de ve karakol binasının karşısındaki sette bulunan dev Ihlamur ağacı da görülmeye değer ağaçlardandır.
Bahçeköy sınırları içindeki Belgrad ormanında değişik türde yaşlı ağaçlar vardır. Sırf bu ağaçları görmek için değil, ülkemizin en bakımlı ormanlarından biri olan ve piknik yerleri, kemerleri ve bentleri ile müthiş tarihi dokuyu bünyesinde taşıyan Belgrad Ormanını görmek elbette ki meraklıların hem özlemi ve hem de görevi olmalıdır. Zira gezi süresince Belgrad Ormanında unutulmayacak anıları yaşayacak, uzun günlerin ve boğucu sıcakların sürdüğü yaz aylarında, gökyüzünü göremeyecek, güneşi takip edemeyecek kadar koyu bir ağaçlık ve yeşillik alan içinde bulacaktır kendini. Böyle bir ortamı bulmak asla kolay değildir ama Sarıyer’de Belgrad Ormanlarında vardır.
Yaşlı dostlarım vardır Sarıyer’in değişik yerlerinde! Onları ziyaret etmek, hal ve hatırlarını sormak isterim her zaman. Fırsat geçtikçe elime yollara düşer dolaşır durur, seyrederim onları. Gülerim, güldüklerini hissederim, okşarım kabuklaşmış gövdelerini, büyük haz duyarım, onların dünyalarında yaşamaya çalışırım. Seyrine doyamadığım iki yaşlı çınar ağacı var Zekeriyaköy’de! Biri köy kahvesinin karşısında ve çeşmenin yanı başında! Bütün görkemi ile ayakta dikilmiş duruyor. Eğer caddeyi boydan boya geçen ve metrelerce öteye giden büyük dal kesilmeseydi, her halde görkemi daha da göz alıcı olurdu. Bu ağaca halk arasında “Köy ağası” denildiği söylenir. Efsanesi nedir bilinmez ama bir söylenceye göre bu ağacı köye ismini veren ve mezarı muhtarlık binası yanında olan Zekeriya isimli bir erenin diktiği söylenir. Zekeriyaköy Sarıyer’in en eski yerleşim bölgelerinden biridir. Bu köyde Hıristiyanlara rastlanmadığı da söylenegelir. Çok sağlıklı görünün bu dev çınar ağacının çevresi dipten 11 metre, göğüs hizasından 8 metredir. Yaşının ise 750 – 800 civarında olduğu söylenir. Gerçekten görülmeye değer olan bu bir çınar ağacı etrafı çevrilerek koruma altına alınmıştır.
Zekeriyaköy’de ikinci büyük çınar ağacı muhtarlık binası ile köy kahvesi arasındadır. Çok sağlıklı olan bu çınar ağacının çevresi 7,5 metre yaşı ise 400 – 450 arasındadır.
Sarıyer’in sayfiye yerlerinden Kilyos’ta da bir çınar ağacı bulunmaktadır. Kilyos kalesi içindeki bu çınarın, Kilyos kalesinin Osmanlılar tarafından alındığı 1460 yılında dikildiği ağaç üzerindeki etikette yazılıdır. Etiket dikkate alınırsa (2000 yılı itibariyle) Çınar’ın yaşı 540, boyu 28 metre, göğüs hizasından çevresi 5.40 metredir. Ağaç bakımlı ve çok sağlıklıdır. Hemen hemen hiç darbe almamıştır ve görülmeye değer bir ağaçtır.
Yenimahalle de eski Yeşilpark (Balıkçı restaurantın bahçesinde, halen kapalı) olan mahallede bulunan hayli görkemli bir çınar ağacı daha vardır. Çok sağlıklı olan bu çınarın çevresi 3.70 metre yaşı ise 200-250 civarındadır. Yenimahalle Üzengi Ağa Sokağı üzerinde özel bir mülkiyet içinde bulunan dev bir çam ağacıda görülmeye değer niteliktedir. Bu çamın yaşının 300’ün üzerinde olması muhtemeldir.
Büyükdere’de yaşlı ağaçlar bakımından zengin bir mahalledir. Büyükdere çarşı indeki Rum kilisesi bahçesinde, Sarıyer Belediyesi Başkanlık binasının girişinde sağ ve soldaki iki çınar da yaşlı çınarlardandır.
Kireçburnu İshak Ağa Camii bahçesinde de yaşlı iki çınar ağacı dikkat çeker.
Tarabya’da da hayli yaşlı çınar ağaçları bulunmaktadır. Bunlardan biri deniz kenarındaki parkın içindedir ve çevresi 9 metre civarında, yaşı da 400 ün üzerinde olup, fevkalade bakımlı ve görülmeye değer bir ağaçtır. Tarabya Karakol’a yanındaki Çınar ağacı da hayli yaşlı bir ağaçtır. Tarabya dere içinde ve Tarabya Spor Kulübünün önündeki (caddenin tam ortasında) çınar ağacı hem çok sağlıklı ve hem de devasa bir ağaçtır.
Sarıyer’in hemen her yerleşim bölgesinde bir veya birkaç tarihi ağaç bulunmaktadır. Örneğin Yeniköy limanı karşısındaki parkta bulunan Çınar ile Yeniköy çarşısı ve kilise bahçesindeki çınar ağaçları; İstinye girişinde ve sağ taraftaki Han Cafe bahçesindeki çınar; Emirgan’da meşhur Çınaraltı mevkiindeki dizi dizi çınar ağaçları; Baltalimanı Hastanesi bahçesindeki çınar, atkestanesi ve lale ağaçları Sarıyer’imizin görülmeye değer ağaçlarıdır.
Sarıyer’in görülmeye değer anıt ağaçlarını yerinde gidip görmek az bir şey mi? Yorgun Çınar, Uyuyan Çınar’ı, Mor Salkımı, Atkestanesi’ni, Lale ağaçlarını görmek aslında büyük bir ihtiyaç olmalıdır. Bunları görebilmek için Kaymakamlıkça, Belediyeci servisler konulmalı, şirketlerce turlar düzenlenmeli; tarihi ve anıt ağaçlar efsaneleriyle beraber izleyicilere anlatılmalıdır.
Markalaşması istenilen Sarıyer’in henüz anıt ağaçlarının tespit edilememiş olması büyük bir noksanlıktır. Yine aynı şekilde tarihi eserlerinin, kaynak sularının, tarihi çeşmelerinin, tarihi köşk, yalı; dalyan yerleri, korulukları tespit edilememiş olması ve envanterlerinin çıkarılamamış olması kayıptan öte çok büyük ayıptır.
Türkiye’nin en bakımlı ormanlarından birinin Sarıyer’imizde olması, yine en büyük çiftliklerinden birkaçının ilçe sınırlarımızın içinde bulunması ilçemizin markalaşması yolunda vereceği uğraşta bir şans değil midir?
Müze bakımından da şanslı sayılırız ama yeteri kadar değerlendirebilmiş değiliz. Rumelihisar Kalesi uzun yıllardan beri müze olarak kullanılıyor, binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Yine Rumelihisarı’nda Duatepe mevkiinde Serpuş (Şapka) müzesi var; Emirgan’da Sapancı Müzesi, Büyükdere’de Sadberg Hanım Müzeleri var. Bu müzeler çok büyük ve önemli müzeler olmasına rağmen yine de müze eksikliği var. Örneğin; Türkiye’nin en büyük balıkçı köylerinin v e balıkçılarının bulunduğu ilçemizde neden bir balıkçılık müzesi olmasın? Türkiye’nin en bakımlı ormanının bulunduğu ilçemizde neden bir ormancılık müzesi olmasın? Elbette ki Sarıyer’in markalaşması için çok daha büyük projelere el atılması gerekmektedir. Ama ne olursa olsun bir yerden başlanmalıdır. Bu konuda yerel yönetimle birlikte sivil toplum kuruluşlarının (STK) da gayret göstermeleri gerekmektedir. Bu konuda herkesten duyarlı olmasını bekliyoruz.
Bin yaşındaki dostlarımdan bahsederken işi sarpa sardık ve anıt ağaçlardan uzaklaşıp müzeler sokağında bulduk kendimizi. Oysa konumuz müzeler değil. Sarıyer’in tarihi ağaçları ve benim yaşlı dostlarımdı.
Dolaşıp duruyor, kendimi yaşlı dostlarımın arasında buluyorum. Benim bin yaşındaki dostlarım, beni yalnız bırakmayan ve terk etmeyen yoldaşlarım. Baskılara boyun eğmeyin, yaşayın dilediğiniz gibi, hür ve kardeşçesine!
23.07.2011
İCRAAT YOK!
Olaylar peşi sıra gelmese, kalem erbapları olayları yazmasa, duruma şahit olanlarla sözlü tarih çalışması yapılmasa bir süre sonra yaşananlar unutulup gider, iz bile bırakmaz! O günleri yaşıyoruz. Sarıyer’de önce Emniyet Amirliği gitti kimsenin kılı kıpırdamadı, sonra kaymakamlık gitti oralı olan olmadı! Adliye sırra kadem basmak üzere iken ancak sivil toplum kuruluşları (STP) ve duyarlı Sarıyerlilerin bir kısmı hareketlenebildi, ağırlıklarını ortaya koymaya başladılar ki hemen Başbakan R.T. Erdoğan’dan yanıt geldi. “Sarıyer Adliyesi Çağlayan’a gidecek, işler kolaylaşacak”. Başbakan’ın bu çıkışı ile olay bitmiş sayılır.
Sarıyerliler bugüne kadar neredeydi? Hiç diyarlılık göstermediler ve sadece konuştular. Bence bizde söz var ama icraat yok ! Çünkü Sarıyerliler çok konuşur ama işe geldi mi herkes işin bir ucundan tutacak yerde sadece konuşur, işe gelince seyreder. Adliye olayında gösterilen tepki Emniyet Müdürlüğü giderken gösterilseydi çok şeyler önlenebilirdi.
Şimdi gündemde Sarıyer Spor Kulübü var! Hani ağzı laf yapan ama sadece seyretmek ve laf üretmekle kendini görevli sayanların devamlı ahkâm kestiği ama hiç de olumlu bir adım atmayanların d linden düşürmediği Sarıyer Spor kulübü!
Kulübün üyesidirler aidatlarını yatırmazlar, kulübün maçlarına gelmezler, kulübün her hangi bir etkinliğine katılmazlar ama ahkâm kesmekten de geri durmazlar. Mübarek hepsi akıl hocası! Durduk yerde kulübü şampiyon yaparlar; küme düşürürler, ele güne rezil hale getirirler, hizmet edenlere olmadık laf ederler sonra da kıs kıs gülerler! Ve bunlar Sarıyerliyim diye geçinir. Kulübe hizmeti görev kabul edenleri en ağır şekilde yererler, yere vururlar, sövmeyi kendilerinin hakkı sayarlar ama bir türlü adam olmadıklarını, olamayacaklarını, yaptıkları işin ahlaksızlık olduğunu anlamazlar, anlamak istemezler. Aslında onların yaptığı kedinin ciğere uzanamayınca murdarsın diye bağırmasıdır.
Sarıyer Spor Kulübü son beş altı yıldır büyük güçlüklerle savaşıyor. Bir dönem görev yapan ikinci bir dönem görev almıyor. Sarıyer’de eskisi gibi de rant yok! O nedenle yönetime talip olan da olmuyor. Talip olanları da kendini adam zannedenler, yani ciğere murdarsın diye bağıranlar amansızca eleştiriyor ve kaçmalarına sebep oluyorlar! Kendilerini bir türlü kulübün içinde bulamayan bazı salyaları sürekli akanların hezeyanları kulübe o kadar büyük zarar veriyor ki, onlarda bunu anlayacak ne akıl ve ne de izan var! Ama Sarıyerliliği de kimseye bırakmazlar!
4500 üyeliği Sarıyer Spor Kulübünde (bu sayının 2000 ni ölü kabul edilsin) aidatını yatıran üye sayısı sadece 150 kişi! Peki nasıl olacak büyüme? Nasıl olacak yönetim kurulu oluşturma? Nasıl olacak bir başkan adayı bulma?
“Sarıyerli olunmaz Sarıyerli doğulur Sarıyerli olmayan o.. çocuğudur” diye bağıran veya çocukları bağırtanların yarattığı çirkinliğin dışında kulübe verdikleri zararın ne denli büyük olduğunu anlayabiliyorlar mı? Akıllarına bile gelmez! Onlara “Dur” bile denmez. Yahu, böyle sözleri duyanlar yönetim kuruluna girmek ister mi? Adam neden durup dururken o. Çocuğu olsun ki?
Şimdi iki aydan beri kulübe başkan arıyoruz, yönetici arıyoruz. Görev almayan kulüp başkanına “Yönetilen olma, yöneten ol” tavsiyesinde bulunan zavallının, bir de ürkütücü muhatabı var: “Derin Sarıyer”. Derin Sarıyer’in görevi Kulübü yönlendirme, isteyeni seçtirme, isteyeni, başkan, isteyeni, yönetici yapma, yönetimin, teknik elemanların değil, kendi istediği futbolcuları transfer etme; yönetime baskı kurarak etki altına bırakmak ve kulübü yönetim dışından idare etmek! Bu “Derin Sarıyer”in iki kişiden oluştuğu savı da var! Bunlardan biri de Benim! Yani ben kulüple ilgilenmesem her şey düzelecek!!! Hemen isteklerine uydum ve ilgilenmedim kulüple! Ama baktım ki olmuyor. Çünkü Kulüp başkanı arıyor, yönetici arıyor, belediye başkanı arıyor ve hatta kulüp çalışanı arıyor neler yapılması gerektiğini soruyorlar, yapılacak acil bir işin bilgi ya da yardım istiyorlar.
A! Adamlıktan nasibini almayan, alamayan zavallı! Derin Sarıyer diye nitelendirdiğiniz kişi bu isteklere “Hayır mı “ desin? İlgilenmem mi desin? Öylemi istiyorsunuz? Çok istediniz akıl vermeye kalktınız ama Mehmet Akdağ’da görev alamayacağını bildirdi. Kime Derin Sarıyer’e! Demek ki senden akıl almamış, yani seni adam yerine koymamış! Peki, senin durumun ne? Bir aydır başkan arıyoruz, yönetici arıyoruz, üst üste toplantılar yapıyoruz takip ediyor musunuz? Bir başkan öneriniz var mı? Kaç kişiyi yönetici olmaları için ikna ettiniz?
Sarıyer Spor Kulübümüz zor günler geçiriyor. Kulübü sevenler ve yıllarca hizmet edenler seferber olmuşlar bir çıkış yolu arıyorlar, bu yolda herkesin yardımcı olması gerekiyor. Elbette ki zor günlerin arkada bırakılacağı günler de gelecek! Bu günleri de getirecek olan yine Sarıyerlilerdir, bizleriz!
Öyle zannediyorum ki bu hafta içinde özlenen ahenk yaratılacak ve kulübümüzü mutlu yarınlara taşıyacak transferlere yöneltecek ve sorunları halledecektir.
Sarıyerliler bugüne kadar neredeydi? Hiç diyarlılık göstermediler ve sadece konuştular. Bence bizde söz var ama icraat yok ! Çünkü Sarıyerliler çok konuşur ama işe geldi mi herkes işin bir ucundan tutacak yerde sadece konuşur, işe gelince seyreder. Adliye olayında gösterilen tepki Emniyet Müdürlüğü giderken gösterilseydi çok şeyler önlenebilirdi.
Şimdi gündemde Sarıyer Spor Kulübü var! Hani ağzı laf yapan ama sadece seyretmek ve laf üretmekle kendini görevli sayanların devamlı ahkâm kestiği ama hiç de olumlu bir adım atmayanların d linden düşürmediği Sarıyer Spor kulübü!
Kulübün üyesidirler aidatlarını yatırmazlar, kulübün maçlarına gelmezler, kulübün her hangi bir etkinliğine katılmazlar ama ahkâm kesmekten de geri durmazlar. Mübarek hepsi akıl hocası! Durduk yerde kulübü şampiyon yaparlar; küme düşürürler, ele güne rezil hale getirirler, hizmet edenlere olmadık laf ederler sonra da kıs kıs gülerler! Ve bunlar Sarıyerliyim diye geçinir. Kulübe hizmeti görev kabul edenleri en ağır şekilde yererler, yere vururlar, sövmeyi kendilerinin hakkı sayarlar ama bir türlü adam olmadıklarını, olamayacaklarını, yaptıkları işin ahlaksızlık olduğunu anlamazlar, anlamak istemezler. Aslında onların yaptığı kedinin ciğere uzanamayınca murdarsın diye bağırmasıdır.
Sarıyer Spor Kulübü son beş altı yıldır büyük güçlüklerle savaşıyor. Bir dönem görev yapan ikinci bir dönem görev almıyor. Sarıyer’de eskisi gibi de rant yok! O nedenle yönetime talip olan da olmuyor. Talip olanları da kendini adam zannedenler, yani ciğere murdarsın diye bağıranlar amansızca eleştiriyor ve kaçmalarına sebep oluyorlar! Kendilerini bir türlü kulübün içinde bulamayan bazı salyaları sürekli akanların hezeyanları kulübe o kadar büyük zarar veriyor ki, onlarda bunu anlayacak ne akıl ve ne de izan var! Ama Sarıyerliliği de kimseye bırakmazlar!
4500 üyeliği Sarıyer Spor Kulübünde (bu sayının 2000 ni ölü kabul edilsin) aidatını yatıran üye sayısı sadece 150 kişi! Peki nasıl olacak büyüme? Nasıl olacak yönetim kurulu oluşturma? Nasıl olacak bir başkan adayı bulma?
“Sarıyerli olunmaz Sarıyerli doğulur Sarıyerli olmayan o.. çocuğudur” diye bağıran veya çocukları bağırtanların yarattığı çirkinliğin dışında kulübe verdikleri zararın ne denli büyük olduğunu anlayabiliyorlar mı? Akıllarına bile gelmez! Onlara “Dur” bile denmez. Yahu, böyle sözleri duyanlar yönetim kuruluna girmek ister mi? Adam neden durup dururken o. Çocuğu olsun ki?
Şimdi iki aydan beri kulübe başkan arıyoruz, yönetici arıyoruz. Görev almayan kulüp başkanına “Yönetilen olma, yöneten ol” tavsiyesinde bulunan zavallının, bir de ürkütücü muhatabı var: “Derin Sarıyer”. Derin Sarıyer’in görevi Kulübü yönlendirme, isteyeni seçtirme, isteyeni, başkan, isteyeni, yönetici yapma, yönetimin, teknik elemanların değil, kendi istediği futbolcuları transfer etme; yönetime baskı kurarak etki altına bırakmak ve kulübü yönetim dışından idare etmek! Bu “Derin Sarıyer”in iki kişiden oluştuğu savı da var! Bunlardan biri de Benim! Yani ben kulüple ilgilenmesem her şey düzelecek!!! Hemen isteklerine uydum ve ilgilenmedim kulüple! Ama baktım ki olmuyor. Çünkü Kulüp başkanı arıyor, yönetici arıyor, belediye başkanı arıyor ve hatta kulüp çalışanı arıyor neler yapılması gerektiğini soruyorlar, yapılacak acil bir işin bilgi ya da yardım istiyorlar.
A! Adamlıktan nasibini almayan, alamayan zavallı! Derin Sarıyer diye nitelendirdiğiniz kişi bu isteklere “Hayır mı “ desin? İlgilenmem mi desin? Öylemi istiyorsunuz? Çok istediniz akıl vermeye kalktınız ama Mehmet Akdağ’da görev alamayacağını bildirdi. Kime Derin Sarıyer’e! Demek ki senden akıl almamış, yani seni adam yerine koymamış! Peki, senin durumun ne? Bir aydır başkan arıyoruz, yönetici arıyoruz, üst üste toplantılar yapıyoruz takip ediyor musunuz? Bir başkan öneriniz var mı? Kaç kişiyi yönetici olmaları için ikna ettiniz?
Sarıyer Spor Kulübümüz zor günler geçiriyor. Kulübü sevenler ve yıllarca hizmet edenler seferber olmuşlar bir çıkış yolu arıyorlar, bu yolda herkesin yardımcı olması gerekiyor. Elbette ki zor günlerin arkada bırakılacağı günler de gelecek! Bu günleri de getirecek olan yine Sarıyerlilerdir, bizleriz!
Öyle zannediyorum ki bu hafta içinde özlenen ahenk yaratılacak ve kulübümüzü mutlu yarınlara taşıyacak transferlere yöneltecek ve sorunları halledecektir.
SARIYER SPOR KULÜBÜ KAOSA SÜRÜKLENMEMELİ
Sarıyer’in yıllık olağan genel kurul toplantısı 4 Temmuz 2011 de yapılacak. Çok geç bir tarih! Neden bu kadar geçe alındı anlamak mümkün değil. Konu ile ilgili fikir yürütürsek varacağımız nokta kulübün bir kaos ortamına sürüklendiğidir.
Kaos ortamını hiç kimse istemez! Hele Sarıyer gibi semt kulüplerinde kaos yıkıcı olur ve çöküşün önü alınamaz! O halde en kısa zamanda kulüp yönetimi seçilmeli ve tehlikeli ortamdan uzaklaşılmalıdır.
Bütün Sarıyerliler yekvücut olmalı kulübün kaosa sürüklenmemesi için uğraş vermelidir. Divan Kurulu, eski yöneticiler, aklı başında taraftarlar, Sarıyerli iş adamları, Sarıyer’in Sivil Toplum Kuruluşları ve taraftarlar!
Sarıyer Spor Kulübünden kimse bir beklenti içine girmesin. Çünkü Sarıyer Kulübü arpalık değil! Hiç kimseye bir menfaat sağlamaz, sağlayamaz. Zira geliri giderini karşılayamaz. Böyle olunca da yönetim de olanlar devamlı para verir. Çoluk çocuğunun nafakasını kulübe verir. Vaktinden, ailesinden verir. Sosyal yaşamından verir! Verir oğlu verir! O nedenle de kimse doğru dürüst işe sarılmak istemez. Hatta “Neden Ben” diyen olur ve kulüpten uzakta tutarlar kendisini! Aslında haklıdırlar! Çünkü kulübü için zamanını verecek, parasın, işini, çoluk çocuğunu, ailesini ve sosyal yaşamını verecek ama birkaç kötü sonuçtan sonra küfür yiyecek! Var mı böyle şay!
“Sarıyerli olmayanlar o….. çocuğudur” diye bağıranlar ile çoluk çocuğu bağırtanların ortaya çıkmaları ve kulübü yönetecek yönetici bulmaları için çaba göstermeleri gerekir! Kulüp bunları bekliyoruz… Sarıyer Spor Kulübünü Çatladıkapı kulübü zanneden ve yıllarını kulübe verenlere ahlâksızca çirkef atan, akıl fukarası beyinsizlerin meydana çıkmasını ve yönetim kurulunun oluşmasına katkı vermesini de elbette ki bekliyoruz.
İbrahim BALCI ve Eyüp ODABAŞI! Sarıyerlilerin tanıdığı iki isim. Biri altmış yıl, diğeri kırkbeş yıldan beri kulübün dertleri ile hemdert! Bunlara “Derin Sarıyer” diyen ve kulübü kötüye sürüklediklerini yazan densizin de ortaya çıkarak “Kulübü ben herkesten iyi temsil ederim, Derin Sarıyer olarak siz kimsiniz” demesini bekliyoruz. “İçimizdeki Irlandalılar” araklama sözleriyle kulübüne yıllarını veren insanları karalamaya çalışması, ne idüğü belirsiz edepsiz ve saygısız bu adamın densizliği ve ahlaksızlığından başka bir şey değil!
Ligde zor günler geçiren ama sonuçta ligde kalmayı başaran Sarıyer takımı mevcut kadrosu ile yine de fena değil. Ama bu mevsim ne yapar? Hiçbir transfer yapılamaz ise yine düşmemek için caba harcar ve belki de düşer. Kulübün talihsizliği son iki-üç yılda Mahmut Kocabal ile ekibinin beş yılda hazırladığı ve en az on yıl kulübün güvencesi olan alt yapı elemanlarını çeşitli kaprislerle kulüpten göndermeleri. Bu yıl alt yapıdan alabileceği ve direkt forma giydirebileceği elemanı yok! Bir yılda bir eleman yetiştirilip A takımda oynatılamaz. O nedenle işimiz zor. Hal böyle olunca yapılacak şey, yönetim kurulunun transfer politikasını çok iyi organize etmesidir. Çok futbolcu değil az ama takımda oynayacak adamları almak, verilen sözleri yerine getirmek ve devre arasında bir iki takviye ile güçlenmek olmalıdır.
Kulübün bütçesi ile çok şey yapılabilir, buna inanıyorum ama hiçbir konuda lükse kaçmamayı da tavsiye ediyorum. Ama öncelikle Mehmet Akdağ’ın “Ben Yokum” demesini yadırgadım, bu kadar çabuk pes etmemesi gerekir. Israrla TÜZÜK değişikliği diyordu. Taslak elinde ama “Ben yokum” diyor. Olmadı Sayın Akdağ olmadı!
Kaos ortamını hiç kimse istemez! Hele Sarıyer gibi semt kulüplerinde kaos yıkıcı olur ve çöküşün önü alınamaz! O halde en kısa zamanda kulüp yönetimi seçilmeli ve tehlikeli ortamdan uzaklaşılmalıdır.
Bütün Sarıyerliler yekvücut olmalı kulübün kaosa sürüklenmemesi için uğraş vermelidir. Divan Kurulu, eski yöneticiler, aklı başında taraftarlar, Sarıyerli iş adamları, Sarıyer’in Sivil Toplum Kuruluşları ve taraftarlar!
Sarıyer Spor Kulübünden kimse bir beklenti içine girmesin. Çünkü Sarıyer Kulübü arpalık değil! Hiç kimseye bir menfaat sağlamaz, sağlayamaz. Zira geliri giderini karşılayamaz. Böyle olunca da yönetim de olanlar devamlı para verir. Çoluk çocuğunun nafakasını kulübe verir. Vaktinden, ailesinden verir. Sosyal yaşamından verir! Verir oğlu verir! O nedenle de kimse doğru dürüst işe sarılmak istemez. Hatta “Neden Ben” diyen olur ve kulüpten uzakta tutarlar kendisini! Aslında haklıdırlar! Çünkü kulübü için zamanını verecek, parasın, işini, çoluk çocuğunu, ailesini ve sosyal yaşamını verecek ama birkaç kötü sonuçtan sonra küfür yiyecek! Var mı böyle şay!
“Sarıyerli olmayanlar o….. çocuğudur” diye bağıranlar ile çoluk çocuğu bağırtanların ortaya çıkmaları ve kulübü yönetecek yönetici bulmaları için çaba göstermeleri gerekir! Kulüp bunları bekliyoruz… Sarıyer Spor Kulübünü Çatladıkapı kulübü zanneden ve yıllarını kulübe verenlere ahlâksızca çirkef atan, akıl fukarası beyinsizlerin meydana çıkmasını ve yönetim kurulunun oluşmasına katkı vermesini de elbette ki bekliyoruz.
İbrahim BALCI ve Eyüp ODABAŞI! Sarıyerlilerin tanıdığı iki isim. Biri altmış yıl, diğeri kırkbeş yıldan beri kulübün dertleri ile hemdert! Bunlara “Derin Sarıyer” diyen ve kulübü kötüye sürüklediklerini yazan densizin de ortaya çıkarak “Kulübü ben herkesten iyi temsil ederim, Derin Sarıyer olarak siz kimsiniz” demesini bekliyoruz. “İçimizdeki Irlandalılar” araklama sözleriyle kulübüne yıllarını veren insanları karalamaya çalışması, ne idüğü belirsiz edepsiz ve saygısız bu adamın densizliği ve ahlaksızlığından başka bir şey değil!
Ligde zor günler geçiren ama sonuçta ligde kalmayı başaran Sarıyer takımı mevcut kadrosu ile yine de fena değil. Ama bu mevsim ne yapar? Hiçbir transfer yapılamaz ise yine düşmemek için caba harcar ve belki de düşer. Kulübün talihsizliği son iki-üç yılda Mahmut Kocabal ile ekibinin beş yılda hazırladığı ve en az on yıl kulübün güvencesi olan alt yapı elemanlarını çeşitli kaprislerle kulüpten göndermeleri. Bu yıl alt yapıdan alabileceği ve direkt forma giydirebileceği elemanı yok! Bir yılda bir eleman yetiştirilip A takımda oynatılamaz. O nedenle işimiz zor. Hal böyle olunca yapılacak şey, yönetim kurulunun transfer politikasını çok iyi organize etmesidir. Çok futbolcu değil az ama takımda oynayacak adamları almak, verilen sözleri yerine getirmek ve devre arasında bir iki takviye ile güçlenmek olmalıdır.
Kulübün bütçesi ile çok şey yapılabilir, buna inanıyorum ama hiçbir konuda lükse kaçmamayı da tavsiye ediyorum. Ama öncelikle Mehmet Akdağ’ın “Ben Yokum” demesini yadırgadım, bu kadar çabuk pes etmemesi gerekir. Israrla TÜZÜK değişikliği diyordu. Taslak elinde ama “Ben yokum” diyor. Olmadı Sayın Akdağ olmadı!
SARIYER DERT YUMAĞI
Sarıyer deyip geçmemek gerek! Önce düşünmek ve sonra da karar vermek gerek! Neye karar verilecek bunu saptamak lazım öncelikle! Öyleyse kısa bir gezinti yapalım Sarıyer içinde!
15 Mayıs 1930 yılında İlçe oldu. Daha önceleri Makriköy’e (Bakırköy) bağlıydı. Sarıyer’in Rumelifener’i, Kilyos ve Yeniköy’ü çok uzun yıllar Nahiye olarak isimlerini tarihe kazıdılar. İlçe olduktan sonra tek nahiyesi Yeniköy de 1970 li yıllara kadar geldi. Sonra mahalleye dönüştü!
151 bin kilometre karelik alan üzerindedir Sarıyer. 8.100 hektarı mücavir alandır. İlçenin tek belde belediyesi de bir çırpıda üç mahalleye bölünerek yok edildi. 15 binin üzerindeki bir belde belediyesi bir çırpıda yok sayıldı siyasi çıkarlarla!
Sarıyer’in 28 mahallesi ve 8 köyü vardır. Bu köylerden; Zekeriyaköy, Uskumruköy, Demirciköy ve Kilyos binlerce nüfusu ile köy olmaktan çoktan çıktı. Her biri belde belediye olacak kadar nüfus ve oluşumlara sahip!
Birinci Levent’i takiben 4. Levent’de geçildikten sonra bir serinlik çöker insanın üzerine! Maslağa ulaşıldığında bu serinlik iyot kokusu ile birleşir ve insana ruh dinginliği hatta fiziki zindelik verir.
Sarıyer’in denizi vardır, sık ve gür ormanları, birbirinden nefis memba suları vardır. Sarıyer’in suyu, balığı, böreği ve tadına doyum olmaz muhallebisi vardır. Sarıyer’in sahil boyunda inci gibi dizilen ve her biri deniz ile iç içe olan sahilhaneleri, yalıları vardır. Sokak aralarında paşa konakları, ağa ve beylerin köşkleri vardır. Her yaz binlerce insanı ağırlayan piknik yerleri, korulukları, çay bahçeleri vardır.
Sarıyer’de her mevsim balığın her dem taze olanı vardır. Tavası ile buğulaması ile ızgarası ile ağız tadı veren enfes balıkları! Sarıyer’de deniz vasıtalarının enva-i çeşidi vardır imrenilerek seyredilecek: Takası, çektirmesi (hoş bunlar şimdi kayıplarda ya neyse), sandalı, alamanası (bu da bir tek kaldı, nazar boncuğu gibi saklanmakta) vardır. Balıkçı tekneleri vardır, hem de saçtan, on beş metreden elli metreye kadar.
Dalyanları vardır balığı Karadeniz’e çıkışta kıskıvrak yakalayan. Hem de ne yakalama? Balığın havyar dökmesine izin vermez bu meretler. Elli-altmış yıl öncesine kadar on beşin üzerindeydi sayıları kala kala Bağlaraltı’ndaki iki dalyan kaldı! Ama dalyan yerleri yerli yerinde!
Sarıyer’de plajlar vardı hem de pek çok! Kala kala bir tek kaldı o da Tarabya’da. Buradaki ekabiran güçlü olmasaydı, ağırlıklarını kantar yerine yetkililerin üzerine koymasaydı bu plajda elden çıkmıştı!
Sarıyer’in dereleri vardı. Hepsi de deniz yerine yukarı yukarı akardı? Bazılarının işine gelmedi derelerin yukarı akması… Önce Sarıyer’in coğrafi ismi Mercimek olan Sarıyer deresini kapattılar sonrada sıkılmadan merkez mahallenin lağımlarını dere ile akıttılar denize! Dereler ıslah edilecek yerde üzerleri kapatılarak yağmurlarda evlerin su altına kalmalarına meydan verildi. Nedenini araştıranlar zanneder ki itfaiyeye çalışma ortamı hazırladılar! Kavak Deresi, Garipçe Deresi, Tarabya Deresi, İstinye Deresi hep üstü kapatılan derelerden! Açık dere olarak iki dere kaldı hatırı sayılır, Biri Baltalimanı deresi ki; güya burada arıtma yapıldı!!! Ama dereden su yerine rezillik akıyor! Koku nefes kesen cinsinden! Bir diğer üstü açık dere ise Çayırbaşı deresi. Kozyatağı yerleşim bölgesi ve ilerisindeki gazinoların pis atıkları bu dereden boy göstererek denize ulaşıyor! Bu nedenle olacak ki pek rağbet görmeyen kefal balığı bu dere ağzında bolca tutuluyor!
Caddeleri, sokakları, ara sokakları, çıkmaz sokakları vardır Sarıyer’in! Ama sadece vardır! Ne yaya geçitlerinden rahat geçilir ve nede aniden oluşacak her hangi bir iş için cep yapılmıştır. Zaten yeteri kadar geniş değildir caddeler ama olsun İSPARK’a yine de para kazanması için park yapma alanı verilir. Sokakların her iki yanı çeşitli markalarda arabalarla dolu olup, buradan geçebilmek maharet ister. Düzeltilmesi yolunda ne önlem alınır ve ne de bir düşünen vardır. Piyasa caddesi ile Mesarburnu caddesi de olmasa Büyükdere ile Sarıyer’in köyden farkı kalmaz! Kim bilir belki de öyle olsun istemişlerdir. Öyle olmuştur!
Aşiyan’dan Kısırkaya’ya bir küçük devlettir Sarıyer ama sahip çıkanı yoktur. Evet Sarıyer bir küçük devlettir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü Sarıyer’dedir (Tarabya), devletin en büyüğü bu köşkte kalır. Bir Başbakanı vardır ki Türkiye’nin ilk hanım Başbakanıdır. Onunda mekanı Sarıyer’dedir (Yeniköy). Bütün bunlara rağmen, Sarıyer Sarıyer olalı böyle zulüm görmedi! Önce Emniyet Müdürlüğü Sarıyer’den Reşitpaşa’ya götürüldü. Sonra Kaymakamlık Ferahevler’deki yeni binaya taşındı! Uçan kuşlar yalan söylemiyorsa bu yeni Kaymakamlık binasının ne imarı ve ne de ruhsatı varmış! Önce okul olarak yapılmış, ruhsatı olmadığı için yarım kalmış, yıllar sonra da sırf Sarıyer’in Sarıköy’e dönüştürülebilmesi için bina akla gelmiş, eksikleri tamamlanarak görkemli hale getiriierek görev yerine getirilmiş! Bir vesile ile ekip olarak gittiğimiz bu görkemli binayı görerek şereflendik! Nasıl Buldunuz? Sorusuna ise düşüncelerim bakı dalmak üzere, “Harika buldum” dedim. Bu aslında memnuniyetsizliğimdi bunu belirtmek isterim!
Duyduk duymadık ama uydurmadık da! Söylenenler doğru ise Belediye başkanlığı da sırra kadem basacakmış! Yani uzun bir yola çıkacak ve Poligon tarafında konaklayacakmış! Bu da olur neden olmasın? Yeter ki plan projeleri tasdik görsün Mevla başla desin yeni belediye binaları için!
Dert fazla ama dert dinleyen yok! Duyuldu ki Sarıyer Adliyesi de Çağlayan’a gidecek! Hoppala! Böyle bir şey yoktu, yeni çıktı. Oysa Kartal, Bakırköy, Beykoz ve Sarıyer Belediyeleri yerinde kalacaktı! Demek ki bu da çok görüldü Sarıyerlilere. Sarıyerli bir sabıka kaydı alabilmek için 22 kilometrelik yolu gidip dönecek. Sadece beş dakikalık bir iş için bir gününü tüketecek!
Olur ya neden olmasın? Sarıyerli, Madenli, Büyükdereli, Çayırbaşılı, R. Kavaklı, Garipçeli, Yenimahalleli alışıktır gidip gelmelere! Önemli olan gün kaybıdır. Saatlere alıştık da gün kayıplarına alışamamıştık, bunun talimini yaptıracaklar bize!
1930 yılında Belediye oldu Sarıyer! O günden bu yana bir adım ileri götürülemedi İlçemiz. Hani gelişti diyorlar ya ona sözüm yok elbette ki gelişti ama santim santim gelişti. Her ilçe uzun atlama giderken, Sarıyer’imiz siyasilerimiz nedeni ile pire atlaması ile yarışa katıldı. Olanlar meydanda!
Av. Aziz Özgür Sarıyer’in bir dev ismiydi! Bence halen öyledir. İstanbul’un işgali sırasında Sarıyer’de Mim. Mim. teşkilatını örgütleyen bir bağımsızlık savaşçısıydı. Ulusal zaferden sonra İstanbul Vilayeti ve Belediyesi Meclisi üyesi oldu. Üstelik encümen üyesi olduğu da söylenir. O dönemlerde Sarıyer’de elektrik, su, telefon, sokak, cadde, sahil boyu, asfalt yol falan yoktu. Hatta sokaklarda, cadde kenarlarında bir tek ağaç ağaçcık yoktu! Azınlıkların ve ekabiranın oturduğu R. Hisar, Boyaciköy, Emirgan ve Tarabya kısmen bakımlı diğer yerler köyden beterdi. Av. Aziz Özgür Beyi Sarıyerli siyasiler tanımış olsalardı, yani derim ki Sarıyer’deki Av. Aziz Özgür sokak ismi neyi çağrıştırıyor sorup öğrenselerdi, Sarıyer’i bu kadar geri kalmaz fakir bırakmazlardı. Ne mi yaptı Aziz Bey; . Hisar’dan Sarıyer’e kadar sahil yolu Aziz Beyin uğraşları sonucu yaptırıldı. Elektrik, telefon, terkos suyu Aziz Bey tarafından Sarıyer’e getirildi. Sarıyer sokak ve caddeleri ilk defa Aziz Bey tarafından asfaltlandırıldı.
Av. Aziz Bey daha ne yapacaktı ki? İti, kopuğu; Padişah, İngiliz ve Yunan yanlısı işbirlikçileri, İpsiz Recep Reis çetesi ile temas kurup Belgrad ormanında çiroz gibi sallandırmasalardı, Sarıyer’den bir tek tüfek. bir sandık mermi ulusal kurtuluş savaşı için Anadolu’ya kaçırılamazdı!
Büyükdere’den Sarıyer’e doğru yürüyenler dikkatle baksınlar. Sahil boyunca ellinin üzerinde dişbudak ağacı görürler. İşte bu ağaçların dikiliş tarihleri 1923 tür ve Aziz Özgür Bey’in eseridir. Son otuz-kırk yıldan beri dikilen ağaçların hiç biri günümüze kadar gelmedi, yok olup gitti.
Son bir fırsat geçti Sarıyerlilerin eline, ama Belediyece kös dinlendi ve olumlu yanıt verilmedi. Neymiş diye sorulsa açıklar ve deriz ki: Araştırmacı-Yazar Mustafa Aydemir bilhassa sualtı araştırmaları ile büyük şöhret olmuş, eserleri bilimsel yayınlarda yer almış; dizi dizi konferansları ile çalışmalarını Türk ve dünya kamuoyu ile paylaşmış bir bilim adamıdır. Mustafa Aydemir, uzun yıllardan beri hazırlığını yaptığı Deniz Müzesi’nin Sarıyer’de açılması için tüm olanaklarını seferber etmesine karşın ilgi görmedi. Binlerce tarihi eseri müzeye devredecekti. Antik çağdan günümüze kadar denizaltı ve deniz üstü dünyamızı gözler önüne serecekti. Olmadı, yazık! Oysa Rumelifeneri, Rumelikavak, Garipçe, Yenimahalle, Sarıyer ve Büyükdere Türkiye balıkçılığının merkezidir. Balıkçılık nereden nereye geldi? Kullanılan alet edavat , ağlar vesaire… Hepsi sergilenecek, temin edilemeyenlerin maketleri yapılarak teşhir edilecekti. Bu şans henüz kaçmış değil ama umutlarını yarına bırakacak kadar duyarlı olan Mustafa Aydemir ne der?
Sarıyer’in derdi çok, derdini dinleyeni yok! Vah siyasiler vah! Vah ekabiranlar vah! Vah eli kalem tutanlar vah! Vah eşi dostu çok olanlar vah! Yahu Allah aşkına Sarıyer için ne yaparsınız! Bir araya gelseniz Sarıyer’i, ağır hasta kabul edip masaya yatırsanız da hastalığına bir çare arasanız olmaz mı? Bu kadar zor mudur Sarıyer’i konuşmak, Sarıyer’in dertlerini ilgililere ve büyük başlara anlatmak! Devlet katına başvuracak ve kendimizi savunacak kadarda mı medeni cesaretimiz yok?
İlçenin kültür merkezi Büyükdere, kabadayılarının ve ağababalarının bulunduğu yer de Sarıyer’di. Ne kültür kaldı, ne ağababalar ve ne de kabadayılar! Hepsi yalan rüzgârı gibi esip gürleyip kayboldular. Son otuz kırk yılda başka Sarıyer ve bir başka Büyükdere; bir başka Maden, Yenimahalle, Kireçburnu, Tarabya, İstinye R. Hisar meydana çıktı. Kültür yok oldu, örf ve adetler sırra kadem bastı, arada bulasın! Saygı ise arada bulasın! Herkes bir birinin kuyusunu kazmakla meşgul! Sarıyer’i ne ipleyen var ve ne de derdini dinleyen!
Ama yine de Sarıyer’in adı da tadı da başkadır be kardeşim. Sarıyer deyince akan dereler durur be dostum. Sarıyer’in suyu, balığı, muhallebisi, böreği ve dahi yetiştirdiği futbolcuları unutulmaz be yoldaşım!
Sarıyer’i biz bugünü ile değil yarınını yaşayarak seveceğiz ama yeni Sarıyer’i yaratmanın yollarını da arayacağız, buna mecburuz! Çünkü Başka Sarıyer yok!
İbrahim BALCI
15 Mayıs 1930 yılında İlçe oldu. Daha önceleri Makriköy’e (Bakırköy) bağlıydı. Sarıyer’in Rumelifener’i, Kilyos ve Yeniköy’ü çok uzun yıllar Nahiye olarak isimlerini tarihe kazıdılar. İlçe olduktan sonra tek nahiyesi Yeniköy de 1970 li yıllara kadar geldi. Sonra mahalleye dönüştü!
151 bin kilometre karelik alan üzerindedir Sarıyer. 8.100 hektarı mücavir alandır. İlçenin tek belde belediyesi de bir çırpıda üç mahalleye bölünerek yok edildi. 15 binin üzerindeki bir belde belediyesi bir çırpıda yok sayıldı siyasi çıkarlarla!
Sarıyer’in 28 mahallesi ve 8 köyü vardır. Bu köylerden; Zekeriyaköy, Uskumruköy, Demirciköy ve Kilyos binlerce nüfusu ile köy olmaktan çoktan çıktı. Her biri belde belediye olacak kadar nüfus ve oluşumlara sahip!
Birinci Levent’i takiben 4. Levent’de geçildikten sonra bir serinlik çöker insanın üzerine! Maslağa ulaşıldığında bu serinlik iyot kokusu ile birleşir ve insana ruh dinginliği hatta fiziki zindelik verir.
Sarıyer’in denizi vardır, sık ve gür ormanları, birbirinden nefis memba suları vardır. Sarıyer’in suyu, balığı, böreği ve tadına doyum olmaz muhallebisi vardır. Sarıyer’in sahil boyunda inci gibi dizilen ve her biri deniz ile iç içe olan sahilhaneleri, yalıları vardır. Sokak aralarında paşa konakları, ağa ve beylerin köşkleri vardır. Her yaz binlerce insanı ağırlayan piknik yerleri, korulukları, çay bahçeleri vardır.
Sarıyer’de her mevsim balığın her dem taze olanı vardır. Tavası ile buğulaması ile ızgarası ile ağız tadı veren enfes balıkları! Sarıyer’de deniz vasıtalarının enva-i çeşidi vardır imrenilerek seyredilecek: Takası, çektirmesi (hoş bunlar şimdi kayıplarda ya neyse), sandalı, alamanası (bu da bir tek kaldı, nazar boncuğu gibi saklanmakta) vardır. Balıkçı tekneleri vardır, hem de saçtan, on beş metreden elli metreye kadar.
Dalyanları vardır balığı Karadeniz’e çıkışta kıskıvrak yakalayan. Hem de ne yakalama? Balığın havyar dökmesine izin vermez bu meretler. Elli-altmış yıl öncesine kadar on beşin üzerindeydi sayıları kala kala Bağlaraltı’ndaki iki dalyan kaldı! Ama dalyan yerleri yerli yerinde!
Sarıyer’de plajlar vardı hem de pek çok! Kala kala bir tek kaldı o da Tarabya’da. Buradaki ekabiran güçlü olmasaydı, ağırlıklarını kantar yerine yetkililerin üzerine koymasaydı bu plajda elden çıkmıştı!
Sarıyer’in dereleri vardı. Hepsi de deniz yerine yukarı yukarı akardı? Bazılarının işine gelmedi derelerin yukarı akması… Önce Sarıyer’in coğrafi ismi Mercimek olan Sarıyer deresini kapattılar sonrada sıkılmadan merkez mahallenin lağımlarını dere ile akıttılar denize! Dereler ıslah edilecek yerde üzerleri kapatılarak yağmurlarda evlerin su altına kalmalarına meydan verildi. Nedenini araştıranlar zanneder ki itfaiyeye çalışma ortamı hazırladılar! Kavak Deresi, Garipçe Deresi, Tarabya Deresi, İstinye Deresi hep üstü kapatılan derelerden! Açık dere olarak iki dere kaldı hatırı sayılır, Biri Baltalimanı deresi ki; güya burada arıtma yapıldı!!! Ama dereden su yerine rezillik akıyor! Koku nefes kesen cinsinden! Bir diğer üstü açık dere ise Çayırbaşı deresi. Kozyatağı yerleşim bölgesi ve ilerisindeki gazinoların pis atıkları bu dereden boy göstererek denize ulaşıyor! Bu nedenle olacak ki pek rağbet görmeyen kefal balığı bu dere ağzında bolca tutuluyor!
Caddeleri, sokakları, ara sokakları, çıkmaz sokakları vardır Sarıyer’in! Ama sadece vardır! Ne yaya geçitlerinden rahat geçilir ve nede aniden oluşacak her hangi bir iş için cep yapılmıştır. Zaten yeteri kadar geniş değildir caddeler ama olsun İSPARK’a yine de para kazanması için park yapma alanı verilir. Sokakların her iki yanı çeşitli markalarda arabalarla dolu olup, buradan geçebilmek maharet ister. Düzeltilmesi yolunda ne önlem alınır ve ne de bir düşünen vardır. Piyasa caddesi ile Mesarburnu caddesi de olmasa Büyükdere ile Sarıyer’in köyden farkı kalmaz! Kim bilir belki de öyle olsun istemişlerdir. Öyle olmuştur!
Aşiyan’dan Kısırkaya’ya bir küçük devlettir Sarıyer ama sahip çıkanı yoktur. Evet Sarıyer bir küçük devlettir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Köşkü Sarıyer’dedir (Tarabya), devletin en büyüğü bu köşkte kalır. Bir Başbakanı vardır ki Türkiye’nin ilk hanım Başbakanıdır. Onunda mekanı Sarıyer’dedir (Yeniköy). Bütün bunlara rağmen, Sarıyer Sarıyer olalı böyle zulüm görmedi! Önce Emniyet Müdürlüğü Sarıyer’den Reşitpaşa’ya götürüldü. Sonra Kaymakamlık Ferahevler’deki yeni binaya taşındı! Uçan kuşlar yalan söylemiyorsa bu yeni Kaymakamlık binasının ne imarı ve ne de ruhsatı varmış! Önce okul olarak yapılmış, ruhsatı olmadığı için yarım kalmış, yıllar sonra da sırf Sarıyer’in Sarıköy’e dönüştürülebilmesi için bina akla gelmiş, eksikleri tamamlanarak görkemli hale getiriierek görev yerine getirilmiş! Bir vesile ile ekip olarak gittiğimiz bu görkemli binayı görerek şereflendik! Nasıl Buldunuz? Sorusuna ise düşüncelerim bakı dalmak üzere, “Harika buldum” dedim. Bu aslında memnuniyetsizliğimdi bunu belirtmek isterim!
Duyduk duymadık ama uydurmadık da! Söylenenler doğru ise Belediye başkanlığı da sırra kadem basacakmış! Yani uzun bir yola çıkacak ve Poligon tarafında konaklayacakmış! Bu da olur neden olmasın? Yeter ki plan projeleri tasdik görsün Mevla başla desin yeni belediye binaları için!
Dert fazla ama dert dinleyen yok! Duyuldu ki Sarıyer Adliyesi de Çağlayan’a gidecek! Hoppala! Böyle bir şey yoktu, yeni çıktı. Oysa Kartal, Bakırköy, Beykoz ve Sarıyer Belediyeleri yerinde kalacaktı! Demek ki bu da çok görüldü Sarıyerlilere. Sarıyerli bir sabıka kaydı alabilmek için 22 kilometrelik yolu gidip dönecek. Sadece beş dakikalık bir iş için bir gününü tüketecek!
Olur ya neden olmasın? Sarıyerli, Madenli, Büyükdereli, Çayırbaşılı, R. Kavaklı, Garipçeli, Yenimahalleli alışıktır gidip gelmelere! Önemli olan gün kaybıdır. Saatlere alıştık da gün kayıplarına alışamamıştık, bunun talimini yaptıracaklar bize!
1930 yılında Belediye oldu Sarıyer! O günden bu yana bir adım ileri götürülemedi İlçemiz. Hani gelişti diyorlar ya ona sözüm yok elbette ki gelişti ama santim santim gelişti. Her ilçe uzun atlama giderken, Sarıyer’imiz siyasilerimiz nedeni ile pire atlaması ile yarışa katıldı. Olanlar meydanda!
Av. Aziz Özgür Sarıyer’in bir dev ismiydi! Bence halen öyledir. İstanbul’un işgali sırasında Sarıyer’de Mim. Mim. teşkilatını örgütleyen bir bağımsızlık savaşçısıydı. Ulusal zaferden sonra İstanbul Vilayeti ve Belediyesi Meclisi üyesi oldu. Üstelik encümen üyesi olduğu da söylenir. O dönemlerde Sarıyer’de elektrik, su, telefon, sokak, cadde, sahil boyu, asfalt yol falan yoktu. Hatta sokaklarda, cadde kenarlarında bir tek ağaç ağaçcık yoktu! Azınlıkların ve ekabiranın oturduğu R. Hisar, Boyaciköy, Emirgan ve Tarabya kısmen bakımlı diğer yerler köyden beterdi. Av. Aziz Özgür Beyi Sarıyerli siyasiler tanımış olsalardı, yani derim ki Sarıyer’deki Av. Aziz Özgür sokak ismi neyi çağrıştırıyor sorup öğrenselerdi, Sarıyer’i bu kadar geri kalmaz fakir bırakmazlardı. Ne mi yaptı Aziz Bey; . Hisar’dan Sarıyer’e kadar sahil yolu Aziz Beyin uğraşları sonucu yaptırıldı. Elektrik, telefon, terkos suyu Aziz Bey tarafından Sarıyer’e getirildi. Sarıyer sokak ve caddeleri ilk defa Aziz Bey tarafından asfaltlandırıldı.
Av. Aziz Bey daha ne yapacaktı ki? İti, kopuğu; Padişah, İngiliz ve Yunan yanlısı işbirlikçileri, İpsiz Recep Reis çetesi ile temas kurup Belgrad ormanında çiroz gibi sallandırmasalardı, Sarıyer’den bir tek tüfek. bir sandık mermi ulusal kurtuluş savaşı için Anadolu’ya kaçırılamazdı!
Büyükdere’den Sarıyer’e doğru yürüyenler dikkatle baksınlar. Sahil boyunca ellinin üzerinde dişbudak ağacı görürler. İşte bu ağaçların dikiliş tarihleri 1923 tür ve Aziz Özgür Bey’in eseridir. Son otuz-kırk yıldan beri dikilen ağaçların hiç biri günümüze kadar gelmedi, yok olup gitti.
Son bir fırsat geçti Sarıyerlilerin eline, ama Belediyece kös dinlendi ve olumlu yanıt verilmedi. Neymiş diye sorulsa açıklar ve deriz ki: Araştırmacı-Yazar Mustafa Aydemir bilhassa sualtı araştırmaları ile büyük şöhret olmuş, eserleri bilimsel yayınlarda yer almış; dizi dizi konferansları ile çalışmalarını Türk ve dünya kamuoyu ile paylaşmış bir bilim adamıdır. Mustafa Aydemir, uzun yıllardan beri hazırlığını yaptığı Deniz Müzesi’nin Sarıyer’de açılması için tüm olanaklarını seferber etmesine karşın ilgi görmedi. Binlerce tarihi eseri müzeye devredecekti. Antik çağdan günümüze kadar denizaltı ve deniz üstü dünyamızı gözler önüne serecekti. Olmadı, yazık! Oysa Rumelifeneri, Rumelikavak, Garipçe, Yenimahalle, Sarıyer ve Büyükdere Türkiye balıkçılığının merkezidir. Balıkçılık nereden nereye geldi? Kullanılan alet edavat , ağlar vesaire… Hepsi sergilenecek, temin edilemeyenlerin maketleri yapılarak teşhir edilecekti. Bu şans henüz kaçmış değil ama umutlarını yarına bırakacak kadar duyarlı olan Mustafa Aydemir ne der?
Sarıyer’in derdi çok, derdini dinleyeni yok! Vah siyasiler vah! Vah ekabiranlar vah! Vah eli kalem tutanlar vah! Vah eşi dostu çok olanlar vah! Yahu Allah aşkına Sarıyer için ne yaparsınız! Bir araya gelseniz Sarıyer’i, ağır hasta kabul edip masaya yatırsanız da hastalığına bir çare arasanız olmaz mı? Bu kadar zor mudur Sarıyer’i konuşmak, Sarıyer’in dertlerini ilgililere ve büyük başlara anlatmak! Devlet katına başvuracak ve kendimizi savunacak kadarda mı medeni cesaretimiz yok?
İlçenin kültür merkezi Büyükdere, kabadayılarının ve ağababalarının bulunduğu yer de Sarıyer’di. Ne kültür kaldı, ne ağababalar ve ne de kabadayılar! Hepsi yalan rüzgârı gibi esip gürleyip kayboldular. Son otuz kırk yılda başka Sarıyer ve bir başka Büyükdere; bir başka Maden, Yenimahalle, Kireçburnu, Tarabya, İstinye R. Hisar meydana çıktı. Kültür yok oldu, örf ve adetler sırra kadem bastı, arada bulasın! Saygı ise arada bulasın! Herkes bir birinin kuyusunu kazmakla meşgul! Sarıyer’i ne ipleyen var ve ne de derdini dinleyen!
Ama yine de Sarıyer’in adı da tadı da başkadır be kardeşim. Sarıyer deyince akan dereler durur be dostum. Sarıyer’in suyu, balığı, muhallebisi, böreği ve dahi yetiştirdiği futbolcuları unutulmaz be yoldaşım!
Sarıyer’i biz bugünü ile değil yarınını yaşayarak seveceğiz ama yeni Sarıyer’i yaratmanın yollarını da arayacağız, buna mecburuz! Çünkü Başka Sarıyer yok!
İbrahim BALCI
İLAHİ DÜDÜK!!
Profesyonel İstanbul Ligi yeni kurulmuştu. Bu ligde Sarıyer, Eyüp, Karagümrük, Anadolu, Yedikule, Hasköy, Taksim, Galata gibi semt kulüpleri yer alıyor, yaşlı hakemler düdük çalıyordu. Bu hakemlerin içinde Sulhi Garan, Rıfat Atakanı, Mustafa Güzkaya, Muvahhit Afir, Ömer Karadağ, Hilmi Ok, Cihat Ergün, Sedat Özselçuk, Muzaffer Tuncalp, Semih Zoroğlu, Faruk Talu gibi şöhretli hakemler vardı. Ancak içlerinde biri vardı ki Türk Spor Tarihine ismini İLAHİ DÜDÜK olarak unutulmamak üzere yazdırmayı bildi. Bu hakemin ismi Necdet Turkuantoz idi.
Necdet Turkuantoz öyle pek şöhretli hakem değildi. Hakem olarak çok ilerilere de gidemedi ama her zaman aranan ve hatırlanan hakem olmayı bildi. Bu hakemin her maçında unutulmayacak olaylar meydana geldi. Bunları yaratan da hep kendisi oldu. Durumu iyi niyeti ve esprileriyle kurtarmayı bildi. Sarıyer’in bir maçında orta hakem olarak görev yapıyordu. Sarıyer takım kaptanı Baba Kenan, sahada hakemden çok daha etkiliydi. Hakem, her itirazında Baba Kenan’ın lehinde düdük çalıyordu. Ama öyle bir an oldu ki çaldığı düdük Sarıyer aleyhine oldu. Ağır ve bir karardı. Olayı çok yanlış görmüş hatalı düdük çalmıştı. Olayın uzağında olan Baba Kenan’a söz kalmadan Oktay Ungan hakeme koşarak sordu “Hocam, yanlış düdük çaldınız, olur mu?” diye bağırdı. Hakem Necdet Turkuantoz gülerek “Bu düdük ilahi düdüktür, yanlış çalmaz” sözleri ile yanıt vererek, hem futbolcuları güldürdü ve hem de, çalınan bir düdükten sonra kararların değişmeyeceğini, çalınan düdüğe saygı duyulması gerektiğini ifade etmiş oldu. Gelelim günümüze:
Bugün Sarıyer Alanyaspor ile karşılaştı ve 1-1 berabere kaldı. Elli yıl sonra Sarıyer takımı yeni bir ilahi düdükle karşılaştı. Hakem Kayseri bölgesinden Ömer Faruk Ocak! Boylu postlu, gösterişli ve giyimi kuşamı yerinde bir hakem. Ama yönetimine gelince düşünmeden deriz ki: Bu kişi hakem değil resmen katildir! Eline aldığı ilahi düdüğü ne zaman çalınacağını bile bilmiyor. Papazlar belirli saatlerde bulundukları kilisenin çanlarını çalarlar. Kaç defa çalacağını ve nasıl çalacaklarını da bilirler. Ama Sarıyer-Alanya maçının hakemi düdüğünü nerede ve nasıl çalacağını bile bilmiyor. Aciz mi aciz!
Maçtaki tek olumlu hareketi Sarıyer lehine verilen penaltı ve son adam olarak penaltıyı yapan kaleciyi oyun dışı bırakmasıydı. Kırmızı kartı gösterdikten sonra ne oldu ise oldu, düdüğünün ilahi düdük olduğunu hatırladı. Penaltı atışı yapılırken saha içindeki kronometre 43. dakikayı gösteriyor. İtiş-kakış oldu. Atış yapıldı, top kalenin koluna çarpıp direkten döndü, atışı yapan kafa Göksel ikinci hamle ile kafayla golü yaptı ama hakem oyunu bitirdim anlayışıyla golü iptal etti. Düdük İlahi Düdük ya kararın değiştirilmesi imkanı da yok. İlk yarının bitmesine normal iki dakika varken, penaltıyı temdit penaltısı kabul edip ilk yarıyı bitirdi ve golü iptal etti. Maçın da içine etti! Maçın sonuna kadar hatalı kararlarla Sarıyerli futbolcuları çileden çıkardı., yöneticilere saç baş yoldurdu, taraftarları çıldırttı. Hele 90+5 oynanırken, rakip defansın yaptığı mutlak penaltılık pozisyonu es geçmesi akıl alacak gibi değildi. Elbetteki maç sonu taraftarın tepkisi ağır oldu.
Sarıyer’e gelince... Sezonun en kötü futbolunu oynadı. İlker Hocaya hastalık gelmiş her hafta değişik bir tertip sahaya sürüyor. Futbolcuların motivasyonu sıfır. Maçı sanki keyfe kader oynuyorlar. Orta alan diye bir şey yok. Bu hattan bir tek organize atak çıkmadı. Takımın gol adamı Göksel bir defa olsun pozisyona sokulamadı. Üstüne üstlük ilk defa kendine güvenerek oynayan Sercan’ın oyundan alınması da rezilliğin daniskası...
Maçın bir diğer yanı kalece Ethem’in harcanmasıydı. Domaralize olan bu futbolcu neden bu kadar kolay harcanır. Son altı maçta 12 gol yiyen Ethem, hele Göztepe maçında yediği dört golden sonra neden dinlendirilmez? Bir sporcuya bu kadar kötülük yapılır mı? Yılmaz’ı neden aldınız, Fikret’i neden aldınız, Süleyman ne güne duruyor. Ayıptır yazıktır! Ethem, taraftarın gösterdiği yoğun tepkiye layık değildir. Bu maçta Ethem’in ne hatası oldu ki? Yediği golü hangi kaleci kurtarabilirdi?
Ben futbolcuları yine de kutluyorum. Nedeni de duyduklarım: Futbolculara dört beş aydan beri her hangi bir ödeme yapılmıyormuş! Bu futbolcuların büyük çoğunluğu evli barklı ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar. Hal böyle olursa, o futbolculardan çok şey beklenemez. Her şeye rağmen onurları ile çıkıyorlar, takımı yalnız bırakmıyorlar ve bir şeyler yapmak için çırpınıp duruyorlar.
Takım hala tehlikeli bölgenin içinde görünüyorsa da, düşme hattında o kadar çok takım var ki Sarıyer’e sıra gelmez! Ama yine de bir galibiyet ya da iki beraberlik çok şey ifade eder. Hadi Hayırlısı.
Yazan İbrahim BALCI
Necdet Turkuantoz öyle pek şöhretli hakem değildi. Hakem olarak çok ilerilere de gidemedi ama her zaman aranan ve hatırlanan hakem olmayı bildi. Bu hakemin her maçında unutulmayacak olaylar meydana geldi. Bunları yaratan da hep kendisi oldu. Durumu iyi niyeti ve esprileriyle kurtarmayı bildi. Sarıyer’in bir maçında orta hakem olarak görev yapıyordu. Sarıyer takım kaptanı Baba Kenan, sahada hakemden çok daha etkiliydi. Hakem, her itirazında Baba Kenan’ın lehinde düdük çalıyordu. Ama öyle bir an oldu ki çaldığı düdük Sarıyer aleyhine oldu. Ağır ve bir karardı. Olayı çok yanlış görmüş hatalı düdük çalmıştı. Olayın uzağında olan Baba Kenan’a söz kalmadan Oktay Ungan hakeme koşarak sordu “Hocam, yanlış düdük çaldınız, olur mu?” diye bağırdı. Hakem Necdet Turkuantoz gülerek “Bu düdük ilahi düdüktür, yanlış çalmaz” sözleri ile yanıt vererek, hem futbolcuları güldürdü ve hem de, çalınan bir düdükten sonra kararların değişmeyeceğini, çalınan düdüğe saygı duyulması gerektiğini ifade etmiş oldu. Gelelim günümüze:
Bugün Sarıyer Alanyaspor ile karşılaştı ve 1-1 berabere kaldı. Elli yıl sonra Sarıyer takımı yeni bir ilahi düdükle karşılaştı. Hakem Kayseri bölgesinden Ömer Faruk Ocak! Boylu postlu, gösterişli ve giyimi kuşamı yerinde bir hakem. Ama yönetimine gelince düşünmeden deriz ki: Bu kişi hakem değil resmen katildir! Eline aldığı ilahi düdüğü ne zaman çalınacağını bile bilmiyor. Papazlar belirli saatlerde bulundukları kilisenin çanlarını çalarlar. Kaç defa çalacağını ve nasıl çalacaklarını da bilirler. Ama Sarıyer-Alanya maçının hakemi düdüğünü nerede ve nasıl çalacağını bile bilmiyor. Aciz mi aciz!
Maçtaki tek olumlu hareketi Sarıyer lehine verilen penaltı ve son adam olarak penaltıyı yapan kaleciyi oyun dışı bırakmasıydı. Kırmızı kartı gösterdikten sonra ne oldu ise oldu, düdüğünün ilahi düdük olduğunu hatırladı. Penaltı atışı yapılırken saha içindeki kronometre 43. dakikayı gösteriyor. İtiş-kakış oldu. Atış yapıldı, top kalenin koluna çarpıp direkten döndü, atışı yapan kafa Göksel ikinci hamle ile kafayla golü yaptı ama hakem oyunu bitirdim anlayışıyla golü iptal etti. Düdük İlahi Düdük ya kararın değiştirilmesi imkanı da yok. İlk yarının bitmesine normal iki dakika varken, penaltıyı temdit penaltısı kabul edip ilk yarıyı bitirdi ve golü iptal etti. Maçın da içine etti! Maçın sonuna kadar hatalı kararlarla Sarıyerli futbolcuları çileden çıkardı., yöneticilere saç baş yoldurdu, taraftarları çıldırttı. Hele 90+5 oynanırken, rakip defansın yaptığı mutlak penaltılık pozisyonu es geçmesi akıl alacak gibi değildi. Elbetteki maç sonu taraftarın tepkisi ağır oldu.
Sarıyer’e gelince... Sezonun en kötü futbolunu oynadı. İlker Hocaya hastalık gelmiş her hafta değişik bir tertip sahaya sürüyor. Futbolcuların motivasyonu sıfır. Maçı sanki keyfe kader oynuyorlar. Orta alan diye bir şey yok. Bu hattan bir tek organize atak çıkmadı. Takımın gol adamı Göksel bir defa olsun pozisyona sokulamadı. Üstüne üstlük ilk defa kendine güvenerek oynayan Sercan’ın oyundan alınması da rezilliğin daniskası...
Maçın bir diğer yanı kalece Ethem’in harcanmasıydı. Domaralize olan bu futbolcu neden bu kadar kolay harcanır. Son altı maçta 12 gol yiyen Ethem, hele Göztepe maçında yediği dört golden sonra neden dinlendirilmez? Bir sporcuya bu kadar kötülük yapılır mı? Yılmaz’ı neden aldınız, Fikret’i neden aldınız, Süleyman ne güne duruyor. Ayıptır yazıktır! Ethem, taraftarın gösterdiği yoğun tepkiye layık değildir. Bu maçta Ethem’in ne hatası oldu ki? Yediği golü hangi kaleci kurtarabilirdi?
Ben futbolcuları yine de kutluyorum. Nedeni de duyduklarım: Futbolculara dört beş aydan beri her hangi bir ödeme yapılmıyormuş! Bu futbolcuların büyük çoğunluğu evli barklı ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklar. Hal böyle olursa, o futbolculardan çok şey beklenemez. Her şeye rağmen onurları ile çıkıyorlar, takımı yalnız bırakmıyorlar ve bir şeyler yapmak için çırpınıp duruyorlar.
Takım hala tehlikeli bölgenin içinde görünüyorsa da, düşme hattında o kadar çok takım var ki Sarıyer’e sıra gelmez! Ama yine de bir galibiyet ya da iki beraberlik çok şey ifade eder. Hadi Hayırlısı.
Yazan İbrahim BALCI
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)