31 Mayıs 2012 Perşembe

HAYAT ÇİÇEKLE BAŞLAR!


Hayat çiçekle başlar! Doğrudur! Şöyle İstanbul’u bir dolaşıp duralım, bunun ne kadar doğru olduğunu görürüz. Çiçek açmazsa baharın geldiği belli olmaz, dökmezse çiçeklerini yazın sona erdiği söylenemez.
            İstanbul’da bahar Erguvanla (cercis silipuastrum) gelir; yaza Katırtırnağı (spartium junceum) ile girer eder, yazın bitimini Hanımeli (caprifoliaceae) müjdeler, Morsalkım (wisteria sinensis) da ikinci açılışı sonunda sonbaharın geldiğini ilan eder!
            İnsanlar gibi çiçeklerinde dili vardır, konuşurlar, dertleşirler! Baharı, yazı, sonbaharı müjdelediği gibi, gönüllere huzur verir, gamı-kederi ortadan kaldırırlar. Çiçeğe aşina olanlar, çiçeğe sevecen yaklaşanlar, kendilerini huzur denizinin içinde bulur, böylece yaşamlarını mutlu kılarlar!
            İstanbul’un unutulmayan ve her daim hatırlanan korulukları, parkları, piknik yerleri vardır.  Her biri tarihi olayları kucaklamış olan konağı, yalısı ve köşkleri vardır. Elbette ki bunların bahçeleri; bahçelerini de süsleyen çiçekleri vardır. Çiçeklerinden biri Erguvandır. Erguvan Boğaziçi’nin simgesidir. Erguvanlar 10 metre kadar boy yapan baklagillerden bir ağaççıktır. İstanbul’un en gözde yeri olan Boğaziçi’nin vazgeçilmezlerindendir. Çok çeşitleri vardır Erguvanın: İstanbul’da daha ziyade Çin Erguvanı beğenilir. Kırmızısı açmaya başlar, mora dönüşür sonra da yeşile döner. Erguvan’ın az da olsa beyaz renklisi de vardır. Erguvan çiçeği yapraklarından önce açar. Ağacın üzeri çiçekle kaplanır ve muhteşem bir görüntü sergiler. Çiçekler yavaş yavaş dökülmeye başlarken yaprakları da açmaya başlar. Erguvan kışın bitişini, ilkbahar’ın gelişini gösterir. Nisan ayında çiçek açmaya başlar, mayıs sonuna kadar devam eder ve sonra da yavaş yavaş çiçeklerini döker. Çiçeklerini döküşü ile birlikte yaprakları çıkmaya başlar.  Genellikle Boğaziçi sahil şeridindeki Erguvanlar mor renklidir. Buna Bizans moru da denir. Hıristiyan inancına göre, Hz. İsa’ya ihanet eden havarisi Yahuda kendisini bu ağaca asarak bizzat kendi kendisini cezalandırır… Bu rivayetle olacak ki bu güzel çiçeğe Bizans Çiçeği/Bizans Moru denilir!
            Katırtırnağı ilkbahar sonu çiçeklerini açarken adeta “Yaz Geldi” diye bağırır feryat eder. Bir güzellik sembolüdür yamaçların nazlı çiçeği. Bu güzel çiçek de baklagillerdendir. Çalıdır. 2 ila 5 metre arasında boy yapar. Sarı rengin her tonunu sırtında taşır. Rengi sarı, kokusu çok hoştur.  Çiçekler dökülmeye başladığında yaz bitmiş, sonbahar gelmiş demektir. Kavurucu sıcağa, ürkütücü rüzgâra karşı mukavimdir. Kolay yıkılmaz, kolay dökülmez, inatla direnir yaşama. Ne var ki onunda bir ömrü vardır, yaşar ve ölür.
            İstanbul’un her bölgesinde Katırtırnağı bulunur bolca. Ama hiçbir yerde Boğaziçi’ne verdiği güzellik kadar güzellik vermez. Boğaziçi;  Anadolu ve Rumeli yakası, binlerce yıldır gelip geçenlerin hayranlıkla seyrettiği sahil şerididir. Sahil şeridinde pek bulunmaz Katırtırnağı ama yamaçlara doğru çıkıldığında ya da denizden yamaçlara bakıldığında yeşil deniz içinde yıldız yıldız sarı renkleri ile görücüye çıkar! Katırtırnağı ağustos ayında dökmeye başlar çiçeklerini ve bu kez “ben tükendim, sonbahar geldi” diye feryat eder!
            Eski İstanbul’da evlerin kapılarını, ya da bahçe giriş kapılarını kucaklayan çiçeklerden biri de Hanımeli’dir. Hemen her evin giriş kapısında bulunur bu çiçek! Hoş bir kokusu vardır. Hanımeli çalı ve sarmaşık ailesinden bir çiçektir. Yeryüzünde 180 den fazla türü vardır. Avrupa’da 20, Amerika’da da 20 ayrı türü bulunur.  Türkiye’de bulunan Hanımeli daha ziyade Avrupa türü hanımelidir.
            Hanımeli çiçeği mayıs ve temmuz aylarında açmaya başlar. Hayli uzun sürelidir çiçeği. Pembemsi, beyazımtrak ve sarı renkli çiçek açar. Evlerin vazgeçilmezlerindendir. Hele eşi ile dargın olan, küs olan; komşuda yavuklusu olanların bir demet koparıp eşine, dostuna ve yavuklusuna verdiği çiçeklerdendir Hanımeli. Hemen her evde masa üzerinde ve su içinde bir demek Hanımeli vardır.
            İstanbul’un simgesi çiçeklerden biri de Morsalkım’dır. Baklagiller ailesinden olmasına karşın 20-30 metre boy yapar. Adeta ağaç gibi gövde yapar.  70-80 yaşına kadar yaşadığı bilinir. Ancak seyrek de olsa çok daha uzun süreli yaşadığı görülmüştür. Bu konuda Sarıyer’de örnek bir Morsalkım ağacı vardır. Sarıyer Merkez Ali Kethüda Camii arkasındaki balık lokantalarının önündeki Morsalkım ağacı 200 yaşında üzerindedir, anormal bir gövdeye sahiptir. Gövde tahrip olmasına karşın görkemini korumaktadır.
            Morsalkım mavi, mor, beyaz ya da soluk pembe renkli olur. Salkımları 15 ile 30 cm arasında olur. Uzun ömürlü süs bitkisidir. Morsalkımın özelliği yılda iki kez çiçek açmasıdır. Nisan sonu mayıs ayı başında başlar çiçek açması mayıs ayı sonuna kadar devam eder. Çiçekleri açtıktan sonra yaprak açmaya başlar. Her iki halde de, yani hem sade çiçekliyken, hem de her iki halde (çiçekli ve yapraklı) iken de görünümü harikadır. Mükemmel gölgelik yapar, renk denizi içinde insan yorgunluğunu unutur. Morsalkımın ikinci açışı haziran ayında başlar ve yaz mevsimi sonuna kadar devam eder. Morsalkımında çeşitli türü vardır. Ancak Türkiye’de olanlar Çin kökenli olanlardır.
            Sarıyer merkez ve deniz sahilinde balık lokantalarından birine kapağı atanlar, asırlık morsalkım ağacı altında yemeğini yer, yavuklusu ile hasret giderir ya da hayal âleminde yaşar ve dizelerin en güzelini kâğıda döker. Dostları ile geçimsizliğini, işyerindeki rahatsızlığını; arkadaşlarından kazık yemişliğini; para kaybetmişliğini burada unutur, hayal âleminde yaşar, gününü mutlu geçirmenin yolunu bulur.   
            Deniz’in mavisi, orman ve bitkinin yeşili, gökyüzünün kendine özgü gök mavisi Sarıyer’den doyasıya seyredilir. Deniz ile yeşil! Balık ile martı; su ile orman! Börek ile muhallebi; bal ile 1K (bu her neyse? Söyleniyor ben de yazıyorum, henüz anlamını öğrenemedim) Sarıyer’de görülür, Sarıyer’de yaşanır.
            Konumuz Sarıyer değil elbette! İstanbul’un güzelliğini mevsim güzelliğini katan çiçekleridir. Morsalkımdır, Hanımelidir, Katırtırnağıdır, Erguvandır.  İstanbul’da mevsimler bu çiçeklerle gelir, bu çiçeklerle gider. Bu çiçeklerle İstanbullu kendine gelir, bu çiçeklerle yaşamlarını devam ettirirler.
            Erguvanlar çiçeklerini döktü! Belki güneş az alan yerlerde bir süre daha yaşamını devam ettirir. Şimdi,  Erguvan, Hanımeli, Katırtırnağı ve Morsalkım zamanı! Bu çiçeklerden yararlanma zamanı. Gelin bunlardan yararlanalım, İstanbul’da bu çiçeklerle birlikte yaşayalım!
                        

SARIYER’İN EDEBİYAT GEÇMİŞİ VE SARIYERLİ YAZARLAR


“Sarıyer’in edebiyat geçmişi ve Sarıyerli Yazarlar”  konusunu tartışırken Sarıyer hakkında fazla bir şeyin yazılı olmadığını görüyoruz. Deyim yerindeyse Sarıyer edebiyat ve edebiyatçılar bakımından çok bakir bir yerdir.
            Sarıyer’in antik çağda isminin SİMAS olduğunu öğreniyoruz. Bu ismi,   tadına doyum olmayan memba sularından aldığını biliyoruz. Simas’ın Helen dilinde karşılığı “KUTLU SU – GÜZEL SU - AKARSU - GÜZEL SU IRMAĞI” olduğuna göre yerinde bir tespit. İlerleyen süreç içinde Simas “SARIYAR” a, daha sonra da “SARIYER” e dönüşüyor. Bir başka söylem de ismini Merkez Sarıyer’de bulunan SARIER BABA isimli bir yatırdan aldığıdır. Bir diğer söylem ise Şifa Suyu mesiresi ile Maden Mahallesi arasındaki yarların sarı renkte olması ve buradan 18. yy. sonuna kadar altın madeni çıkarılması nedeni ile aldığıdır.
            İstanbul Boğazı ve Karadeniz sahil şeridinde yer alarak mavinin tüm güzelliklerine sahip olan; İstanbul’un akciğerleri olarak kabul edilen Belgrad  Ormanı ve Bilezikçi Çiftliği özel ormanları; nefis memba suları; her biri doğa harikası olan anıt ağaçları; R. Hisar, Rumelikavak, Garipçe, Kilyos ve Rumelifener kaleleri; Belgrat ormanı içindeki su bentleri ile kemerleri; yüz binlerce insana doğal yaşam sağlayan mesire yerleri, gezi parkurları, arberotumu; paşa konakları, sahil boyundaki yalıları; Anadolu Kavak ve Yuşa tepelerinden kendini gösteren mehtabı ile edebiyatçılar için bulunmaz bir fırsat olan Sarıyer ile ilgili olarak edebiyatçılarımızın yeterince eser verdikleri kanısında değilim.
            Sarıyerli edebiyatçılar Sarıyer’i yok saymışlar ya da unutmuşlar mıydı? Elbette ki hayır! Aslında Sarıyer,  eski yıllarda İstanbul değildi! Öyle olmasaydı Sarıyerlilere “yolculuk nereye” diye sorulduğunda “İstanbul’a gidiyorum” demez, “Taksim”e ya da benzer şekilde “Fatih’e gidiyorum” derdi. Bunu hatırlatmamın nedeni eski dönemde Sarıyer’in şehir merkezine bir bucuk, iki saat kadar uzaklıkta bulunmasıydı. Böyle olunca Sarıyer’e geliş gidişler hem vakit kabına sebep oluyor ve hem de meşakkatli oluyordu.
            Gezdiği yerleri kendine has üslubu ile yazan Evliya Çelebi ilçe olarak belki de Sarıyer hakkında yazı yazan ilk kişidir. Evliya Çelebi kısaca “Her sene İstanbul halkı bu şehirde sohbet eder” der ve şöyle devam eder “Sultan IV. Murat’ın Sarıyer’i ziyaret ettiğinde gördüğü bahçenin sahibi Solak Çelebi Efendi’ye hitaben günümüz Türkçesi ile “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı olduğum halde böyle bir sevgililer bahçesine (yani böyle harika bir bahçeye) sahip değilim” der.
            Sarıyer’i eski dönemlerde yazanlar daha ziyade yabancılar oldu. Örneğin: Edmando De Amicis, İnciciyan, P. A. Dethiear, Dionysios Byzantios, Jane Taylor, Moltke ve La Martin gibi….
            Sarıyerli edebiyatçı elbette ki vardı. Örneğin, Agah Efendi (Çapanzade 1832-1885) Sarıyerli yazarlardan biridir. Çıkardığı Tercüman-ı Ahval (1860) gazetesi ülkede çıkan ilk özel gazetedir. Her biri edebiyat tarihi içinde yer alan Recaizade Mahmut Ekrem (İstinye), Tevfik Fikret (R. Hisar), Muazzez Tahsin Berkant (Emirgan), Mahir İz (Emirgan), Adalet Ağaoğlu (Büyükdere) Sarıyerlidir. Harp tarihi yazarı Em. Gen. Fahrettin Belen (Çayırbaşı), Abidin Daver (Büyükdere), Tarihçi Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı (Büyükdere) Sarıyerlidir ama Sarıyer ile ilgili yazı pek yazmamışlardır.
            Yazarlar içinde tabii iki Sarıyer’i yazanlar da var. Örneğin; Eremya Çelebi Kömürcüyan, Salah Birsel, Semiha Ayverdi,  Osman Celal Kaygılı,  Ahmet Niyazi Banoğlu, Cahit Kayra, Balıkçılar Nazırı Ali Rıza Bey, Ord. Prof. Dr. Semavi Eyice, Sedat Hakkı Eldem, Burhan Oğuz, Sermet Muhtar Alus, Selim İleri, Doç. Dr. Haluk Dursun, Dr. Jak Deleon, Ali Soysal, Sadri Sema, Sennur Sezer, Adnan Özyalçınar, Gökhan Akçora, Çelik Gülersoy, Mustafa Armağan Sarıyer’i yazanlardan bazılarıdır. Sarıyer ile ilgili en kapsamlı çalışma Sarıyer Belediye Başkanlığı tarafından 1993 yılında Yüksel Yazıcı’ya yaptırılmış ve mükemmel bir eser meydana çıkmıştır. Tarafımızdan yapılan ve kitaplaştırılan çalışmalarımız da göz ardı edilemez.
            Sarıyerli edebiyatçılardan bahsederken Celadet Barbarosoğlu’nu unutmamak gerekir. Bestelenen şiirleri var. İkisinden bahsetmek isterim. Osman Nihat Akın tarafından suzinak makamında bestelenen:
“Cevrin yeter artık bu kadar olma sitemkâr,
                        Sen olmazsan bu âlemde benim söyle neyim var?”
şarkısı ile Kadri Cerrahoğlu’nun kürdîlihicazkâr makamında bestelediği:
                        “Yıllarca yazık boş yere hülyalara kandım,
                        Git, istemem yeter artık, aşkından usandım”
şarkıları, unutulmayan şarkılardır. Yine Sarıyerli bir kıza gönül kaptıran Atıf Kahraman’ın;
                        “Çoktan beri bir kız tanırım ben Sarıyer’de
                        Boy - pos onda, kaş - göz onda, esmer ona derler”
şiirinin Selahattin İçli tarafından bestelendiğini hatırlatmak isterim.
            Yesari Asım Ersoy, Yahya Kemal Bayatlı, Sadri Alışık, Hikmet Şinasi Önal, Hüsnü Efendi, Ceyhun Savaşçı, Mediha Şen Sancakoğlu ve Burhanettin Deran Sarıyer ile ilgili şiirleri bestelenen kişilerden bazılarıdır.
            Sarıyer’i en iyi anlatan edebiyatçılardan biri Yusuf Mardin’dir. Sarıyer’de Akşam şiirinde şöyle der:
                        Göklerde yüzer pembe bulutlar,
                        Akşamda solar defne ve çamlık,
                        Söyler yine bir besteyi rüzgâr
                        Sessiz yayılır sonra karanlık.
                                   Hülya gibi ürpermededir su,
                                   Üstünde çizimlerle seherden,
                                   Yollar serilir dağlara doğru
                                   Rüyalarımın gittiği yerden!
            Sarıyer gerçekten ilçe olarak Aşiyan’dan Kısırkaya’ya kadar edebiyatın her dalına konu olacak kadar zengindir.
             Çınaraltı/Emirgan edebiyatçıların toplandığı sohbet merkezidir. Türk edebiyatının nabzı burada atar. Yeşil ile mavi; aydınlık ile karanlık; mehtap ile yakamoz kucak kucağadır Çınaraltı’nda. Burada edebiyatçılar son yazdıkları şiir ve hikâyeleri birbirine okur, deneme ve romanlarını tartışır, bilgi alış verişinde bulunurlar. Emirgan’ı en iyi anlatanlardan biri Kerem Düzova’dır.   Düzova şöyle der:
                        “Bir şeyde gözüm yok, kuru bir can kâfi,
                        Hoş-beş edecek ehl-i ihvan kâfi.
                        İkbaline bel bağlamadım dünyanın,
                        İstanbul içinde bir Emirgân kâfi.”
            Beykozlu olmasına rağmen, yaz aylarında Sarıyer’de yaşamayı alışkanlık haline getiren Orhan Veli:
                        “Urumelihisarı’nda oturmuşum,
                        Oturmuş da bir türkü tutturmuşum”
 diyerek kederini mısralarına gömmüş sonra da;
                        “İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim;
                        Bir fakir Orhan Veli
                        Veli’nin oğlu
                        Tarifsiz kederler içindeyim”
diyerek duygularını mısralara dökmüştür.
            Sarıyer’de edebiyatçı elbette var. Yazardır, şairdir ama vardır. Sarıyerlilerin unutamadığı İbrahim Akdoğan mehtaba âşık Sarıyer’e sevdalı bir şairdir. Kendisini tanıtabilmemiz bakımından bir anekdotunu hatırlatmak isterim. Kafası kıyak, gece 22.30 da, Sarıyer/Mesarburnu caddesinde ve deniz sahilindeki banka oturmakta, mehtabı seyretmektedir. Dalgın ve dünyadan kopmuş gibidir. Gelip geçenler vardır ama onu tanıdıkları için önünden bile geçmez, mehtabı seyretmekten mahrum olmasın diye bankın arkasından dolanırlar! İşte böylesi bir ortamda, 14/15 yaşlarında iki delikanlı arkasına beliriverir. İkisinde bir bisiklet vardır.  Ben bineceğim, sen bineceksin diye dakikalarca bağırıp dururlar. Şekerci İbrahim bağırmalarına tahammül edemez yerinden fırlayarak delikanlıların yanına gider ve “Ulan” diye bağırarak:
                        “İkinizde tüy siklet,
                        Aldınız bir bisiklet,
                        Biriniz binin, biriniz inin,
                        Sonra da siktirin gidin” der. Çocuklar derhal uzaklaşırlar oradan.
Söylediği tüm şiirleri vezne kafiyeye uyarlı olan Şekerci İbrahim maalesef yazılı bir eser bırakmamış, söyledikleri belleklerde korunarak günümüze kadar gelmiştir.
            Sarıyerli yazar ve şairlerden Yusuf Mardin yazdığı “Kocataş Anılarım” kitabında Sarıyer’i çok iyi anlatır. Bu kitaptan öğreniyoruz Atatürk’ün, eski Adalet Bakanı Necmeddin Molla’yı (Kocataş) ziyareti sırasında yalının önünde toplanan Sarıyerlilere hitaben:
            “Beni görmek demek behemahal yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir”  sözlerini söylediğini.
            Kireçburnu’nda Ağaçaltı kahvehanesi, Kefeliköy’de Dalyan koruluğu, Büyükdere’de Vortik çaybahçesi (Sonra Sevsay), Sarıyer’de Hünkâr Suyu, Çırçır Suyu ve Şifa Suyu, Yenimahalle de Fırıldakbahçe mesireleri edebiyatçıların sık sık geldikleri yerlerdir.
            Fırıldakbahçe, Yenimahalle’nin Pazarbaşı mevkiinde ve yol üzerinde yamaçtadır. Yeşillikler içinde bir yerdi. Öyle her babayiğidin destur demeden girebileceği bir yer değildi. Zira müdavimleri 1940 lı yıllara kadar edebiyatçılar, musikişinaslardı. Halit Ziya, Mehmet Rauf, Ahmet İhsan, Mehmet Asım (Us), Ahmet Rasim, Hüseyin Fırat, Lemi Atlı, Rıza Tevfik, Yahya Kemal, Kanuni Sarı Talat, Kanuni Atıf Bey, Hanende Mazhar Bey, Serezli Şekip Bey, Tanburi Raşit Molla, Hafız Yusuf Efendi, Kanuni İsmail Bey, Celadet Barbarosoğlu, Şekerci İbrahim gibi yazar ve sanatçılar Fırıldakbahçe’nin müdavimleriydi.
            Büyükdere’den başlayan Piyasa Caddesi ve Sarıyer’de sona Eren Mesaburnu Caddesi, yaşlı genç edebiyatçıların gecenin geç saatlerine kadar volta attıkları, edebi konuları tartıştıkları vazgeçilmez bir kulvardı!  Ben buraya; “Mehtabın yürekleri dağlayıp asfalta yapıştırdığı, şairin ömür tükettiği kulvardır”  derim.
            Elbette ki Sarıyer’de şairler var. Birkaç yıl önce kaybettiğimiz Muhteşem Sunter ile Ali Korkut’u rahmetle anarken, önemli eserler vermeye devam eden Yetkin Aröz, A. Sudi Keten, Adnan Ayber,  Yalçın Akatay, Tuncay Dağlı, Yaşar İliksiz, Ramazan Geçenoğlu, Emine Koç, İlknur Sarı,  Emine Topçu şiirleri ile Sarıyer’i ve duygularını yazmaya devam ediyorlar.
            Aslında sinema sanatkârı olan Ali Korkut’un şair yanını unutmamak gerekir. Ne denli duygu dolu olduğunu “Taş” şiiri ile anlıyoruz. Bu şiirden bir bölüm okumak isterim:
                        Sana hissiz dediler
Sana ruhsuz dediler
                        Halbuki;
                        Senindir değirmendeki beste
                        Seninle ruhuna renk verir heykeltıraş
                        Sana yazılır dert
Sana vurulur baş…
der ve şöyle devam eder:
                        Taşlardır beka, taşlardır ebediyet
                        Taştan başka dünyaya ne bıraktı medeniyet
                        İnsan ölür, uzatılır musalla taşına
                        Ve bir taş dikilir başına.
                        Budur insandan dünyaya kalan baki
                        Altında bir tarih, üstünde bir fatiha
                        Ve hüvelbaki.
            Sarıyer’i çeşitli yönleriyle makale ve kitaplarıyla gündemde tutan; Prof. Dr. Mithat Baydur, Nurten Ertül, Orhan Türkel, Hikmet Öziş, İlhan Tayar, İrfan Terzi, Dr. Ahmet Bekaroğlu, Fatih Sanlav, Mehmet Sönmez, Leyla Özdemir, Tansu Bele, Tuncay Dağlı, Yaşar İliksiz,  Cafer Hergünsel, Ümit Sanlav, Vural Sözer,  İlker Büyükdurmuş, Mustafa Balcı, Refik Kesek, Levent Pehlivanoğlu, İrfan Kaban, Sinan Subakar, Ömer Canıbeyaz, Cemal Beşkardeş, Vedat Özdemir, Mustafa Bakır, Nigar Ayyıldız, Emin Ayyıldız ve diğerleri Sarıyer’i yazmaya ve toplumsal olaylara parmak basmaya devam ediyorlar.
            Yine de Sarıyer ile ilgili yeteri kadar eser verilmiş değil. Bunu özellikle belirtmek isterim. Başta Belediye olmak üzere Sivil Toplum Kuruluşları ve yerel basının, Sarıyer’in Edebiyat Geçmişi ve Sarıyerli Yazarlar üzerinde araştırma yapmaları gerekir inancındayım. Yerel basının Sarıyer’in tanıtımında katkısı unutulamaz ama gerek şahıslara ait internet sayfaları ve gerekse yerel basına ait internet sayfaları, Sarıyer’in edebiyat alanında tanınması konusunda daha fazla katkı vermelidir. Ama bu katkının çok bilinçli ve kapsamlı olması, bu çalışmaya da destek olunması gerekmektedir. 
            Sarıyer’in edebiyat geçmişi ve Sarıyerli yazarlar konusunda elbette ki önemli bir ayıbı ve yanlışı vardır. Sarıyer’in Edebiyat geçmişini ve yazarlarını araştırırken Sarıyer ilçesinde halk kütüphanesi olmamasının izahı nasıl yapılabilir. Halkevleri kapatıldıktan onlarca yıl sonra 1991 de merkez Sarıyer’de açılan kütüphane de 1995 de kaldırıldı, binlerce kitap yok edildi.
            Edebiyatçılara ve okurlara kütüphane ve kitap lâzım! Aramızda beş bine yakın kitap okuyan ve on bine yakın kitabı ile mükemmel bir kütüphaneye sahip olan Eyüp Odabaşı var. Bu önemli uğraşı verdiği ve ilgilenenlere yardımcı olduğu için kendisine bu vesile ile teşekkür ediyorum.
            Sarıyer’imiz gerçekten her konuda araştırılmaya değer bir yerdir. Bir uçundan diğer ucuna kadar incelenmeye ve değerlendirilmeye değer bakir bir merkezdir. Konunun panele taşınması ve tarafımdan dinleyenlere sunulması, ilktir ve araştırılmaya devam edilmelidir.
            Konu ile ilgili olarak saatlerce konuşulabilir ama ben bu panel konuşmamı bugün için yeterli buluyor, etkinliği tertipleyenlere, takip edenlere, dinleyenlere ve ilgi duyanlara teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
09.05.2012

SARIYER, BOGAZİÇİ VE MARMARA DENİZİNDE KILIÇ BALIĞI AVCILIĞI


Üç tarafı denizle çevrili ülkemizde balık avcılığı hangi boyuttadır? Bunun henüz kesin bir tespiti yapılmadığı bilinmektedir. Değişik türde balıklara sahip olan denizlerimizdeki balık rezervi ne kadardır? Bu da bilinmemektedir. Oysa gelişmiş ülkelerde; örneğin Norveç, İsveç, Japonya gibi ülkeler deniz ve balık envanterini çıkarmış, buna göre hesaplarını yapmış ve balıkçıların ne kadar avlanacağını kotaya bağlamışlardır. Buna göre balıkçıların istedikleri kadar avlanmaları yasaktır ve yasağa uymalarının erdem olduğunu da bilirler.
Ülkemizde balıkçılık hoyratça yapılmaktadır. Hangi mevsimde, hangi ayda olursa olsun, o mevsim, o ay veya günde, hangi tür balık varsa avlanma yoluna gidilir. Amaç;  balığı, balıkçılığı korumak ve geliştirmek değil, geçimi sağlamaktadır. Balıkçılar çok balık avlanmayı, rahat geçinme ve çok kazanç elde etmek olarak kabul eder. Çok balık; çok para ve yine denize yatırım yaparak daha güçlü takım yaratma, daha elverişli ve modern cihazlara sahip olmak demektir. Balıkçılarımız bunu bilir bunu yaparlar.
Uzun yıllardan beri bazı balık türleri karasularımızdan kaybolup gitti. Arada bulasın? Nerde ve ne zaman kaybolan nadide balıklar kendilerini gösterecekler? Düşünceler, tahminler ve bitmeyen beklentiler!
Daha çok bekleriz ve daha çok düşünürüz! Kaybolan balık türleri ne beklemekle gelir ve ne de düşünmekle elde edilir! Giden gitmiştir, kaybolan kaybolmuştur! Boğazın ve Marmara Denizi’nin nadide balığı kılıç artık yoktur. Önce Boğaziçi’ni, sonra Marmara Denizi’ni terk etti.  Ege Denizi’ni kendisine mesken tutan bu nadide balık halen Ege ve Akdeniz’de seyrediyor! Ama eskisi kadar bol değil!
Nefis lezzeti ile uskumru 1970’li yıllardan beri ortalarda görülmüyor! Ne oldu? Nasıl kaçtı? Nereye gitti? Orkinos neden Marmara Denizi’nden ve geçiş yolu olan Boğazlara uğramaz oldu? Büyükdere koyu, Sarıyer ve Kireçburnu önlerinde avlanan Istakozlar neden ortalıkta görünmüyor elli yıldan beri? Kökü mü kurudu? Ne oldu?  Sardalye neden Boğaziçi’ne kadar gelmiyor artık?
Bütün bunlar kayıp olanlar balıklar! Eski yıllara oranla torik, palamut, çinekop, sarıkanat ,lüfer ve kofana da sırra kadem bastı! Lüferin azmanı akya da görünmeyenlerden oldu! Arada bulasın! Hamsi bile boğaza girmiyor artık!
Eylül ayı, bir dediği zaman balık sezonu açılır. Dualarla tekneler yolcu edilir balık avcılığına! Bütün beklenti bolca palamut, lüfer ve torik tutmaktır. Yeteri kadar av vermezse tabiat ana o zaman balıkçıların yüzü gülmez, aşı pişmez, tayfası durmaz kayıklarda, çeker giderler! Her ne kadar yeni yöntem tayfayı tutmak için maaş veriliyorsa da balıkçı Reisi için önemli olan maaş vermek değil pay vermektir. Bu yüzden reis balık avının bol olmasını ister. Karadeniz’de ve Boğaziçi’nde palamut, torik ve lüfercilik yeteri kadar olmazsa, o mevsim balıkçılık olmadığı kabul edilir.
Balıkçılık denildiğinde çok geniş bir ailenin içine girilir. Bugün sadece balıkçılığın bir kolundan bahsedeceğim. KILIÇCILIK!
Kılıçbalığı en değerli balıklardan biridir. Görünümü görkemli, tadı nefis bir balıktır. Kılıç şiş tadına doyum olmaz bir balık yemeğidir.  Balıkçı tezgâhlarını süsler, dostlar alışverişte görsün denilsin diye tezgâha konmaz kılıçbalığı! Bu balığın özel müşterisi vardır. Arar, bulur ve fiyatı ne olursa olsun alır!
Kılıçbalığının kılıcı üst çenesinin uç kısmından ileriye doğru uzayıp gider. Kılıcı boyunun yasına yakındır.  Bu nazik balık kılıcını zorda kaldığı zaman bile öldürücü olarak kullanmayan bir uysal balıktır. Bu balığın alt çenesinde kılıç yoktur. Çenesinde dişleri de bulunmaz. Diş yerine ince pürtükler bulunur.
Kılıçbalığı AKANTHOPTERYGİİ takımı balıklarından olup xiphiidae ailesi içinde yer alır.
Kılıç balığı çoğu kez dipte ya da iki su arasında bulunur. Soğuk hava ve soğuk sularda su yüzüne çıkmaz. Kanalda ılık suda kaybeder kendini. Böyle olduğu zamanlar avlanması da olmaz. Kılıçbalıkları genellikle dişi ve erkek olarak ikişerli gezerler. Yumurtalarını nerede bıraktıklarını bugüne kadar saptanabilmiş değil! Elbette ki deniz ama hangi denizde ve nerelerde? Göçer balık olduğuna göre, yaz başı göçtüğü yer neresi ise orada havyarını döktüğü ilk akla gelendir.
Kılıçbalıklarının boyları 2 veya 2,5 metre kadardır. Çok daha büyük olanları da bulunur. Seyrekte olsa 4 ila 7,5 metre arasında olanlarda vardır. Ama ülkemizde bu büyüklükte kılıçbalığına rastlanmış değil.
Seyri zevk veren görkemli bir balık olan kılıçbalığı, iri parlak ve yuvarlak gözleri ile dikkat çeker.  Dili ise çok güçlüdür. Yüzgeçleri koyu çivit renginde olup yan tarafları mavidir. Avlandıktan kısa bir süre sonra sırtı ve yüzgeçleri siyahlaşır. Yan tarafları koyu gri ve karın bölgesi beyazlaşır. Pullu balıklardan olmasına karşın pullu balık olduğu pek anlaşılmaz.
Kılıçbalığı yırtıcı balık değildir. Büyük-küçük yırtıcı balıklardan da korkmaz. Zorda kalsa bile kılıcını kullanmaz. Bu balığın en büyük düşmanı çok küçük bir parazit olan Pennatula’dır. Bu parazit, kılıçbalığının sırtına yapışır kalır. Balığa çok eziyet ve acı verir. Kılıçbalığı bu acıya tahammül edemez, çıldıracak hale gelir, kurtulabilmek için kayalara çarpar, olmaz ise kendisini bile bile balık ağlarına teslim ederek intihar eder.
Kılıç balıkçılığı artık yapılmıyor! Kılıççılar da artık yok! Kılıç balıkçılığında kullanılan malzemeler,  mağazalarda bir kenarda istiflenmiş ya da bir köşeye atılmış, oradan yok olacağı zamanı beklemektedir. Eski reisler malzemelerine kıyamaz, gelinlerin çeyiz saklaması gibi bir kenarda tutar ve saklar! Ama yeni reislerin bu malzemelerle işi olmaz, ne işe yaradıklarını duymuşlardır ama nasıl kullanıldıklarını öğrenmek bile istemezler!  Yeni malzeme ve cihazlar için yer aradıklarında “yahu ne işe yarar bunlar, bunların zamanı geçti” der ve göz önünden kaldırıp atarlarsa, büyüklerinin eskiye özlemi daha da artar. Çünkü günümüz reisleri ve bugünkü balıkçılar o basit malzeme ve aletlerin ne kadar önemli olduğunu kavramakta zorluk çeker…
Kılıç balığı avcılığı ağ ve zıpkınla yapılır. Ağla yapılanı iki türlüdür. Gırgır ve akışla (uzatma).Gırgırla yapılan balıkçılıkta, reis balığı gördüğünde, uzaktan balığın etrafında firdola dönerek ağı döker ve iki kayık (alamana) baş başa geldiğinde ağ çekilerek balık avcılığı tamamlanırdı. Ağ içinde balık kalmışsa kayıklara alınır ve satışa gönderilirdi. Gırgırla yapılan avcılık yetmiş yıl kadar önce terk edildi ve sadece hatıralarda kaldı!  O günleri yaşanların sayısı parmakla sayılacak kadar az!
Kılıççılıkta ağ balıkçılığı ile birlikte zıpkınla da avcılık yapıldı. Zıpkınla kılıç avcılığı Poyrazlıların icadıdır denilse yeridir. Önce Poyrazköylü balıkçılar bu işe başlamış ve devam ettirmişlerdir. Poyrazlıları Marmara Adasının balıkçı köylü olan Çınarlı köylüler takıp ettiler. Sonra diğer yerlerin balıkçıları…
Zıpkınla kılıç balıkçılığı baltabaş teknelerle yapılırdı. Zaman zaman takalar da kullanılmasına rağmen, en uygun olanı baltabaş teknelerdi.  Teknelerin baş tarafından ileriye doğru 4-5 metrelik bir kalas uzatılarak dip taraftan tekneye iyice bağlanır ve sağlamlaştırılır. İşin ehli olan zıpkıncı kalasın en ucuna gider oturur ve avını bekler. Teknede en fazla dört kişi bulunur. Biri dümeni kullanır ve tekneye kumanda eder, biri yardımcı olarak kalır, biri dürbünle balık gözler, diğeri de zıpkıncıdır, kalasın uçunda oturur ve zıpkını kullanacağı anı bekler.
Kılıççılıkta fazla bir malzeme ve alet yoktur. Baltabaş veya bir başka tekne, gürgen ağacından 4-5 metrelik üç beş zıpkın değneği, birkaç zıpkın, 100 – 150 metre 5 mm lik ip,  bir kepçe, bir kakıç malzeme olarak kılıç avcılığında yeterlidir.
Kılıççılık nisan ayının ilk haftasında başlar haziranın sonuna kadar devam eder. Kılıççılıkta denizin rüzgârsız, durgun ve dalgasız olması gerekir. Rüzgârlı ve dalgalı havalarda kılıççılık yapılmaz.  Boğaziçi’nde ağla, Marmara Denizinde ise zıpkınla kılıç avlanır.
Zıpkıncı kalasın ucuna oturur ve bekler. Devamlı ayakta duran dürbüncü de balık arar! Dürbünle bir mile yakın mesafeden balığı görür ve dümenciye işaret eder. Dümenci tekneyi o tarafa yöneltir. Zıpkıncı da zıpkını, zıpkın sırığına iyice yerleştirip elinde bekler. Tekne balığa yaklaştıkça zıpkıncı balığı görür. Kılıç balığının yelesi (kanatları) durgun suda su yüzüne çıkar ve balık denizi yara yara gider.  Atış menziline gelindiğinde zıpkıncı balığa zıpkını atar. İsabet ettirdiğinde balık canı yandığı için olanca gücü ile kaçmaya, derinlere gitmeye başlar. Zıpkından kendisini kurtaramaz. Zira zıpkının uç kısmının yan taraflarında gizli kulakları vardır, kurtulmak istediğinde onlar açılır ve balığın hareketini önler. Yardımcı elindeki ipi bırakır, balık kendi başına bir süre gider sonra durur. Balık sakinleştikten sonra ip çekilir ve balık teknenin içine alınır. Tabii bir balıkla yetinilmez, avcılığa devam edilir. Bir günde 15 ile 30 arasında balık avlandığı olur!
Boğaziçi’nde kılıç balığı genellikle 3 ile 150 kilo arasında olur.  Seyrekte olsa 200 kilonun üzerinde olanlara de rastlanır. Daha büyükler ise Ege ve Akdeniz’de görülür.
Kılıç balığı göç balığıdır. Havyarını dökmek üzere Marmara Denizinden Karadeniz’e çıkar, göç eder (Anavasya), havyarını döker ve geri dönerek (Katavasya) tekrar Marmara denizine gider. Havyar balık olur ve dönüşe geçer. İşte Boğaziçi’nde kılıç balıkçılığı böyle başlar. Havyar döken balık avlandığı gibi, yavru kılıçlar da avlanır. Balığın göçten dönüşü ekimde başlar kasım ayı sonuna kadar devam eder.  Nisan-haziran aylarında kılıççılık rahatlıkla yapılırken ekim-kasım aylarında yapılması zor hatta imkânsızdır. Çünkü deniz dalgalı ve rüzgârlı olur, bu durum avcılığa elverişli değildir.
Günümüzde kılıç balığı yok! Bulana aşk olsun! Bulunsa da pahadan yanına yaklaşılamaz. Neden kılıç balığı kayıplara karıştı? Bu konu üzerine akıl yoranlar bulunmalıdır. Araştırılmalı ve bir çıkar yol, bir yöntem bulunmalı, balığın Karadeniz ve Marmara denizinde tekrar üretilmesi yoluna gidilmelidir.
Kılıççılık ya da kılıç balığı avcılığından bahsedildiği anda akla Poyrazköy ve Poyrazköylü balıkçılar gelir. Kılıç balığı avcılığı Poyrazköylülerin ana işidir. Kılıç avcılığı ağ ve zıpkınla yapılır. Ağla yapılan avcılıkta gırgırcılık çoktan terk edildi. Ağla akış yapılmak suretiyle yapılan kılıç avcılığı da uzun bir zamandan beri yapılmıyor. Kılıç balığı avcılığında Poyrazköylülerin üzerine yoktur.  “Olmasına da imkân yoktur” derler. Araştırmalarımızda gördüm ki kim söylemişse doğrusunu söylemiştir. Çünkü “Hayır” diyene rastlamadım.
Poyrazköylüler elbette ki sadece kılıç balığı avcılığı yapmıyorlardı. Torik, palamut, lüfer, uskumru, hamsi, istavrit hangi balık varsa o balığın etrafında dolanıp durur avlanırlar. Ama Poyrazköylüler için olmazsa olmazları Kılıççılıktı! Kılıççılığın da zıpkınla yapılanı! Zıpkın avcılığında üzerine yoktu Poyrazlıların!  Namlı zıpkıncıların piri de Torlak Mustafa Reis’ti. Yokluk zamanında her tür balık avına koşan Mustafa Reis sadece kendisini yetiştirmekle kalmadı, çocuklarını da yetiştirdi.  Torlak Niyazi, Torlak Nuri, Torlak Mehmet zıpkınla balık avlayan ve kılıç balığını gördüğünde affetmeyen usta zıpkıncılardı. Bir günde 25, 30 kılıç balığını zıpkınla avlayan Torlak Nuri Reis hala o günleri hatırlayarak gün geçiriyor. Poyrazlı İsmail (Aktaş) yüz yaşa merdiven dayamış ama hala zıpkınla kılıç balığı avladığı günlerin hasretini çekmekte “Ah o günler geri gelmez ki” demekten kendini geri alamamaktadır.  Ali Rıza Toker’i de yabana atmamak gerekir. Aklını her zaman öne çıkararak, “telaş benimle eş olamaz” diyerek sanatı yapan ve ustalaşanlardandır. Balığa zıpkını attığında gövdesine değil kafasına atarak gövdesinin delinip zedelenmemesine dikkat edecek kadar ustaca davranan ve bugün hala şöhretini devam ettiren bir büyük usta zıpkıncıydı.  Elbettei Zamkinoz Şerafettin de unutulamaz. O da bu sanatın ustalarından biri olarak adım adım şöhret basamaklarını tırmandı. Gaco’nun İsmail (Toker), Türk Osman’ın Yaşar (Özer), İshak Türkmen, Muammer Türkmen, Dursun Ali Bakırcı, Rüştü Kan, Hüseyin Kasarcı, Şekerin Mustafa, Kalafat İsmail, Kalafat Fazlı ve Fazlıoğlu İsmail’de zıpkıncıların usta isimlerindendi.
Poyrazköy dışında zıpkıncı aranacak olsa bulunması zordur. Olsa da parmakla sayılacak kadar az! Sarıyer Merkez’de en önemli zıpkıncı Zangar’ın Ömer (Akın) dır.  Balığı gördüğünde affetmeyenlerdendir. Sasırdım Bahri (Menekşe) motor sahibi değildi ama zıpkını Sürmene bıçağı gibi kullanan bir genç usta idi. İş hayatına dışarıda devam etmeseydi belki de çok iyi bir zıpkıncı olarak şöhret bulacaktı. Madenli Rasimoğlu Mustafa ile kardeşi Rasimoğlu Fahrettin de zıpkını çok iyi kullananlardandı.
Söyleşi yaptığımız Torlak Nuri Reis’ten öğrendiğimize göre; Marmara Denizi’nden Ege ve Akdeniz’e önemli sardalye göçü oldu. Kılıç balığı bu göçü yani sardalye balığını takip ederek peşinden gitti ve bir daha dönüşü olmadı. Oldu ise de çok az oldu ve üremesi de ortadan kalktı. Zira Kılıç balığı sardalyenin bol olduğu yerlerde olur ve sardalye ile beslenir. Boğaziçi’nde sardalye olmadığı biliniyor. O zaman göç eden ve uzun zamandır ortalardan kaybolan kılıç balığını da görmek mümkün olmuyor. Tezgâhlarda görülen ve hayli pahalı satılan kılıç balığı yerel balık değildir. Ege ya da Akdeniz’den gelen balıktır. Bu balıklar Boğaziçi ve Marmara Denizi’nde tutulan balığın lezzetini de vermez! Çünkü Ege ve Akdeniz’in suyu çok tuzludur.
Kılıç balığı avcılığı aynı zamanda ağla da yapılıyordu. Ağla kılıç balığı avcılığı 1960’lı yılların sonuna kadar devam etti. Ağ ile yapılan kılıç balığı avcılığı da Nisan ayında başlar, Eylül-Ekim ayı sonuna kadar, müsait havalarda yapılır. Kılıç ağı çok açıkgözlü, 25 metre boyunda ve beş metre genişliğindedir. En fazla 4 ya da 5 ağ birbirine bağlanır ve 100 veya 125 metrelik ağ yapılır. Ağlar kayığın kıç üstüne (kayığın kıç güvertesine) istif edilir ve akış yerinde denize bırakılır. Ağın en uç kısmındaki şamandıra’nın üst kısmına ayrıca bir fener bulunur. Ayrıca denize bırakılan her tonoz ağın bitimi ile birlikte bir şamandıra denize bırakılır, ağlar birbirine bağlı olur. Ağın kayıkta kalan uçunda 10-15 metre uzunluğunda yuntar denilen bir ipin ucu kayıktaki balıkçıda bulunur. Ağın deniz üzerinde kalan kısmında aralıklı olarak mantar bulunur.  Balık ağa vurduğunda balıkçının elinde bulunan yuntar sallanır, gerilir böylece ağa balığın vurduğu anlaşılır. Ya da zifiri karanlıkta balık ağa vurunca denizde yakamoz yapar. Böylece balığın ağa yakalandığı anlaşılır. Kılıç balığı kayığa alınırken kılıç kısmından alınmaz. Zira keskin kılıç ellere zarar verebilir. Balığın kuyruk kısmından kayığa alınması gerekir. Başka çare yoksa kılıçbalığının kılıcına kalın bir bezle tutulmalıdır. Balık ölmeden kılıç balığının keskinliği kaybolmaz. Kılıçbalığı ağı denize atıldığında Anadolu yakasına yakın atılmışsa şamandırada yeşil renkli fener, Rumeli yakasına yakın atılmışsa kırmızı renkli fener kullanılarak varlıklarını belli ederler.
Boğaziçi’nde akış yerleri bellidir. Poyraz ile Garipçe arası ve kanal dikkate alınarak ağ denize atılır. Kanalın akıntısı ile ağ Boğaziçi’ne doğru akar. Kayık takip eder. Bu akış sırasında geçen kılıç balıkları ağa saplandığında, kurtulmak için çırpınır, çırpındıkça ağa sarılır. Kayıkçı da balığın üzerine gider ve ağı çekerek balığı kayığa alır. Bu gibi avlanmadan iki üç balık alındığı olduğu gibi, sabaha kadar devam eden iki üç akışta bir balık alındığı da olur, hiç balık avlanılmadığı da olur. Poyraz-Garipçe arasındaki akış Anadolu Kavağı ile Rumeli Kavağı açığında son bulur.
Anadolukavak ile Pazarbaşı arasında şamandıralar vardı. Tespih gibi yan yana dizilirlerdi. Savaş zamanında iki yaka birleştirilerek boğaz geçişe kapatılırdı. Şamandıraların altından dibe doğru sarkan 8-10 metrelik çelik ağlar, savaş anında düşman denizaltılarının geçişini önlemek içindi. Yani lüzumlu ve gerekliydi. Şamandıralar böyle olunca akış şamandıralara gelmeden sona ererdi. Bu durum bir yerde Poyrazlılara daha ileri gitmeyin demek gibi bir şeydi.  Sonraki akış yani diğer akış yeri ise şamandıralar geçildikten sonraki akış yeri olan Pazarbaşı ile Macar mevkii açıklarında ve yine kanaldan başlar Kireçburnu bazen de Tarabya önlerine kadar gelir.
Anadoluhisarı-Kanlıca arası, Kanlıca-Çubuklu arası, Beykoz - Paşabahçe arası da kılıçbalığı akışı yapılan yerlerdir.
Ağla kılıç balıkçılığı da kolay değildir. Zor olanı sabaha kadar denizde beklemek, akış üzerinde durmaktır. Ağla yapılan kılıç avcılığında kayıktakiler kendilerine yenidünyalar kurar, kurdukları dünyada yaşarlar. Alışkan olanlar yani akşamcılar, zulaya attıkları içkisini; çerez, zeytin veya peyniri oturağın bir kenarına koyar ve tek tek atarak kafasını bulur, kendi hayatını yaşarlar!
Ağ balıkçılığında en ters şey, geçen gemilerin sorumsuzluğudur. Denizde bir başka işle meşgul olup olmadığına dikkat etmezler. Oysa denizde ağ atan, akışta olan kılıççılar vardır. Geminin veya herhangi bir büyük teknenin ağların üzerinden geçmesi demek o balıkçıyı perişan etmek demektir, zira tüm sermayesi bir küçük kayık ve üç beş ağdır. Geminin uskuru ağı birbirine dolar ve parçalar çekip gider. Gemilerin dikkatini çekmek için; kayıktakiler tayfa ya da kayık sahibi geminin üzerlerine doğru geldiğini görünce ve yaklaştığında bağırır; “Ağğğğğğ var ağğğğğğğğğ”! Bu bağrışı tekrarlar dururlar.
Balık avlayanlar balığını Sarıyer’de Taşiskele’ye getirir ve mezatçı memurun pazarlaması üzerine satarak parasını alır. Fazla balık varsa, daha iyi fiyat bulmak için sabahın erken saatinde balıkhaneye gönderilerek satış yapılır. Satıştan elde edilecek para, iki kişilik kayıkta dörde bölünür. Bir pay kayık payı, bir pay ağ payı, bir pay ağ sahibinin, bir payda tayfanın olur.
Poyraz köy, Sarıyer Merkez, Sarıyer Maden, Kireçburnu ve Anadoluhisarlı balıkçılar ağla kılıç balığı avcılığı yaparlar.
Ağla kılıç balığı avcılığı yapanlardan Sarıyerli; Ali Çavuş (Menekşe) ile ağabeyi Ömer Dayı (Menekşe) unutulmaz ustalardandı.  Balığa çıktıklarında ve ağı denize attıklarında sanki balıklar bu ikiliyi mahcup etmemek için ağlarına takılmayı marifet sayar gibi dolanıp dururlardı ağın etrafında ve kendilerini teslim ederlerdi bu ikiliye! Ali Rıza Büyükdurmuş, İbrahim Keleş’le giderdi balığa. Yıllarca birlikte oldu bu ikili. Boğaziçi’nin en büyük balığını tutmanın keyfini sürdüler yıllarca. 250 kiloluk dev kılıç balığını sabuncu iskelesine getirdiklerinde, göze ve nazara gelmemek için ellerini apış aralarına getirmekten geri kalmadılar. Kel Hakkı deyip geçmemek gerekir. Madenli bu eski kurt balıkçı da kılıç ağcılarının ustalarındadır. Yakaladığı 215 kiloluk balığı dostum diyerek sevgili gibi kucaklayıp, rıhtıma yatıran balık adamıdır. Dondurmacı Hüseyin, Hacıoğlu Maksut Reis (Ketenci), Madenli Şeref Reis, Madenli Kanlı Rıza, Madenli Hakkı Reis kılıç ağı ile balık avlamanın ne kadar zevkli bir iş olduğunu, saçları ağarana, ayakları zorlanana kadar yaptıklarından anlaşılır. Balıkçıların en kibarı Varyemez Mehmet de ayrı bir kılıççıdır. Kılıç ağını attığında sabır taşı olur ve akış bitene kadar tek kelime etmeden beklemeyi bilen biriydi. Yardımcısı Demir Baytar ile 135 kiloluk kılıç balığını sandalın içine aldıklarında keyiflerine diyecek yoktu! Hacı Ömer ile Ağabeyi Yusuf Ağa (Uzger) da zaman zaman kılıç ağı atanlardandı. Yaban Turubu Salih de yabana atılmayan kılıççıdır. Mezeci Saim ile Fahrettin ve Dibek Recep ekibi de ağ ile kılıçbalığı avcılığı yapan Sarıyerlilerden bir kaçıdır. Poyrazköy’den; Torlak Nuri, Tahir Bakırcı, Bilal Bakırcı, Hakkı Suer, Şekerin Nuri ve Şaban Şenol’da ağla kılıç balığı avcılığı yapan usta balıkçılardır.
Günümüzde kılıç balıkçılığı diye bir balıkçılık yok! Yani balıkçı ağzıyla kılıççılık yapılmıyor artık! Nedeni de kılıç balığının kendisini kaybettirmesi ve meydana çıkmaması ve belki de yavaş yavaş neslinin tükenir duruma gelmesidir. Kılıç balığı Marmara ve Boğaziçi’nden kaybolmasaydı,  avcılığı devam eder dururdu. Ama yanlış avlanma, deniz kirliliği, uskur sesleri kılıç balığının kaybolmasının nedenlerinden bazılarıdır. Böyle olunca da kılıç balığı ve kılıççılık sadece Sarıyerliler için değil, İstanbul ve bilhassa ülkemiz için nostalji olmaktan öteye gitmez. Nostalji demek eskiyi yaşamak demektir. Maalesef bu gidişle, eskiye hasret yaşayıp duracağız!
27.02.2012
 KAYNAKÇA       
1-      Karekin Deveciyan, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık. İst. 2006.
2-      Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, İst. 2001.
3-      İbrahim Balcı, Aşiyan’dan Kısırkaya’ya, İst. 2006.

Sözlü tarih çalışması:
1)      Nuri Torlak Reis
2)      İsmail Aktaş Reis
3)      Cüneyt Yardımcılar Ergün Reis
Demir Baytar                                    

BALIKÇILIKTA KAYBOLAN AVLANMA ŞEKİLLERİ IĞRIP VE MANYAT


Dünden günümüze,  bilhassa teknolojinin gelişmesi, yanlış avlanma ve deniz kirliliğinin ışırı boyutlara ulaşması sonucu balıkçılıkta kaybolan avlanma şekillerinden ikisi Iğrıpçılık ve manyatçılıktır. Bizanslar döneminden 1960’lı yıllara kadar ığrıpçılık ile manyatçılıkla avlanma yapılmıştır. Bu iki avlanma mesleği 1960’lı yıllardan sonra ortalardan kaybolmuştur. Iğrıba, halk dilinde kısaca Irıp denilmekte ve söylem kullanılmaktaydı.
IĞRIP ve manyatçılık Doğu Karadeniz balıkçılarının kullandıkları avlanma şeklidir. Doğu Karadeniz dışında Karadeniz sahil şeridinde yer alan şehir ve diğer yerleşim bölgelerinde de ığrıp ve manyatçılık yapılırdı.
Iğrıp, manyatın biraz daha büyüğüdür. Manyat dip balığı için kullanılırken, ığrıp dipten daha üst kısımlarda bulunan balıkların avlanması için kullanılır. Iğrıplar büyük ve küçük ığrıp olmak üzere ikiye ayrılır.
Iğrıplar ayrıca özelliklerine göre de; 1) Boğaz Iğrıbı; 2) Marmara ve Adalar Iğrıbı; 3) Palamut Iğrıbı ve 4) Göl Iğrıbı olarak dörde ayrılır.
Iğrıpların boyutları ve donanımı, avlanacak balıkların büyüklüğü ve diğer özelliklerine göre değişir.
Boğaz Iğrıbı: Sadece Boğaziçi’nde kullanılır. Boğaz Iğrıbının büyüğü ve küçüğü vardır.  Rumelifeneri’nden Beşiktaş’a;  Beykoz’dan Üsküdar’a kadar Boğaz Iğrıbı ile avlanma yapılırdı. 1960’lı yıllardan bu yana ığrıp ve manyatla avcılık yapılmamaktadır.
Büyük boyuttaki Boğaz Iğrıbının cebi hayli büyük olup 10 – 12 kulaç arasında olur. Cebin iç bölümü istavrit ağından yapılır. Cebin sağ ve sol tarafındaki kanat uzunlukları 65 kulaçtır. Kanatların alt kısmı ile üst kısımları dört düğümlü denilen “sardon” ismi ile anılan ağlardan oluşur.
Boğaz Iğrıpının donanımı diğer ığrıplar gibidir. Sadece değişikliği büyüklüklerindedir. Cep girişine yakın olan iki ağa “anadibi” denilir. Bunlar 25 şer metre uzunluğunda olur ve istavrit avı için kullanılan ağlardan yapılır. Sonra ortada bulunan ağlar gelir. Her birinin uzunluğu 20 kulaçtır ve ışıkla uskumru avlanması için kullanılan ağlardan yapılırlar. Makas yani dış ağlar ise 20 kulaç uzunlukta olur ve normal uskumru ağıdır. Enleri ise 8 kulaçtan 20 kulaca kadar değişir. İç yakanın ipine yani kurşun yakasına yedi ile on kilo arasında değişin 44 adet büyük taş bağlanır. Bu taşlar anadibi ağlarını takiben 2 ila 4 metre aralıklarla bağlanır. Mantar yakası olarak bilinen üst yaka içinde toplam 180 parça mantar bulunur. Beş kiloluk bir mantar ise cebin ağzının üstüne bağlanır.  Bazı bölgelerde ya da yazı ığrıplar da iç yaka ipine mantarlar arasında kurşun bağlanarak ağırlık fazlalaştırılır. Aynı şekilde alt yakaya kurşun bağlanır. Büyük ığrıplarda 1 reis, 1 palacı ve 14 tayfa bulunur.
Iğrıpla hamsi avlanacaksa cebe 7 milimetrelik delikli ağ ilave olarak eklenir. Buna hamsi kurnası denir.
Küçük Boğaz Iğrıbı Büyük Boğaz Iğrıbının aynıdır. Bu iki ığrıbın sadece boyutları farklıdır. Küçük Iğrıpların donanımında taş ve mantar bulunur, kurşun kullanılmaz. Boğaz Iğrıbı ile kolyoz,  uskumru ve istavrit avlanır. Küçük ığrıpta reis ile birlikte on iki kişi bulunur. Boğaziçi’nde balık avcılığı için ideal olan Küçük Boğaz Iğrıbıdır.
Marmara Iğrıbı:  Boğaziçi Iğrıplarından çok daha büyüktür. İçteki yaka ipi taşlarla, üstteki yaka ipi mantarla donatılmıştır. Ortasında sardalye ağı vardır. Cebi 12 kulaç uzunlukta olup, 2,5 kulaçlık kısmı kurnadır. Anadibi, orta ve makas denilen ağlardan oluşan kanatların her biri 50 kulaç uzunluktadır.  Orta ağ normal koşullarda uskumru ve kolyoz avlamakla kullanılır ve buna kolyoz ağı denir. Kanat genişliği 25 kulaç, gittikçe azalan makas denilen bölümde 8 ila 10 kulaca kadar düşer.
Marmara-Adalar Iğrıbı;  Prens adaları da denilen İstanbul adaları yakınlarında kullanılır ve biraz daha küçük ığrıptır. Bu ığrıpların iç yaka ipinde taş ve kurşun bulunur böylece deniz dibinin taranması sağlanır. Bu ığrıplarla daha çok barbunya, kolyoz, istrongiloz gibi balıklar avlanır.
Palamut Iğrıbı: Orta boy ığrıptır. Cebinin orta kısmında sağlam iplikli uskumru ağı bulunur. Bu ığrıp 50 kulaç uzunluğunda 33 kulaç genişliğindedir. Orta adı verilen ağlar sık gözlü ablatya ağlarıdır. Uzunlukları 100 kulaçtır. Bunu orta sıklıkta olan ablatya ağları olan ve makas denilen ağlar takip eder. Bu ağların her biri 75 kulaç uzunluğunda ve 18 kulaç enindedir.  Böylece ığrıbın uzunluğu 400 kulaca kadar çıkar. İç yaka ipi taşlarda, üst yaka ipi ise mantarlarla donatılır.
Palamut ığrıbı için beş çifte kürekli alamanaya (balıkçı teknesi) gerekir.  Ağlar alamanaya yüklendikten ve ağ belirli şekilde döküldükten sonra makasların ucuna bağlanmış halatlar dışarıya (karaya) alınır ve halatların dışarıdaki tayfalar tarafından çekilmesiyle balık avlama işi tamamlanır.
Göl Iğrıbı: Göllerde kullanılan bir avlanma şeklidir. Tatlı su balıklarının avlanması için kullanılır. Buna açık ığrıp da denir. Ceplerinin uzunluğu 8 kulaç, yükseklikleri 4 kulaçtır. Kanat uzunlukları 120 ile 150 kulaç arasında değişir. Genişlikleri ise 8 ila 10 kulaçtır. Göl dipleri çamurlu olduğu için ığrıp ağının donanımında kurşun kullanılmaz. Kurşun kullanıldığında ağ çamura saplanabilir ve ağın çekilmesinde zorlukla karşılaşılabilir. Kurşun yerine kalın halatlar kullanılır.
MANYAT kıyı balıkçılarının vazgeçemediği bir avlanma şeklidir. Aynı ığrıba benzer ama ığrıptan küçüktür.  Kullanma yeri ile avlanma şekli de aynıdır. Bu avlanma şeklini bilmeyenler ığrıp avcılığı ile manyat avcılığını ayırt edemezler.
İki tür manyat vardır: 1) Büyük Manyat, buna Dikine Manyat  da denilir ve 2) Tekir Manyatı. Manyatların ebatları yerine göre değişiklik gösterir. Boğaziçi’nde kullanılan manyatlarda kanat uzunlukları 50 kulaç, Marmara’da kullanılan manyatlarda 70 kulaçtır. Eni ise 12 kulaçtan daralarak 4 kulaca kadar iner. Manyatın cep bölümü istavrit ağı gibi olup küçük dar gözlüdür. Cebe yakın bölüm istavrit ağı kalan kısımları uskumru ağıdır. Kanatların alt ve üst kenarları sardon ağıdır. Manyatların ceplerinde 7 milimetrelik delikleri olan bir ilave ağ bulunur. Bu ağ hamsi avlamak içindir. Hamsi ağı mart-aralık ayları içinde kullanılır.
Manyat ağlarının üst kenarlarında 260 parça mantar bulunur. Mantarların ağırlığı 20 kilogram kadar olur. İç kenarlarda ise kurşun bulunur. Kurşun ağırlıklarının toplam ağırlığı 45-50 kilogramdır. Yine iç kenarlarda her biri 8 kilogram olan 10 taş konularak ağırlaştırılır. Cep girişinin üst kısmındaki mantar en büyük mantar olup 1,5 kilogram olur. Manyatın alt ve üst olarak isimlendirilen uçlarının her biri bir halata bağlanır.
Büyük Manyat/Dikme Manyat göçmen balıkların avlanmasında kullanılır. Her ne kadar göç yapmayan, yani yerel balıklar avlansa da tekir avlanmaz. Üst kısımdan atlayıp ağdan çıkabilirler.  Büyük Manyat/Dikine Manyatla Boğaziçi’nde; Bağlaraltı, Büyükliman, Yenimahalle, Büyükdere, Beykoz gibi koylarda ve Kızkulesi civarında avlanılır.
Manyat ağ olarak alamana kayığına istif edilir ve kıyıdan denize doğru belli bir uzunluğa kadar ağ dökülerek gidilir, sonra (U) dönüşü yapılarak tekrar kıyıya dönülür. Alamana kayığı kıyıya bağlandıktan sonra manyatın iki yakasından halat çekilir ve toplanır. Eğer cepte balık varsa kayığa alınarak işlem tamamlanır. Eğer sahil/kıyı ağ çekmeye uygunsa aynı şekilde ağ denize dökülür ve bu defa kıyıdan ve iki taraftan aynı şekilde önce halat çekilir sonra da ağ toplanarak varsa balıklar çavalyelere/kasalara konularak satışa gönderilir.
Tekir manyatı iki ayrı boyda olur. Birisi ile Boğaziçi’nde avlanılır. Boğaziçi’nde kullanılacak manyat 40 ya da 50 kulaç uzunluğunda, 4 ya da 6 kulaç eninde olur. Tekir manyatında kurşun ve mantar ağırlıkları değişik olur. Tekir manyatı da aynı şekilde kullanılır. Yani alamanaya ağ istif edilir. Alamana kıyıdan denize doğru giderek ağ dökülür ve (U) dönüşü ile tekrar kıyıya gelerek diğer halatı kıyıdaki tayfalara verir ve böylece ağın çekilmesine başlanır.  Ağ çekildiğinde cepte balık varsa kaplara konularak satışa gönderilir.
Alamana kayığında 1 reis ve en az 8, en çok 10 tayfa bulunur. Eğer alamana küçükse tayfa sayısı daha da az olabilir. 
Boğaziçi’nde kepezlik, kayalık, taşlık, batık ve ilişken olmayan yerlerde manyat çekilir. Genel olarak kumluk yer tercih edilir. Rıhtım olması durumunda derin suda da manyat çekilir. Boğaziçi’nde manyat için belirli voli yerleri vardır. Rumeli yakasında Garipçe, Büyükliman, Rumelikavak, Yenimahalle, Pazarbaşı, Sarayarkası (Sarıyer), Taşiskele (Sarıyer), Kumsal (Sarıyer), Kılıçkaptan /Mesarburnu (Sarıyer), Sadberg Hanım Müzesi önü (Büyükdere), Çayırbaşı, Kefeliköy, , Çakaldere (Kireçburnu), Tabya Altı (Kireçburnu), Tarabya, Yeniköy, Tokmakburnu (İstinye), Bebek,  Ortaköy ve Beşiktaş gibi belirli yerlerde manyat çekilir
Anadolu yakasında;  Vapur İskelesi yanı, Toptaşı volisi (Beykoz),  Yalıköy (Beykoz), Paşabahçe, Çubuklu, Anadoluhisar, Kandilli, Vaniköy, Çengelköy ve Kuzguncuk ‘ta manyat çekilen yerlerdendir.
Artık ne ığrıpçılık ve ne de manyatçılık var. Bu önemli balıkçılık mesleği de unutulup gitti. Hatta bu mesleği yapanlardan hayatta kalanların sayısı bile parmakla sayılabilecek kadar az. “Gelin şu mesleği geliştirelim” denildiğinde ustasını bulmak bile sorun olabilecektir. Adını balıkçılık tarihine yazan önemli ığrıp ve manyatçıları unutmamak gerekir.  Sağır Eşref, Yetimoğlu Ömer, Kürdün Süleyman, Kanlı Rıza, Ömer Bey Sarıyer’in namlı ığrıp ve manyat Reisleriydi. Yenimahalle de Deli Ömer’in Mustafa pek uzun yıllar yapmadı ama iz bırakanlardan biri oldu. Garipçeköy’ün tek ığrıp ve manyatçısı olarak Rubil Hasan (Kurşun) adını yaşatmayı bildi. Kireçburnu’nda  Gülümser ailesi ığrıp ve manyatçılığı devam ettirdi yıllar yılı. Gülümser ailesinden büyük reis Halil Ağa’dır.  Halil Ağayı çocukları Ahmet Reis,  Süleyman Reis, Saim Reis,  Mehmet Reis takip ettiler. Yeniköy’deki efsane balıkçılardan biri Sokrati Reistir. Dalyan kurmak ve dalyan reisi olarak ne kadar usta ise ığrıp ve manyatçılıkta da o kadar maharetliydi. Bebek’te tek önemli isim İsmail Reis’ti. Sadık Reis de Anadoluhisarı’nın da unutulmaz ığrıp ve manyat reislerinden biriydi. Elbette ki, ığrıp ve manyat reislerinin sayısı çok daha fazladır. Bu bile ayrı bir ar aştırma konusu olabilecek kadar önemlidir.
Iğrıp ve manyat çekme hayli eğlencelidir. Çalışanlar ekmek parası için uğraş verir, seyredenler ise zevkten dört köşe olur. Tayfalar dışında ise meraklı olanlar kanatların halatları çekilirken yardıma giderler. Balık olursa, yardımlarının karşılığını birkaç avuç balık alarak görürler. Manyatı çekecek tayfalarda kalın ip ya da çok ince halattan kolan bulunur. Kolanı bir uçunda küçük bir yumru bulunur. Kolanı yumru üzerinden halata dolar (böylece kolanın kaymasını önler), kolanın bir ucunu da beline dolar ve halatı çekmeye başlarlar.  İki yandan halatı çekenlerden birisi bir slogan atar, diğerleri bunu tempolu ve yüksek sesle tekrar eder. Bu slogan atılması, halatın ucu gelene ve ağa ulaşılana kadar devam eder.
Halat başında bulunan tayfalardan biri slogan atar, diğerleri yüksek sesle tekrar eder.
Örneğin:
Bereket boldur he yallah;           
                Balık çok ver he Allah!
Yallah yallah he yallah! 
Balık yüklü he yallah,
Çavalyeler hazır he yallah,
Bereket çok bol maşallah!
Çok para kazınırız inşallah!
Yardım edenler var he yallah,
Onları da görelim he yallah
Aman da kozma he yallah,
Ayakları bozma he yallah,
 Cepte balık he yallah,
Çok bol olur inşallah,
Maşallah deyin maşallah,
Bolca verir Allah inşallah.
Iğrıp veya manyat çekilirken kullanılan sloganlar genellikle bellidir. Ezberlenmiştir. Bunlar söylenegelir. Ancak zaman zaman bu işin ustası olanlar yeni sloganlar üretir ve bunları sık sık tekrar ettirerek belleklere yerleşmesini sağlar örneğin:

Yallah yallah he yallah,
Karabatak daldı he yallah
Bir balık aldı he yallah
Yallah da yallah he yallah.
Deniz dalgalı he yallah
Tekir yazmalı he yallah
Yallahda yallah he yallah.
Hava yağmurlu he yallah,
Yollar çamurlu he yallah
Yallah da yallah he yalla!.
Balıklar canlı he yallah
Kulakları kanlı he yallah
Yallah yallah he yallah!
Tayfalar bağırdı he yallah
Seyredenler sağırdı he yallah
Reis tekneyi çağırdı he yallah
Kurşun yaka  ağırdı he yallah
Yallah yallah he yallah!
Manyatımız iki koldu he yallah,
İki kolumuz da yoruldu, he yallah,
Bereketi çok oldu he yallah,
Yallah da yallah he yallah!
Peşi gelir inşallah,
Maşallah deyin maşallah…
İşte kaybolan giden bir meslekten geriye kalanlar.


SÖZLÜ TARİH ÇALIŞMASI
04.05.2012 Tarihli söyleşi;
- Cüneyt Yardımcılar (Ergün)
- Osman Sertel
- İsmail Aktaş (Boşnak İsmail)

KAYNAKÇA
Deveciyan, Karekin: Türkiye’de balık ve Balıkçılık, İst. 2006.