19 Aralık 2008 Cuma

AYDIN OLMAK, ADAM OLMAK! VE ERMENİ DİASPORASINA ESİR OLMAK!


FRANCIS BACON DİYOR Kİ: "GERÇEK AYDIN OLMANIN İLK ŞARTI, TÜRK DÜŞMANLIĞIDIR"(*).

TÜRK DÜŞMANI BİR ADAMIN SÖYLEDİĞİ SÖZLERİN GERÇEKĞE DÖNÜŞMESİNİ ÜZÜLEREK İZLİYORUZ. NE Mİ OLUYOR?

OLAN ŞU:

AYDINIZ DİYE GEÇİNEN BAZI ADAMLAR, TÜRKÜ VİCDANLARDA MAHKTUM ETMEK İÇİN KAMPANYA BAŞLATTILAR. İSTEDİKLERİ ERMENİLERE ARKA ÇIKMAK! TEHCİR NEDENİ İLE ÖLEN ERMENİLERİ TÜRKLERİN ÖLDÜRDÜĞÜNÜ KABUL ETMEK VE BU NEDENLE ÖZÜR DİLEMEK!!!!!

ÖZRÜN ADI DA "BİREYSEL ÖZÜR DİLEMEK!" ÖZÜR ÖZÜRDÜR, TOPLU OLSA NE OLUR, BİREYSEL OLSA NE OLUR?

AYDIN OLDULAR AMA ADAM OLAMADILAR. ADAM OLMAK ZORDUR. ADAM OLMAK İÇİN ÖNCE KİM OLDUĞUNU, ŞÖHRET İÇİN, ADINDAN ÇOK BAHSEDİLMESİ İÇİN ÜLKENİN, TOPLUMU RENCİDE EDİCİ SÖZLER ETMEYECEK, EYLEMLERDE BULUNMLAYACAK; TARİHİNİ BİLECEK, OKUDUĞUNU ANLAYACAKSIN!

EY AYDINIM DİYEREK, BİREYSEL ÖZÜR KAMPYANYASI AÇAN; AHMET İNSEL, ALİ BAYRAMOĞLU, CENGİZ AKTAR, BASKIN ORAN, AHMET ÇAKMAK, ALİ NESİN, ALPER GÖRMÜŞ, AYŞE ÖNAL, İBRHİM KABOĞLU, ENGİN CİNMAN, BARIŞ PİRHASAN, AYDIN ENGİN, DERYA ALABORA, ASAF SAVAŞ AKAT, ORAL ÇALIŞLAR, HÜSNÜ ÖNDÜL, DENİZ TÜRKALİ, TANIL BORA, RAGIP DURAN VE DİĞERLERİ… SİZLER DAHA ÖNCE DE "HEPİMİZ ERMENİYİZ" VE "HEPİMİZ HIRANT DİNK'İZ" DİYE BAĞIRMIŞ FLAMALARIN ALTINA TOPLANMIŞTINIZ! BU EYLEMİNİZ İKİNCİSİ OLUYOR!

TEHÇİRDE NELER OLDU? BİLİYORSUNUZ AMA DOĞRULARI YAZMAZ, KONUŞMAK İŞİNİZE GELMİYOR? SOLCU, SOSYAL DEMOKRAT, SOSYALİST, KOMİNİST, HÜMANİSTLİK ADINA ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMAK İÇİN SAVAŞA KALKTINIZ! HEM DE SIKILMADAN, UTANMADAN!

HİÇ BİRİNİZİN OKUDUNUĞUNU SANMIYORUM, GENEL KURMAY BAŞKANLIĞI TARAFINDAN ÇIKARILAN "ARŞİV BELGELERİYLE ERMENİ FAALİYETLERİ "(6 CİLT, belki devamı var) KİTAPLARINI, OKUMAZSINIZ, DOĞRULARI BELGELERDİYLE GÖRMEK İSTEMEZSİNİZ, OLAYLARI KİMİN BAŞLATTIĞINI, "EVLADI SADIKA" NIN DEVLETİ NASIL ARKADAN VURDUĞUNU ÖĞRENMEK İSTEMEZSİNİZ!

BUNLARI, YANİ DOĞRULARI ÖĞRENMEK, YAZMAK İÇİN YÜREK İSTER!

AMA SİZ Francis Bacon'un DEDİĞİNİ BENİMSEYEN AYDINLARDANSANIZ, SİZE SÖYLENECEK TEK SÖZ "HAYRINI GÖRÜN" DEMEKTİR!

AMA HATIRLATALIM: BU ÜLKE BİZİM!

İbrahim BALCI

18.12.2008

15 Aralık 2008 Pazartesi

NE KADAR ERMENİYİZ?


Agos Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink güpe gündüz, hem de kendi gazete binasının önünde ve üstelik ana cadde üzerinde acımasızca öldürüldü. Cinayetlere, soygunlara, soysuzluklara, yolsuzluklara üzülürüz. Üzülmeliyiz de. Aslında üzülmeyen de olmaz! Üzülmeyenler; bir an varsa kini; belki “Oh iyi oldu” der ama bir süre sonra “Yazık oldu” diyerek gerçeğe gelir. Çünkü Türkler duygusaldır, merhametlidir.
Ermeni vatandaşların Türkiye genelindeki sayısı yirmi beş otuz bin arasında iken Hrant Dink’in öldürülüşü ile bu sayının yüz binlere ulaşmasına şaşırdım kaldım.
Ne kadar çok Ermeni vatandaşımız varmış, hayret etmemek elde değil! Ermeni misyonerler ile Ermeni diyasporası bilseler ki; her tanınmış bir Ermeni’nin öldürülmesi ile Ermeni nüfusu yüz bin artacak, hiç şüphem yok; her on beş yirmi günde bir şöhretli Ermeni’yi öldürterek bir yılda bir milyon nüfusa ulaşırlar! Ermeni olmak ne kadar kolaymış be!
Cenaze tertip komitesi adına toplantılar yapanlardan DİSK ve ÖDP Genel Başkanları ve diğerleri siz kimsiniz? Size herkesi Ermeni yapma, “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarını yaptırma, açtırma ve taşıtma hak ve yetkisini kim verdi? Sizler kendinizi ne zannediyorsunuz ki? Sizler sadece şamatalı günlerin kabadayılarısınız! Tedirginliğin hüküm sürdüğü günde açığa çıktınız, kolluk güçlerinin “Aman olay çıkmasın” anlayışı ile hareket etmesinden yararlanarak beyninizdeki melanet duygularını pankartlara döktünüz!
Sizler milli ve manevi duygularını kaybetmiş, fikir yobazı olarak yürümeye “Biz Ermeniyiz, Hrant Dink’iz” diye bağırmaya devam edin! Sizler, sizin gibiler ve ülkemiz aleyhine konuşarak gündemde kalmak isteyenler bir an olsun aynaya baksalar; o yüzlerin kendi yüzleri olmadığını göreceklerdir!
Türklük; hoşgörülü, saygılı olmak; sevmek, düşküne, yolda kalana el atmak, muhtaca yardımcı olmaktır. Türklük; vatanını sevmek, bayrağı ve şehit kanları ile yoğrulmuş toprağı uğruna canını vermektir!
Müslüman Türk “Dinde zorlama yoktur” (Ayet) hükmüne uyar; “Kitap ehline dokunmayın” (Ayet) emri ile hareketle diğer din mensuplarına hoşgörü gösterir.
Dünyanın her bir yanında ehli salipler ülkemizi parçalamak, yok etmek için uğraşıp duruyor! Onlar dışardan; beyni dışardan kumandalı bizimkiler de içerden! Hirant Dink’in ölümü ile bunu bir daha gördük. İlk günün ürkütücü sessizliğinden sonra iyice görmeye başladık. Ekranlardan, gazetelerden sıçraya sıçraya; caddelere, sokaklara taştı kalabalık; “Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz” diye bağıra bağıra! Çok değil bir hafta içinde spor alanlarına indirildi olay! Hem de halkın bölünmesi pahasına! İşte Malatya’da, Trabzon’da olanlar! İzmir, Ankara, İstanbul ve diğer yerlerde olanlar! Nerde ise kan gövdeyi götürecek…
Göğsünü gere gere “Ben Ermeni’yim, ben bu ülkenin Ermeni’siyim. Diyasporanın isteğine de Ermenistan’ın isteğine de karşıyım” diyen Hrant Dink yaşasaydı göreceklerinden hayret eder, küçük dilini yutardı!
Birkaç aklı selim kalem erbabı hariç Hrant Dink olayına cankurtaran simidine sarılır gibi sarıldı basınımızın isimli, isimsiz yazarları. Bir grup ise insani duygulardan uzak “Oh oldu” der gibi yazıp çizdiler…
Tarih kulvarında kısa bir gezinti yaparsak görürüz ki; Ermeniler Osmanlılar döneminde muteber teba idiler. Osmanlı İmparatorluğunun dış siyasetini onlar yürütüyor, ticareti ve sanatı yıllar yılı ellerinde tutuyorlardı. Siyasetin mimarı, şarkılarının bestekarı, ticaret ve sanatın erbabı oldular. Sonra da dış odakların oyuncağı! 93 (1877) Harbinde başladı isyankarlıkları, sonra devamı; Birinci Dünya Savaşı ve Rusya’nın Kafkaslardan ilerlemesi. Kars, Erzurum, Rize, Trabzon, Van, Diyarbakır ve diğer şehirlerin işgali… İşgal edilen topraklar, katledilen Türk halkı ve tehcir olayı! Bu zor yolculuk sırasında meydana gelen nahoş olaylar! İttihatçı liderlerin teker teker Ermeni canilerce katledilmeleri!
Unutulmasın İstanbul’da Osmanlı Bankası baskınında dökülen kanlar; Padişah II. Abdülhamit’e yapılan ve günahsız insanların ölümüne neden olan suikast! Bu olayların tamamında dışardan yönlendirilen Ermenilerin acımasızlığı var! Yani “Millet-i Sadıka” nın (Padişaha, Osmanlıya sadık Ermeniler) vefasızlığı, inadı, düşmanlığı, kini ve hoş görüsüzlüğü var! Elbetteki bu kadar değil; eli öpülesi, omuzlarda taşınasılar da var, olacaktır da! Terziyan, Papazyan, Hogasyan, gazi Dacar Efendi, Erzurum mebusu Varteks Efendi, Berç Keresteciyan, Boğazlar kontrol görevlisi Davit Sehakkuli ve Anadolu Kavak Limanlar Depo Çavuşu Karabet Efendiler… Hele son ikisi Davit Efendi ile Karabet Efendiler (Büyükdereli) milli mücadele sırasında verdiği hizmetler nedeni ile göğüslerine istiklal madalyası takılanlardan! Yani unutulmayanlardan!
Hiç rahat bırakılmadı Ermeniler, devamlı olarak yırt dışından tahrik edildiler. Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, İsveç’ten, Yunanistan’dan yönlendirildiler.
Dün Taşnak ve Hıncak adıyla kanlı ihtilal örgütleri vardı, 1970 li yıllarda ASALA adıyla hortladılar. Ellerinde silah ve bulundukları ülkenin müsahamaları ile süper devletlerin başkentlerinde diplomatlarımızı acımasızca öldürdüler. Tam 53 diplomat ve görevli şehidimiz ASALA kurşunu ve bombaları ile can verdi.
Hrant Dink’in cenaze törenini düzenleyenlere sormak gerekir “Öldürülen Türk diplomatların ve elçilik görevlilerinin cenazelerine Ermeniler, Ermeni yetkililer katıldılar mı?” diye!
KATILMADILAR!
Ne günlere kaldık be! “Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir” demiyorum, asla böyle bir düşünceye sahip değilim. Ölen meslektaşımıza da, ne yaptığını ve neye mal olacağını bilmeden tetiği çekene de yazık oldu. Ama en çok da “Ben Ermeni’yim” diye bağıranlara yazık oldu. Zira, bence ihtida ettiler, dinlerinden oldular!
Ama kazananlar da var. Kim mi? Tetiği çektirenler! Ülkemiz üzerinde oyun oynayanlar! Bor, manganez, krom, altın gibi yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza göz koyan milliyetsiz yerli ve yabancı büyük sermaye; CIA, MOSSAD ve diğerleri; yerli taşörenler; ülkemizin güney doğusunu ve Irak’ı kan gölüne çevirenler ve bir de ülke gerçeklerini görmek istemeyenler!
“Geç gelen adalet, adalet değildir” derler. Bu nedenle, yakalanan tetikçiden ve yönlendirenlerden sonra en kısa zamanda tetiği çektiren odağın da bulunması dileği ile Hrant Dink’e toprağın bol, ailesine de başınız sağ olsun derim.

İbrahim BALCI

SARIYER SELİ,YAŞLI ERMENİ İLE BOYNU BÜKÜK GAZ LAMBASI


Çırçır Boğazı karardığında fırtına gelir, kar gelir. Böyle söylenir öteden beri. Hiç kimse inkar etmez, edemez bu söylemi. Zira söylem dün olduğu gibi bugünde doğrudur.
Sarıyer’de Çırçır Boğazı’nın kararması demek karayel rüzgarının fırtınaya dönüşmesi demektir. Sert lodos rüzgarı batıya döndüğünde Sarıyerliler “Eyvah” der. Zira lodos rüzgarının batıdan esmeye başladıktan sonra yöneleceği son yön karayeldir. Rüzgar karayele dönüştüğünde hızından biraz kaybetse de yaz aylarında serinliğini, kışın ise soğuğunu hissettirir.
Havanın kararması ile Çırçır Boğazı ürkütücü bir hal alır. İşte böylesi durumlarda önce serin bir rüzgar gelir sonra da yağmur döker kendini. Saatler ilerledikçe yağmur hızını artırır, kısa süre sonra da fırtına halini alır. Mevsim yaz ise gök gürlemesi ile bora halinde görünür ve bardaktan boşalırcasına yağar. Buna yaz yağmuru denilse de öyle hafife alınacak gibi bir yağmur değildir. Bir saat içinde Sarıyer (Mercimek) deresini allak bullak eder, yarlardan kopararak aldığı sarı toprağı denizin mavi sularına taşır.
Eğer Çırçır Boğazı karardığında mevsim kış ise olan olur. Önce rüzgar, sonra yağmur ve soğuğu ile birlikte kar gelir. Öylesine yağar ki bir iki saat içinde yeşil örtü beyaza dönüşür.
Büyük Sarıyer selinin kesin tarihi belli değildir. 1907 diyen olduğu gibi 1912 diyen de vardır. Sonbahar aylarında meydana geldiğini söyleyenler olduğu gibi ilkbahar aylarında da meydana geldiğini iddia edenler bulunur. Ne zaman olmuş olursa olsun kesin olan Sarıyer’in çok büyük bir sel felaketini yaşadığıdır. Ancak ağırlıklı iddia 1907‘ in hıdrellezinde olduğudur.
Havalar fevkalade güzeldi, ilkbahar ayları yaz gibi sıcak geçiyor, halk sokaklara dökülüyordu. Hıdrellezde havanın çok iyi geçeceğine herkes inanmıştı. Günlerden beri devam eden yaz havası, hıdrellezde kaybolacak değildi ya! Hıdrellez için günlerce hazırlanıldı. Çeşit çeşit yemekler, tatlılar yapıldı. Sarıyer mesireleri; Hünkar, Çırçır, Şifa suyu tıklım tıklım olmuş oturacak ne yeşillik alan ne de yer kalmıştı. Pek çok insan Bekardere’nin kenarlarına kilim sererek kendilerine yer temin etmişlerdi. Mesirelerde onlarca insan sanki bir yılın yorgunluğunu atarcasına eğleniyordu. Yakılan ateşlerin üzerinden atlanıyor, adak adanıyor, fal bakılıyor, çeşitli oyunlar oynanarak günün iyi geçmesi için herkes en iyi şekilde eğlenmeye bakıyordu.
Vakit akşama yakındı. Çırçır Boğazı’nın karardığı ve karartının hızla büyüdüğü görülüyordu. Mesire sahipleri ısrarla bağırıyordu: “Çırçır boğazı karardı. Şimdi kar gelir, toparlanın gidin”. Halk bu ikaz üzerine toparlanıp yollara düşüyordu.
Mesireler hızla boşalırken, önce müthiş bir gök gürlemesi duyuldu sonra da yağmur boşaldı. Kısa sürede doluya dönüşen yağmur zamanla ürkütücü bir hal alıyordu. Böyle devam etmesi can kaybına bile neden olabilirdi. Dolu fazla devam dindi. Fakat, yağmur sanki dolunun durmasını bekliyormuş gibi bastırdı. Müthiş yağıyordu, adeta bardaktan boşalırcasına! Halk; dolu ve yağmur altında Sarıyer mesirelerini ve Sarıyer’i terk ediyordu. Yağmur ise bütün şiddeti ile gecenin karanlığını delercesine yağıyor, durmak bilmiyordu.
Sarıyer (Mercimek) deresi, Arap Öldüren ve Kılıçpınar Derelerinden gelen yağmur suları ile de birleştiğinden, bendini yıkmış gibi hışımla akıyor, önünde ne bulursa denize sürüklüyordu. Pertevniyal Sultan Konağından (Şimdiki Kültür merkezi) sonraki konaklar, köşkler; yan yana sıra sıra evler sel suları altında kalıyor, pek çoğu yıkılmıyor tahrip oluyordu. Sarıyer deresinin iki yanındaki binaların hepsi büyük hasar gördü. Arap mahallesinin bir veya iki gözlü baraka evleri perişan oldu.
Sabah olduğunda yağmur dinmiş, halk sokaklara dökülmüştü. Balıkçılar limandaki kayıklarının durumunu görmek için Taşiskele’ye gittiklerinde gözlerine inanamadılar. Tek katlı bir ahşap ev derenin yüz yüz elli metre açığında deniz üzerinde sandal gibi yüzüyordu. Birkaç kişi bir kayığa binip, batmamak için direnen yüzen eve gittiler. Evin içinde yaşlı bir Ermeni (Türk olduğu iddiası da var) ve konsolun üzerinde hala yanmakta olan gaz lambası kurtarılmayı bekliyordu. Balıkçılar yaşlı Ermeni’yi kurtarırken, selin tahribatı ile ilgili haberler de gelmeye devam ediyordu: Sel nedeni ile Sarıyer deresinin her iki yanında yer alan ev, köşk ve konaklar ya yıkılmış ya da kısmen tahrip olarak çok büyük zarar görmüşlerdi. Arap mahallesindeki tek veya iki gözlü baraka evler yerle bir olmuştu. Kefeliköy’deki Uluç Ali Paşa Camii ile Rumelikavak’taki Karakaş Mescidi bu büyük selden etkilenerek yıkılıp gitmişlerdi.
Sarıyer tarihine damgasını vuran büyük doğal olaylardan biri de işte bu sel felaketidir.

*****

İbrahim BALCI

İSTANBUL’A BAHAR ERGUVANLA GELİR


İstanbul’da baharın gelişi erguvanın çiçeklerini açması ile başlar. Doğaya isyan edercesine fışkırır, henüz yaprak açmamış dallarından kırmızı mor karışımı çiçekleri. Erguvan çiçekleri yavaş yavaş gelişir, serpişir, üzüm salkımı gibi bir araya toplanır, yumru olur, yumak olur, göz alıcı bir renk alır. Boğaziçi’nin havası ılıman hatta biraz sıcak yamaçlarında kırmızı mor karışımı bir renk denizi oluşur. İşte bu İstanbul’da baharın müjdesidir.
Erguvan ağacı mayısın ilk haftasında çiçeklerini açmaya başlar ve devam eder. Haziran da Boğaziçi’nin hakimi, yamaçların gelini olarak seyre bırakır kendini.
Lale bir devre ismini vermişse de, kaybolup gitmiş, terk etmiş İstanbul’u. Sonra da biraz özlem ve arz talep olayı nedeni ile İstanbul’a getirilmeye çalışılırken, Erguvan; “İstanbul benim, Ben İstanbul’um” diye haykırır Boğaziçi yamaçlarından.
Eski dönemlerde; saltanat, pereme ve alamana kayıkları ile yapılan boğaz gezintilerinde bütün gözler erguvan çiçeklerine takılıp kalırdı. Siyah peçesi altından bakan; hanım sultanlar, kadın efendiler, hanımlar ile; seyrek de olsa geziye çıkabilen mahalleli kadınlar iyot kokusunu yudum yudum teneffüs ederken, gözleri de kırmızı mor karışımı erguvan çiçeklerine takılı kalırdı. Şirket-i Hayriye’nin yandan çarklı yolcu gemileri ile devam etti boğaz gezileri. Sahili takiben giden bu gemilerden erguvanla bezeli yamaçları seyretmek zevk ve nimetti. Bahar aylarında; gezi sandalları, yatlar ve daha modern yolcu gemileri ile hala Boğaziçi sahil boyunca erguvan çiçekleri seyredilmektedir. Bu İstanbulluların vazgeçemeyecekleri bir tutkudur.
Baharın sultanıdır erguvan. Kırmızımsı ve mor rengi ile köşk, konak, yalı bahçelerinde; denize nazır koruluklarda kendi denizini oluşturur. Bu deniz içinde kiraz ve bademlerin pembe, eriklerin beyaz ve mimozaların sarı rengi boğularak kaybolur.
Antik çağdan bu yana; tarihi, coğrafi durumu ve sosyal yaşamı dünyada eşi olmayan bir manzara arz eden İstanbul, erguvansız yetim gibidir. Artık eski dönemlerdeki kadar çok erguvan ağacına bulunmuyor Boğaziçi yamaçlarında.
Erguvan aslında Akdeniz bitkisidir. Fakat İstanbul Boğazı’nın, Boğaziçi denilen Trakya ve Anadolu yakasının ılıman ve sıcak havasına sahip olan güney yamaçlarında yetişme ortamı bulmuş ve kendisine buraları yurt edinmiştir.
Bahar aylarında erguvan (C. Siliquastrum) ile mor salkım (Wisteria sp.) renk ve zevk savaşı verirler. Bu savaştan her zaman erguvan üstün çıkar. Nedeni de İstanbul oluşudur, İstanbul ile anılır ve hatırlanır olmasıdır.
Basit almaşık yapraklı ağaç olan erguvanın değişik türleri vardır. Erguvan; kırmızı veya kırmızımsı mor renkte çiçek açar, eflatuna dönüştüğü de olur. Seyrek de olsa beyaz renklisi de bulunur. Erguvan ağacı, yapraktan önce çiçek açar, genç sürgünleri kırmızımsı renklidir. Esas yetiştiği yer Akdeniz havzasının kurak ve sıcak yamaçlarıdır. Türlerinin başlıcaları: Anadolu erguvanı (C. siliquastrum), Kanada erguvanı (C. canadiensis), Texas erguvanı (C. reniformis), Kaliforniya erguvanı (C. occidentalis) ve Çin erguvanı (C. chinensis) gibi…
İstanbul’da Anadolu erguvanı yaygın türdür. Diğer türlerden de az sayıda da olsa bulunur. Erguvanın gövdesi yamru yumru ve düğümlüdür. Ağaç yüksekliği sekiz on metre kadardır. Tarihçi Haluk Dursun’un tespitlerine göre Ayasofyadaki Hürrem Haseki Hamamı civarında bulunan Erguvan ağacı anıt ağaçlardan olup gövde çapının 1.7 metre olması itibariyle İstanbul’un en yaşlı ve en büyük erguvan ağaçlarından biridir.
Park ve bahçelerin süslenmesi için kullanılan Erguvan İstanbul’un ve bilhassa Boğaziçi’nin bir başka zenginliğidir. Gülhane parkında başlar boy göstermeye, Yıldız Parkında ve Yahya Efendi Dergahı çevresinde ruhani sessizliğe götürür insanı. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek de ise kırmızımsı mor, aralarında beyazları ile renk cümbüşünün içine çeker seyredeni. Bebek yamaçları, Kayalar Mezarlığı, Şehitlik ve Rumelihisar kalesinin çevresinde öbek öbek, küme küme görücüye çıkar; Baltalimanı’nda, Emirgan Koruluğu ve İstinye sırtlarında Boğaziçi’nin hakimi gibi arzı endam ederler. Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Büyükdere sahil şeridindeki korulukların, elçilik binalarına ait bahçelerinin vazgeçilmezleri olarak seyre bırakırlar kendilerini.
Ağaçlar yeşermeye başlamadan, çiçeklerini açan Erguvan gelin duvağı, gelin tacı gibi süsler doğayı. Boğazın Anadolu yakası da erguvan ağaçları ile bezelidir. Beylerbeyi’nden Beykoz’a kadar; Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe sahil boyunca uzanan; saraylar, köşkler, konaklar ve yalıların bahçelerini, koruluklarını süsleyen erguvanlar İstanbul’un zenginliğidir.
Erguvan üzerine çalışma yapan ve bin bir güçlükle envanterini çıkaran tarihçi Haluk Dursun’a göre Boğaziçi’nin Rumeli yakasında 500, Anadolu yakasında ise 700 civarında erguvan ağacı bulunmaktadır.
Seyrekte olsa beyaz renklisi de bulunan erguvan ile ilgili hayli efsane var. Efsaneye göre mürşidi Yahuda, Hazreti İsa’ya ihanet etmiş sonra da üzüntüsünden kendisini erguvan ağacına asarak intihar etmiş, bu durumdan utanan ağacın çiçekleri erguvan çiçeği rengini almış!. Erguvan ağacına bu efsane nedeni ile Judas tree” yani “Yahuda’nın ağacı” da denilmektedir.
Bizanslılar döneminde de erguvan ağacına büyük önem verilmiştir. Erguvan rengi Bizanslıların resmi renkleri olmuştur. Erguvan renklerini sadece Bizans imparatorlarının aileleri kullanabilmekte idiler.
Osmanlılar döneminde de bu ağaca gereken ilgi gösterilmiş ve günümüze kadar gelmesi sağlanmıştır. Günümüzde ise bu ağaca çok büyük ilgi gösterilmektedir. Ağaçların sayıları tespit edilmiş, yeni fidanların dikilerek çoğaltılması yolunda çalışmalar hızlandırılmıştır. Ayrıca Erguvan Dostları adı altında bir grup kurulmuş ve ağacın tanıtılması, yerlerinde görülmesi için turlar düzenlemişler, bir de Erguvanı İstanbul Derneği kurmuşlardır.
Doğa savaşçıları ve çevrecilerin vereceği mücadele; dünya harikası İstanbul’un ve bilhassa Boğaziçi’nin güzelliğinin korunması yolunda çalışmalarını devam ettirmek, belirli gün ve bayramlar tertipleyerek erguvan dikimini teşvik etmek olmalıdır.

İbrahim BALCI

DÜN VARDI,BÜGÜNDE VAR,YARINDA OLACAK


Her dinde dine karşı olanların hesabı görülür!
Her ülkede ülkenin bütünlüğüne kastedenlerin hesabı görülür!
Her iktidar; ister Padişahlık, ister krallık, ister demokrasi ile yönetilen ülkeler olsun, iktidarda olanlar, ülkenin bütünlüğüne kastedecek hareketlere muhatap olduğunda adalet mekanizmasını işletir, yargı kararını verir, ülke bütünlüğüne kastedenlerin hesabını görür,
On dokuzuncu yüzyılda başlayan yaygın demokrasi hareketleri yirminci yüzyılda en üst düzeye çıkmasına karşın fazla değişen bir şey olmadı. İktidarlar siyasal güçlerinin devamı için de olsa aslında ülke bütünlüğünü ön düşünce kabul ederek, asi olarak vasıflandırdığı rejim düşmanlarını yargılar en ağır şekilde cezalandırır. Bu olay tarihin her döneminde böyledir. Böyle geldi, böyle gidiyor, böyle gidecek!
Çok uzağa gitmeyelim, Osmanlı İmparatorluğu dönemini ele alalım: Yüzlerce olayla şaşkına döner insan! İdam edilen mi? Boynu vurulan mı? Boğazlanan mı? Küreğe vurulan mı ararsın? Ne ararsan ara her birinden bolca bulunur. Bir bardak limonata parasına bir kellenin gittiği; bir ayrandan ucuza bir aydının Fizan’a sürüldüğü, cep harçlığına bir sadrazamın boğdurulduğu; bir hatırlı selam için bir paşanın başının kesilip tepsi içinde teşhir edildiği olurdu!
Osmanlılarda; Birinci Osman amcası Dündar Beyi öldürerek başa geçti! Böyle başladı öldürmeler, boğdurmalar devam etti. Birinci Murat, Orhan’ın çocukları Halil ile İbrahim’i öldürttüğü gibi tehlikeli gördüğü kendi oğlu Savcı’yı da öldürttü. Ülke bütünlüğü için olacak; kardeşleri Ahmet, Mahmut ve Yusuf’un gözlerine mil çektirdi, Mustafa’yı ortadan kaldırttı. Bundan sonra durmak bilmedi öldürmeler, boğdurmalar!
Otuz yıl devletin en yüce katında sadrazam olarak görev yapan kudretli Çandarlı Halil Paşa da kurban gidenlerden biridir. İstanbul’un fethini geciktirdi iddiasıyla Kayınpederi Zağanos Paşanın dolduruşuna gelen Fatih Sultan Mehmet, aslında babasını kendi yerine iki kez tahta çıkaran Çandarlı Halil Paşa’dan intikamını kudretli Sadrazamını öldürtmekle aldı. Sonra da meşhur Fatih Kanunnamesini çıkardı. Bu Kanunname (Yasa) ile güvenliğini sağlama aldı. Bu yasaya göre “Osmanlı Padişahları bundan böyle taht ve saltanatını güvenliğini korumak için kardeşlerini öldürebilecekleri…” ni hükme bağlandı. Bu yasa ile Fatih Sultan Mehmet işe önce kendi kardeşinden başladı ve idamlar, boğdurmalar,öldürmeler bütün hızı ile devam etti.
Unutmayalım Padişah Yavuz Sultan Selim Han da babası İkinci Beyazıt’ı hallettikten sonra, Sadrazamı Koca Mustafa Paşayı da öldürterek yoluna devam etti.
İktidarını sağlam temeller üzerinde oturtan ve devamını temin için Kanuni Sultan Süleyman da Sadrazamı Frenk İbrahim Paşayı boğdurtarak yerini sağlamlaştırdı. Kanuni aslında iktidarı için kendisine büyük rakip olarak gördüğü veliaht oğlu Mustafa’yı yardakçılarının tahrikleri sonucu cellatlara teslim ederek boğdurttu.
Bu liste uzar gider… Bir kaleyi alamadı diye idam, bir yenilgi aldı diye boğdurma, yeniçeriler istedi diye parçalattırma, hanım sultan diretti diye deri yüzdürüp öldürtme, huzurdan çıkarken cellatların eline teslim edilerek ortadan kaldırtma! Böyle devam etti büyük Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti ve padişahların iktidarı!
Demek ki ülke bütünlüğü kolay devam ettirilemiyor, çok büyük beceri, çok büyük uğraş ve özveri istiyor!
Günümüzde iktidarlar siyasal alanda yeteri kadar basiret gösteremediğinden önce istikrarsızlık, sonra kaos ve takiben anarşi ortamı doğuyor; dış güçlerin de ayrılıkçılara verdiği destek ve tahrikleri ile ülke bütünlüğüne kastedecekler azdıkça azıyor!
Yirmi yılı aşkın süredir PKK denilen ayrılıkçı çete “Kürtlerin hak” diye diye Kürtleri inim inim inletiyor. Türkiye’yi bölmek parçalamak için her şeyi yapıyor. Akıttıkları kan göl olmuş, Zap suyundan fazla akıyor…
Yahu atı alan Üsküdar’ı geçiyor, ülke elden gidecek! Yirmi otuz yıl evvel sağ sol olaylarının tahriki neticesi genç fidanları ipe gönderenler bugün neden bu kadar sessiz ve durgun. Dün iki soru ile sorguyu tamamlayıp cezayı basanlar bugün neden suskun!
Nerede iktidar koltuğundaki güçlüler, nerede ülkesini en az Padişahlar kadar seven iktidar ve devletin ali menfaatlerini korumakla görevli yöneticiler? Padişahlar; ülkesi için, saltanatı için tehlikeli gördüklerini ipe göndermekte çekinmezken, siz neyi bekliyorsunuz? Neden bekliyorsunuz? El bebek gül bebek, koruma altında ve doktor kontrolünde beslenen çete başı kanlı katil keyif sürerken, bu ülke için vatani görevini yapan genç Mehmetleri şehit veriyoruz! İmandan, vatan sevgisinden ve insanlıktan yoksun bir cani ve canavarın beslenmesi öte dursun; ya hala ülke bütünlüğünü bozmak, parçalamak isteyen ve hala İmralı sakinini savunan ve ona af isteyen seçilmişlere “Dur” diyen olmayacak mı? Bu seçilmişlerin her birinin konuşmaları incelenirse ne denli ülke bütünlüğünün karşısında oldukları görülür.
Bunlar bir kaleyi feth edemeyen Osmanlı Paşasından daha mı suçsuz? Küreğe vurulan, idam edilen, cellatlara teslim edilen sadrazam ve vezirlerden daha mı zararsızlar?
Yasa! Elbetteki yasa! Yasaya uymak lazım! Devlet adamı denince ilk akla gelenlerden biri olan ve kendisine Halife-i ruy-i zemin (Yer yüzünün halifesi) denilen Fatih Sultan Mehmet‘in çıkardığı yasaya yani Fatih Kanunnamesine bir süre uyulsun da ülke bütünlüğü için bir güzel temizlik yapılsın!
“Demokrasiye geçildi, bunlar yapılamaz” diyenler çekinmesinler. Dondurulan idam yasasını işletsinler, yani mevcut yasaları uygulasınlar o da yeter! Ama yürek ister. ABD ve AB‘nin istek ve önerileri yasalarımızdan önce geldiğine göre… Çok daha Mehmetleri şehit veririz.
Yasa koyucular maaşlarınızı artırma gayreti içinde olduğunuz da bir yasa teklifi yaparak, askıya alınan idam kararlarının uygulanması için ”Vatana ihanetçi karşılığı olarak verilen idam kararları derhal uygulanır” şeklinde ek yasa çıkarırsanız olmaz mı? Millet rahatlamaz mı? Ülke uğursuzlardan, arsızlardan, bölücülerden ve iç düşmanlardan temizlenmez mi? En azından caydırıcı olmaz mı?
Bazı ülkelerde ötenazi serbest bırakıldı. Bizim ötenazi de böyle olmalıdır. Hem ülke kurtulur, hem de ıslâh olmayan bölücüler, dış güçlerin kumandası altında ülke bütünlüğünü bozmaya çalışanlar, ayrılıkçılar ve piyonları kurtulur. Daha doğrusu memleket kurtulur memleket!
Vatan hainlerinden, vatana ihanet edenlerden, ayrılıkçılardan, bölücülerden kurtulmak için; yasa hükmü olarak verilen idam kararlarının uygulamaları değişik şekillerde de olsa; dün vardı, bugün de var, şüphesiz yarında olacak! O halde yapılacak iş, her zaman danıştığımız ABD de olduğu gibi idam kararlarını UYGULAMA olmalıdır.

İbrahim BALCI
Sarıyer 30.10.2007

“BEN SİMAS’IM YA SİZ?




Adım “Simas” tır! Antik çağdan bu yana binlerce yıl geçti, adım değiştiyse de unutulmadı!
Her ne kadar Çırçır boğazından denize kadar uzanan Sarıyer deresine; etrafındaki gül bahçeleri, çicek ve ağaçlıkları nedeni ile Skletrinas demişlerse de değişen bir şey olmamış, Simas adı devam edegelmiştir.
Bizanslılar; “Meleklerin dişi mi erkek mi?” tartışmasını yaparken bile, Karadeniz’e kapı açan bu yörenin adı Simas’tı.
İstanbul’un fethi ile İslamlaşan kent; Bizans, Bizantion, Kostantaniye gibi sayısız isimleri de terk ediyor ve akla yakın söylemlere göre, İslam’ı boldan esinlenilerek İstanbul adını alıyordu.
O dönemde de adım “Simas” tı. Osmanlılar döneminde de adım bir süre bu isimle devam etti.
Semtin dağlarının büyük bir bölümünün sarı topraklara sahip olması nedeni ile “Sarıyar” diye isimlendirildim. Bu ismi üzerimden kolay kolay atamadım. Bu bir elbiseydi üzerime tam oturmuştu. Aslında bu elbiseyi sevdim ve isim olarak kabullendim. O günden sonra “Simas” olan adımı terk ederek “Sarıyar” adını künyeme kazıdım. Ben “Sarıyar’ım” diye bağırdığımda bana koşanlara kucak açtım. “Gelin dedim”, geldiler, kendilerine sarı yarlarımdan bolca madenler daha çok da altın madeni verdim. Takı yaptılar benden; boyunlarında, bileklerinde ve parmaklarında taşıdılar beni!
Fatih dönemi erlerinden Sarıer Baba’nın, yaşlılık zamanında Sarıyer’e yerleşmesi ve burada ölmesi, isminin ölümsüzleşmesine neden oldu. İşte o zaman yeni bir isimle anılır oldum “Sarıer”! Bu pek tutmadı ve zamanla değişikliğe uğradım. “Sarıyer” oldum, yazılanlar öyle!
Benim ismim ve geçmişim üzerinde araştırma yapanların kanısı ismimin “Sarıyar” dan “Sarıyer”e dönüştüğüdür. Ben de kabul ettim ve mutlak doğrudur dedim. Çünkü, Sarıyar’larımın verimi bitmiş, artık ne altın sunabiliyordum isteyenlere ve ne de bir başka maden!
Adım “Simas”tır demiştim ya? Simas’a baktım: Helen dilinde Simas’ın karşılığı Sima! Sima’nın anlamı da “Kutsal Ana”, bir başka söylemde Swa-(a)rda “Kutlu/Güzel-Akarsu” veya “Kutlu/Güzel-Su Irmağı” olarak kabul edilmektedir.
İşte o zaman ben: “Simas” olarak adımı Kocataş dağ silsilesinin yamaçlarından çıkan harika kaynak sularından aldım diye haykırıyorum. Bıkmadan usanmadan bağırıyorum “Adım Simas” tır diye!
Ya Sarıyer, onu da unutmuş değilim! O benim her şeyim! Orada yaşıyor, orada çalışıyor, orada hayat buluyorum.
“Simas”, mahalle adı Sarıyer olan semtin antik çağdaki adıydı. Simas’ı geride bıraktık, Aşiyan’dan Kısırkaya’ya kadar olan 151 bin Km2 lik coğrafi alana Sarıyer ilçesi denildi.
Ben ”SİMAS’ ım! Ya “SİZ?” diye soranlara derim ki: Ben “SİZ” isimli dergiyim. Adresim Sarıyer’dir. Bir uçtan bir uca Sarıyer’i kucaklayacak, Sarıyer’i yazıp tanıtacak, önce Sarıyar’ı, sonra Sarıyer’i kabullendik. 15 Mayıs 1930 da İlçenin tescili yapıldı ve Sarıyer’e, Sarıyerlilere hizmet edeceğiz.

Yazan. İbrahim BALCI