17 Kasım 2016 Perşembe

ÇOCUKLAR YARIN CUMHURİYET’İ İLAN EDECEĞİZ!

1699 Karlofça  anlaşması ile başladı Osmanlının yıkılış dönemi.

Her geçen yıl çöküş biraz daha hızlandı… Artık Balkan ülkeleri uyanıyor, bağımsızlıkları için ayağa kalkıyor, kapitalist ülkeler Afrika Kuzeyindeki Osmanlı topraklarına göz dikmiş saldırıyordu.

Yunanistan bağımsızlığını kazanmış, onları Bulgarlar takip etmiş, önce özerklik sonra da bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bu toprakların tamamı Osmanlı topraklarıydı…

Kıbrıs İngilizlere kiralık verilmek suretiyle gözden çıkarılmış, bir daha geri alınamamıştı. Hicaz Demir yolu büyük olayları peşinden getirdi. Hicaz’a kadar demir yolu gitmesi demek Orta doğu petrollerini sahiplenmek emekti. İşe talip olanlardan Almanlara yapım hakkı tanındı. Bu yenilir yutulur gibi değildi…

Önce I. Balkan harbi başlatıldı. Siyasetin içine girmiş bir türlü çıkamayan Osmanlı ordusu yenilmiş, Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmişlerdi…

Bir yıl sonra (1913) II. Balkan savaşı başlatıldı. Bu savaş da yaman oldu. Ama Osmanlı ordusu son bir gayretle Bulgar ordusunu yendi ve Serhad Şehri Edirneyi kurtardı. Donanmanın güçlenmesi için İngilizlere iki savaş gemisi ismarlandı, paraları verildi, Rauf Orbay’ın emri altında 500 den fazla asker gemileri teslim almaya gitti. İngilizler gemileri vermediği gibi ödenen paraları da iade etmediler…

Çok geçmedi amaçları belli oldu ve Osmanlı’ya savaş açtılar. Buna biraz da İttihatçı Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’nın ihtirasları da neden oldu.

Alman gemileri Bresleu ve Goben (Midilli ve Yavuz) İngilizlerden kaçarak Çanakkale boğazından içeri girerek Osmanlıya sığında. Enver Paşa ile şürekası Alman askerlerine Osmanlı elbiseleri giydirip Rusya üzerine gönderdi ve Rusya limanları bombalandı, gemiler batırıldı. Ruslar da savaş açtı. Böylece Rusya’da bu savaşa dahil oldu.

1.Dünya savaşı. Yaman oldu savaş… İki taraftan 500 bine yakın insan telef oldu (öldü/şehit oldu, yaralandı, hastalıktan öldü, esir oldu). Mustafa Kemal’in zuhuru ve mucize yönetimi sonunda Çanakkale’yi geçemediler ama Almanya pes deyince Osmanlı yenik sayıldı ve İşgal başladı. Arabistan cephesinde başladı bu kez savaş… Alman generallerin acizliği Osmanlı askerini ölüme götürdü. Sonunda Mustafa Kemal oraya gönderildi.

Yıldırım Orduları Kumandanı orayı da toparladı ve orduyu tamamen yok olmaktan kurtardı. İstanbul işgal altında burada durmadı ve “Benim karakterim bağımsızlıktır” diyerek 19 Mayıs da Samsun’a çıktı. Amasya, Sivas. Erzurum, Sivas, Ankara ve TBMM kuruldu. Milli mücadele başladı. I. ve II. İnönü savaşları kazanıldı.

Altıntaş-Kütahya-Eskişehir hattında yapılan savaşta yenilgi olsa da çabuk atlatıldı ve akabinde Sakarya Meydan Savaşı kazanılarak büyük zafere zemin hazırlandı.

Nihayet Büyük taarruz. Mavi gözlü dev, arkasında paşalar Kocatepe’den seyrettiler savaş denen cehennemi… Sabahın köründe başlayan top atışları ve tek tek geçilen düşman siperleri.

Nihayet son emir: “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri…” Düşman denize döküldü ve Milli Mücadele zaferle sona erdi…Ortada ne Möntro ve ne de Sevr anlaşması kaldı. Bütün Türkiye aleyhi antlaşmalar yırtılıp atıldı…

Pek çok değişik fikirleri ile öne çıkan Meclis’in bir işi kaldı! Bu ne olabilirdi? Büyük kahraman bir gece kader birliği yaptığı arkadaşlarına sürpriz yaptı “Çocuklar Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyerek. Düşündüklerini ve yapmak istediği her şeyi yapan MUSTAFA KEMAL bu dediğini de yaptı ve CUMHURİYETİ ilan etti…


Cumhuriyetin ilanına, cumhuriyet ilan edildiği gün de karşı çıkanlar vardı bugün de var… BU VESİLE İLE TÜM CUMHURİYETÇİLERİN CUMHURİYET BAYRAMINI KUTLARIM.

ESKİŞEHİR GEZİMİZDEN NOTLAR

Eskişehir’i gezeceğiz. Bir ay önce başladı budüşüncemiz, geliştikçe gelişti ve 25 kişilik bir liste oluştu.Kayıtlar tamamlanınca Sarıyer Belediye Başkanlığından bir vasıtaricasında bulunduk. Vasıtayı verdiler. 20.09.2016 Salı günü sabah05.30 Sarıyer Merkez Camii önünden hareket. Ama altı kişi fire verdik.Altı kişi çeşitli nedenlerle gelemeyince 19 kişi ile yolaçıktık.

Maşallah en gencimiz altmış yaşın üzerinde. En yaşlısıda ben, taşım tam tamamına 82 yıl, 4 ay ve 14 gün… Yani orta yaşısollayalı hayli olmuş, yaşlı sınıfının tam göbeğindeyim. İsteğim tabiiki yüzü devirmek ama…

Arabada ilk sayım yapıldı. Önce Ömer Sezgün akabindeİzzet Atkoşturanlar sayım yaptı. Eksik yok, tamam. Kimler yok ki:İbrahim Balcı, Selim Bayraktar, Kamil Altınel, Ömer Sezgün, MustafaBostan, İzzet Atkoşturanlar, Suat Uysallar, Ercan Akaslan, TayfunGirit, Mustafa Erbaş, Abdül Gül, Cemal Morgül, Fuat Denizli, AydınOdabaşı, Dinçer Demir, Tevfik Demircioğlu, Cihat Aşantuğrul,Elektrikçi Hüsamettin ve Ahmet Derviş Çetin… Hemen hatırlatmalıyım Suat bu kez sattı beni. Cihatla beraber…

Bir gün önceden rehberimizi ayarladık. Eskişehir Öğretmen evine telefon ederek Merve Hanımdan yardım istedik. Bizi yönlendirdi ve rehberimiz Can Bey’i Anadolu Üniversitesi önünden aldık. Kısa bir tanışma ve kendisini tanıtmadan sonra gezimiz başladı.

Hava kapalı, puslu, zaman zaman yağmur yağıyor. Öyle ahım şahım sıcak yok, hatta zaman zaman neden kazak almadık diye söylenenler var.

Ben yine de genel bilgi vermek isterim Eskişehir hakkında:
Türkiye’nin en kalabalık 25’ci şehridir. 826.716 nüfusu var (2015 verileri. Şehri Porsuk Çayı ortadan böler. Bir yanı Odunpazarı ilçesi diğer tarafı Yenişehir (yanlış varsa düzeltilsin). Şehirde iki üniversite var. Anadolu Üniversitesi ve Orhangazi Üniversitesi,İkisinin öğrenci sayısı 60 binin üzerinde olduğu için şehre Üniversiteliler şehri de deniliyor. Rakım 788 metre, yüzölçümü ise 13.925 km2 karedir. Şehrin antik çağlardaki adı Donylaion’du. Bu kentin harabeleri mevcut!

Eskişehir’de hayli medeniyet iz bıraktı. Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Makedonlar, Romalılar ve Bizanslar, sonraları da Selçuklular ve Osmanlılar. Her birinin ayrı izler var.

Eskişehir Anadolu’nun önemli merkezlerinden biri! Hem sanayi, hem ticareti ve hem de tarımı ile tanınan bir şehir. Eskişehir milli mücadelenin tam ortasında bulundu. Önce İngilizlerin işgaline, sonra da Yunanlıların işgaline uğradı. Ama Kuvayı Milliye bunları söküp attı Eskişehir’den. Milli Mücadelenin beş önemli savaşından üçü Eskişehir’de yaşandı. Bu savaşlar hakkında kısa bilgiler vermek isterim:

I.İnönü Savaşı 6 – s11 Ocak 1921 günleri arasında oldu. Bu İlk zafer sayılır. Türk ordusu: 6.000 asker, 50 makineli tüfek, 28 top ve 300 süvariden meydana geliyordu. Yunan ordusu; 18.000 asker, 150 makineli tüfek, 50 top ve 200 süvari meydana geliyordu. Türk ordusu taarruz eden Yunanlıları durdurmak suretiyle ilk zaferi kazandı. Savaş sonunda Türkiye: 95 şehit, 183 yaralı ve 211 esir verdi. Toplam kaybı 489 kişi oldu. Yunanlılar 51 ölü, 130 yaralı toplam 181 kayıp (Ancak Yunan Komutanı General Trokopis’e göre kayıpları 2.000 kişi).

II. İnönü Savaşı ise Tam bir zafer. Türk kuvveti 40.000 asker, 235 makineli tüfek, 55 hafif makineli tüfek ve 104 top. Yunanistan ise 30.000 asker, 720 makineli tüfek, 3134 hafif makineli tüfek, 220 top… İki ordunun savaşı sonunda zafer Türk ordusunun oluyor. Türkiye; 44 subay, 637 er şehit verdi. 102 subay, 1.720 er yaralandı. 10 subay, 1359 er kayıp ve esir, 3 idam. Toplam kayıp 3.875 kişi. Yunanlıların ise; 53 subay ölü, 669 er ölü, 149 subay yaralı, 2874 er yaralı, 9 subay kayıp 384 er kayıp ve esir. Toplam kayıpları 4.138.

Eskişehir-Kütahya Savaşı aslında kaybedilen bir savaştır. Savaşı takiben yeniden yapılanmaya gidilmiş ve büyük taarruzla gereken yapılmıştır. Eskişehir-Kütahya Savaşında Türkiye: 55.000 asker, 711 ağır ve hafif makineli tüfek, 160 top; Yunanistan; 106.000 asker, 908 ağır ve hafif makineli tüfek, 318 topla savaş girdiler. Türkiye; 1643 şehit, 4981 yaralı, 374 esir, 6998 kayıp verdi; ayrıca 18 top, 47 ağır, 34 hafif makineli tüfek kaybedildi. En kötüsü de 30,809 kişi cepheden firar ederek kaçtı. Yunanistan 1491 ölü, 6472 yaralı ve 110 kayıp olmak üzere toplam 8073 kayıpları oldu.

İşte bu savaş sonunda o meşhur karar alınarak İstiklal Mahkemeleri tüm hızı ile çalışmaya başladı. Bir Ordunun 30 binden fazla askeri cepheden kaçarsa, savaşı kazanması imkânı var mı?

Eskişehir-Kütahya Savaşı sonrasında uzun bir süre içinde ordu toparlandı ve Büyük taarruz sonunda Yunanlılar Anadolu’dan atıldılar.

Eskişehir’den bahsederken bazı bilgiler vermek gerekir. Eskişehir ilkler şehridir. Örneğin; Osmanlı da İlk vergi alınması, Osmanlı döneminde ilk hutbenin okunması, İlk Temyiz mahkemesinin kurulması, İlk modern haritanın yapılması, ilk köy enstitüsünün açılması, ilk yerli otomobilin yapılması (Devrim), ilk Türk lokomatifinin yapılması, ilk akülü yük aracının yapılması, ilk cadde süpürge aracının yapılması, ilk helikopter yedek parçalarının üretimi gibi yenilikler hep Eskişehir’de yapıldı.

Bunları belirttikten sonra gezimize gelebiliriz. İlk durağımız Cer Atölyesi oldu. Burada rehberimiz geniş bilgi vererek bizleri bilgilendirdi ve Devrim otomobilini gösterdi. Otomobil yapılmış ama çalıştırıldığında içinde yeteri benzin olmadığı için yürütülememiş (Bu konuda hayli söylentiler var. Filmi de yapıldı herkes az çok fikir sahibidir). Her neyse Otomobili resimledik ve karar verdik, o günün şartlarına göre modeli de hayli ilgi çekici. Otomobil yüzde doksan Türk yapımı!

Odunpazarı hayli ilginç bir yer. Nüfusu 2015 verilerine göre 383. 523 kişi. Eskişehir’in en eski yerleşim bölgesi. Biraz yüksekçe bir yerde ve her tarafı tarihi ev, köşk ve yapılarla kaplı! Eskiden Eskişehir’in zenginleri burada ikamet edermiş, sonraları buraları terk edilmiş ve fakirlerin yeri olmuş ama zamanla burası önemini kaybetmiş, o canım tarihi evler harap hale gelmiş. Ne var ki Yılmaz Büyükerşen Belediye Başkanı olduktan sonra önemli bir yerleşim bölgesi haline getirdi Odunpazarı’nı. Neden Odunpazarı diye sorduk cevap ilginç; eskiden köylü burada pazar kurup kışlık odun sattıklarından bu ismi almış! Odun pazarından 2000 ‘nin üzerinde tarihi eser ev var. Bu tarihi evlerden 300’ü yenilenerek topluma kazandırılmış. Bir kısmı işyeri, bir kısmı resmi daire olarak kullanılıyor. Otel, pansiyon, restaurant olarak kullanılan hayli fazla. Odun pazarındaki muhteşem köşkte Kent Belleği Müzesi ve Cam Müzesi görmeye değer. Yine burada mükemmel bir tarihi eser olan Odunpazarı evinde Balmumu Heykel Müzesi var. Eskişehir B. Ş. Belediyesi hizmet veriyor. Eserlerin tamamı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’e ait. Kendisine yardımcı olanlar eşi ve kızı. Elbette ki ekibinden başka elemanlar da var. Eserlerin tamamı harika, fevkalade güzel, o kadar çekici ki insan ister istemez eserin önünden ayrılamıyor. Yüzlerce eser var. Hepsi birbirinden güzel! Hepsi harika! Milli Mücadelenin önderleri, tarihi kişiler, önemli kişiler, yazarlar, çizerler, tarihçiler, sanatçılar ve aklınıza ne gelirse herkes var. Yalnız ilahiyatçı hiç kimseyi gözüm görmedi. Örneğin Yaşar Nuri Öztürk olabilirdi, Rıfat Börekçi olabilirdi. Hamdi Aksekili olabilirdi… Yaşar Nuri yeni ayrıldı aramızdan belki yapılacak bilemeyiz. Ama Mehmet Barlas’ın iki üç mumyası olan yerde bir din büyüğünün mum heykelinin olmaması tuhaf geldi bana.

Rehberimiz Sazova Parkı dedi ve yola düştük… Parkın kapısını görünce anladık ki burada her şey güzeldir. Park 400.000 m2 lik bir alan üzerinde kurulmuş. Yanı 60 futbol sahası büyüklüğünde bir alan. İçinde neler yok ki. Restaurantlar, kafeteryalar. Miniden büyük muhteşem bir tren istasyonu, masal evi, suni göl, gölde ada, ördekler ve birebir ölçülere sahip bir korsan gemisi, hem de tam donanımlı. Ayrıca Uzay evi ve Bilim Deney Merkezi (Bu iki yeri gezemedik zira iki ay önce randövü almak gerekiyormuş) Antik tiyatro… Masal evi içinde önemli tarihi eserlerin mini örnekleri! Akvaryumu maalesef gezemedik. Zira mırın kırın eden oldu. Oysa 2000 canlının bulunduğu akvaryumu gezmemek, görmemek biraz ters geldi bana ama söylenecek fazla bir şey yok…

Eskişehir’e gelmişken Uğur mumcu Parkına uğramamak olur mu? Mükemmel bir park Uğur Mumcu Park! Parkın tam ortasında Uğur Mumcu’nun suikastte param parça olan ve kendisinin içinde can verip parçalandığı otomobili hurda halinde sergileniyor. Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen Uğur Mumcu’yu unutmamış ve hurdadan aldığı arabasını cam fanus içinde teşhir ediyor. Sağ olsun, anılarımızı yeniledik, fotoğrafını çektik…

Uğur Mumca Parkından ayrıldık ve doğruca Odunpazarı’na gittik. Herkes gönlünce yemeğini yedikten sonra Kurşunlu Külliyesine gittik. Kurşunlu Külliyesi Odunpazarı’nda bulunuyor. Külliye Çoban Mustafa Paşa, Melek Mustafa Paşa isimleri ile tanınan Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. İlk mimarı Esir Ali Paşa’dır. Ama bazı kaynaklar Külliyenin Mimar Sinan tarafından bildirildiğini yazar ama Sinan’ın yaptırdığı eserler listesinde ismi yok. Neyse yaptıran yaptırmış bize gezip görmek düşer. Külliyeni içinde cami, 20 odalı zaviye, öğretim yeri, misafirhane odaları, imaret var. Halk tarafından medrese olarak da isimlendiriliyor. Zaviyenin hangi tarikata ait olduğu bilinmiyor… Hoş bilinse ne olacak zikredecek halimiz yok ya… Yalnız zaviyenin sonraları dergâha dönüştürüldüğünü öğrendik. Devrim yasalarından sonraise dergâhta kalktı. Külliye içinde Nikâh salonu, Kervansaray, Cam sanat merkezi, derviş odaları, semahane, var. Kurşunlu Camii yan tarafından (arkasında) Sibyan Mektebi var (Kütüphane olarak kullanılıyor)…

Aniden boşaldı yağmur. Müthiş. Eğer böyle devam ederse yandık ama etmedi sadece beş on dakika devam etti. Ayrıldık Kurşunlu külliyesinden.

Yavaş yavaş akşamı yapıyoruz. İki yere daha gideceğiz. Biri Şelale parkı diğeri plajın bulunduğu park ve Porsuk çayı! Yağmur yağıyor biz Şelale Parkına gidiyoruz. Bu mıntıkadan Eskişehir nefis görülüyor. Hava çok kapalı, yağmurlu… Bir hayli bayır indikten sonra i kafeteryada oturup çay içtik. Yarım saat kadar oturduktan sonra burada ayrıldık. Yolumuz Porsuk çayı ve büyük park ama yağmur? Fırsat vermedi yağmur Plaj kısmına gitmeyi… Porsuk çayını birkaç ayrı yerden gördük. Çay üzerinde tam 56 köprü var. Nedeni Eskişehir’in plakasının 56 olmasıymış, harika! Porsuk çayı eskiden leş gibi suyu olan, kokudan etrafında rahatça dolaşılamayan bir çaydı. Ne büyük beceri ki on on beş yıldan beri Porsuk çayı nefis bir hale getirilmiş. Berrak su, içinde gondollar, ördekler… Harika gondol gezileri yapılıyor, büyük bir plajla da halka hizmet veriyor. Porsuk Çayı 448 km uzunluğunda olup Sakarya nehrinin en uzun koludur. Bunu da belirttikten sonra Teşekkürler Sayın Yılmaz Büyükerşen deriz.

Ve şehri terk ediyoruz. Rehberimizi aldığımız noktada bıraktık. İyi ki rehber almışız yoksa doyurucu bilgi almamıza olanak yoktu.


Yolculuğumuz güle oynaya geçti. Gittiğimiz gibi gelişimizde neşeli oldu. Sabah çok erkenden yola çıktık. Gece geç vakit Sarıyer’e geldik. Olan bana oldu. Zira Sarıyer’e geldiğimde vasıta bulamadım ve Koru bayırını çıkana kadar akla karayı seçtim. Eeee bu kadar da olacak değil mi?

ANLATAMADIK GİTTİ! ALMAN PARLAMENTOSUNUN SOYKIRIM KARARI


Nihayet büyük dostumuz Almanya kararını verdi. Alman
 Parlamentosu geçen yıl yapamadığını bu yıl yaptı ve “Ermeni Soykırımı”
 olduğunu kabul etti.



Başbakan Markel ve partisi taktik icabı toplantıya katılmadı. Diğer
 partilerin hemen hepsi “Evet” oyu verdi. Olayı Alman parlamentosuna
 taşıyan bir Türk kökenli Milletvekili; Cem Özdemir…



Öteden beri tartışılır durur. Gelen giden hükümetler
 olayın “Tarihçiler tarafından değerlendirilmesi gerektiğini” söyler
 durur ama yabancılar bir türlü buna yanaşmaz. Türkiye tüm belgeler
 incelensin derken, Ermenistan buna yanaşmaz. Hatta Taşnak Lideri
 “Katliamı biz yaptık, iyi yapmadık” raporunu yazmasına karşın buna
 kendi yandaşlarını inandıramadığı gibi, hükümetimiz de konu üzerine
 durmasına rağmen sonuç alamadı.



Mehmet Perincek, genç bir tarihçi ve araştırmacı. Bu konu
 üzerine ısrarla gitti ve Rusya’da yaptığı arşiv çalışmalarında
 yüzlerce belge bularak soykırımın Ermenilerce yapıldığını belgelediği
 halde yine bir sonuç alınamadı.



Bir yerde eksiğimiz var ama bunu da bulamadı
 hükümetlerimiz. Konu ile ilgili tarihçilerimiz var: Yusuf Hacaloğlu,
 İlber Ortaylı, Erhan Afyonoğlu, Murat Bardakçı ve diğerleri… Şu veya
 bu tür düşünceler bir tarafa bırakılarak, Türk tarihçilerden birkaç
 ekip oluşturup, paneller, konferanslar vererek yabancı devletlerin
 siyasetçileri aydınlatılamadı, konunun tarihçilerin işi olduğu kabul
 ettirilemedi…



Ermeni katillerinin katliamları hiç durmadı ki… ASALA
 Ermeni örgütü yakın zamanda esip gürlemedi mi. 42 Türk hariciyecisini
 katletmedi mi?



Ermeni soykırım olayı olarak adlandırılan olay 1915 de
 yaşandı. Aslında olay çok daha önce başladı. Rusların kışkırtmaları
 ile yıllarca Türkler üzerine doğuda baskı kuruldu, Türkler öldürüldü.
 Hatta arka arkaya ayaklanmalar, başkaldırılar, isyanlar meydana
 getirdiler. Başkentin göbeğinde Osmanlı Bankası baskını yaptılar…



Neyse konumuz Alman parlamentosunun aldığı karar. Şu Alman
 milletinin ne kadar pespaye olduğu da bu kararla ortaya çıktı.
 Almanlar Osmanlı Devletinin yani Türklerin dostu bilinir. Bu
 dostluktur ki, Osmanlı Devletini I. Dünya Savaşının içine soktu. I.
 Dünya Savaşına girilirken Türk Genel Kurmayındaki görevliler kimdi?



Balkan Savaşları Osmanlı için hiç de iyi sonuç vermedi.
 Birinci Balkan savaşı kaybedilirken, ikincisi kazanıldı ve Edirne geri
 alındı. Ancak bu savaşlarda ordunun başıbozukluğu dikkat çekti.
 Orduyu toparlamak ve güçlü kılmak amacı ile Almanlarla anlaşma yapıldı
 ve Türk Ordusunu ıslah etmek amacı ile ALMAN ASKERİ MİSYONU KOMİSYONU
 kuruldu (14.12.1913). Başkanlığına da Alman Müşir’i Liman
 von Sanders getirildi. Bu komutan aynı zamanda I. Ordu Komutanı
 (1913-1915), 5. Ordu Komutanı (1915-1918), Yıldırım Orduları Komutanı
 (1918) olarak görev yaptı.



Türk Orduları Genel Kurmayı Birinci Başkanı da bir Türk
 değil Alman’dı. Alman Generali Firtz Bronsart von Schellendorf’du
 (19144-1917).



Tamamını yazmaya gerek var mı? Bilmiyorum ama şunları
 belirtmek yerinde olur. Türk Ordusunu islah etmek amacı ile kurulan
 askeri kurul 42 kişiden meydana geliyordu. Savaş süresince bu sayı
 70’şe ulaştı. Savaşın sonuna gelindiğinde ise Alman Subay sayısı 800
 ‘ü bulmuştu. Bu misyon dışında 23 general, 10 amiral olmak üzere 130,
 donanmada 60, toplamda 190 Alman Subay’a görev verildi.



Osmanlı Ordusunda 1913-1918  tarihleri arasında Harbiye
 Nazırı olarak Ahmet İzzet Paşa ile Enver Paşa görev yapıyordu. Ne var
 ki Ordu gücü ve yönetimi Almanların elindeydi…



Ermenilerin durmadan devam eden katliamları sonucunda
 Hükümet Tehcir karanını verirken, yayınladığı tamimle, Doğudaki
 Ermenilerin korunaklı bir şekilde tespit edilen bölgelere 
gönderilmesini istedi. Israrla da mallarına, paralarına
 dokunulmamasını, hastaların, sağlıksız olanların bakımlarının
 yapılması, zararlarının karşılanması için gereken önlemlerin
 alınmasını istedi… Tehcir (Zorunlu göç) böyle başladı… Ama doğuda o
 kadar büyük tahribat olmuştu ki, halkın inim inim inlediği, binlerce
 Türk’ün katledilerek toplu mezarlara gömüldüğü belgelendi. Tehcir
 sırasında göçen Ermenilere de saldırılar olmadı değil. Şöyle veya
 böyle… Hatta şekâvetin doğuda kol gezdiği o dönemde, sükuneti ve
 asayişi sağlamakla görevli birliklerin olayları önleyemediği gerçeği
 ortadadır


Tehcir tüm Ermeniler için değildi. İstanbul’daki,
 İzmir’deki, Ankara’daki veya diğer şehirdeki Ermeniler’e dokunulmadı
 bile… Ancak Milli mücadele başlamadan Anadolu’nun çeşitli
 şehirlerinden kendiliğinden göçenlerin olduğu da ortadadır.



Osmanlı sanatını, müziğini hatta harciyesini Ermenilere
 teslim edecek kadar olgun davranırken, onlara “Evladı Sadık’a” diyordu
 (Yani Osmanlının sadık evladı). Ama maalesef içlerinde sadık evlat
 olarak hayatını ortaya koyarak Milli Mücadelenin başarısı için savaş
 verenler olduğu gibi karşı duranlarda oldu. Ama bunların tamamı
 unutuldu…



Unutulmayan sadece Tehcir olayı oldu. Yüz yıldan beri bu
 olay pişirilip durur. Gündemden düşürülmez. Türkiye ne zaman güçlü
 iktidar ve hükümete sahip olur o zaman, bu olay hiç gündeme taşınmaz.
 Ne zaman iktidar zorla ayakta durur ya da uzun ömürlü olsa da halkı
 ile bütünleşemiyorsa, ülkede kaos oluyorsa, basın ve STK ları yeteri
 kadar etkinliğe sahip olamıyorsa, yabancı ülkelerle yeteri kadar
 diyalog kurulamıyorsa, yine yabancı ülkelerle dostluk anlaşmaları
 yerine krizler yaratılıyorsa; dün Osmanlı’ya “Hasta Adam” diyenler,
 Cumhuriyet döneminde de güçlü Türkiye’yi güç durumlara düşürmek için
 sinsi-açık ihanetlerine devam ediyorlar.



Ey tehciri soykırım kabul eden Almanlaşmış Türkler… Siz
 soykırım oldu diye el kaldırırken her hangi bir bilgiye sahip
 miydiniz? Yoksa ağızdan dolma tüfek gibi elalemin oyuncağı mısın? Sen
 ne yaptığının farkında mısın? “Red” oyu için el kaldıran Betine Kudla
 kadar bile topunuzun değeri yok. Tarihten nasibini almamış, Türk
 olarak kalbine nur dolmamış zavallılar. Reziller, utanmazlar. Cem
 Özdemir denilen zavallı ve Türk düşmanı…



Alman parlamentosunda KABUL oyu kullanan Almanlar. Siz
 haklısınız. Çünkü siz kapitalist/emperyalist bir ülkesiniz. Sizin
 geninizde menfaatten başka hiçbir şey yok. Siz taş adamsınız. Sizde 
yürek, sizde insaf, sizde hoşgörü, sizde insanlık, sizde dostluk yok.
 Siz de sadece kendi ve ülkenizin için menfaat anlayışınız var. Kendi 
menfaatiniz ve ülkenizin menfaati için tüm ülkelerin yer ile yeksan 
olmasını, ülkelerin batmasını, kişilerin ölmesini normal 
karşılarsınız… Ama hiç olmaz ise geçmişinize sahip çıkın ve bu karar 
parlamentoya götürürken, bir adım ileri çıkıp dününüzü düşünün…



Türk Genelkurmay Başkanı Alman Generali, diğer askeri 
yetkililer Alman… Bu demektir ki, varsa eğer Ermeni soykırımı bunu 
yapan siz Almanlarsınız… Sizin ağa babalarınızdır. Eğer Türk
Hükümetinin aldığı önlemleri uygulamayı takip etseydiniz, yapılanlara
izin vermeseydiniz, ne 515 bin Türk katliama uğrardı ve ne de
Ermeniler kazaya kurban giderlerdi…



Aklımı kurcalıyor da yazmadan edemiyorum. O dönemden önce 
Abdülhamit’in aşiret reislerine kurdurduğu Hamidiye Alayları
vardı. Her biri doğuda olagelecek olayları önlemek için kurulmuştu. 
Acaba tehcirde bu alay mensupları, keselerini doldurmak için
Ermenileri kırmış olmasın…



Türkiyemiz için her gün, bin bir türlü entrika
çevrilirken, ülkemizi yönetenlerin sadece BAŞKANLIK konusunu gündemde 
tutması, ülkemizin ne kadar zavallı durumda olduğunu göstermiyor mu?



Anayasayı ve yasaları hiçe sayan üst düzey yöneticilerin
ve hükümetin duyarsızlığı akıl alacak gibi değil… Sadece Büyükelçiyi 
geri çekmekle iş bitiyorsa, Türkiye’de bitiyor demektir…



Koy Alman mallarına ambargoyu, duyarlı halkımız 
kullanmasın Alman mallarını. Türkler çeksinler paralarını Alman 
bankalarından, Türkiye’de iş yapmalarına izin vermeyin, düşünülsün
daha ne gibi önlemler alınabilir ve uygulanabilir diye olsun bitsin…



Ama bu iş için KONUŞMAK değil, yürek ister yürek.


Yazan İbrahim Balcı

YENİ YIL GELDİ HOŞ GELDİ

Nihayet aralık ayının sonuna geldik, yani son gününe. 31
Aralık 2015. Yani bir yılın bitişi ve yeni yılın gelişi.

Ne söyleyebiliriz ki temenniden başka. Ancak öncelikle
şöye deriz: YENİ YIL GELDİ HOŞ GELDİ… İnşallah gelişi ile güzellikleri
de beraberinde getirir. Ülkemiz insanları güzelliklere hasret kaldı…

Yeni yılın getirdikleri güzellikler olsun, başka bir şey
istemiyoruz. Eğer yine terör devam edecekse, yine şehit cenazeleri
gelecekse, yine devlet malı ona buna peşkeş çekilecekse, yine
açık/gizli zamlarla temel tüketim maddelerine devamlı zam yapılacaksa,
reçetelere yine doktor parası, ilaç parası, bilmem ne farkı
ödenecekse, yine çocuklar büyüklerin insafına terk edilecekse, yine
genç kızların ırzına geçilip orman içlerine cesetleri atılacak,
kadınların canlarına kıyılacaksa, yine geçim sıkıntısı içinde fakir
halk inim inim inleyecekse, fakir halk eline tutuşturulacak kredi
kartı ile iktidar partisine esir edilecekse, yine fakire gizli açık
kömür verilerek onları bağımlı hale getirilecekse, mecliste yine ben
çoğunluğum, benim dediğim olur zihniyeti ile hareket edilecekse, yine
tek basın yaratma yolunda iktidar sahipleri basına baskı yapacaksa,
yine gazeteciler hiç yoktan yerde içeri atılacaksa, yine saraylar,
saraycıklar yapılmasına devam edilecekse, onlarca tarihi saray varken
yeni saraylar yapılacaksa, yüzlerce son model Mercedesler ilgililerin
altına çekilecekse; yargının başı gözü yarılacak ve tek yanlı karar
vermeleri yönünde yapılandırılacaksa, eşe dosta para kazandırmak için
yeşil alanlar imara açılacaksa, yine devlet malı deniz yemeyen domuz
anlayışı devam ettirilecekse, elektrik parasını üç gün ödeyemeyen bir
fakirin elektriği hemen kesilecekse, asgari ücretin altında maaşla
çalıştırılanlar çocuğuna süt alamayacak duruma gelmeye devam edecekse,
dul, yetim ve emekliler geçim sıkıntısı altında inim inim inleyecekse,
“Bu milletin a…… koyacağız” diyenlere yine ihaleler verilecekse
varsın yeni yılbaşı gelmesin!

Şu veya bu nedenle yılbaşı gelmesin demekle olmuyor,
geliyor. Bu yaşamın devamı! Bu kaçınılmaz bir şey. O halde yeni yılı
kabullenmek gerek! Kabullenmezsek ne olur? Elimizde mi kabullenmemek?
Değil! O halde günün koşulları ile yine baş başa kalacağız ve sadece
temennide bulunacağız yeni yıl için. Yani kısaca eşin, dostun,
arkadaşın, komşunun, halkın, bulunduğumuz cemiyetlerdeki insanların
yeni yılını kutlayacak ve hayırlara vesile olmasını dileyeceğiz.
Elimizden başka bir şey gelmediğine göre!

EŞİN, DOSTUN, ARKADAŞLARIN, ÇALIŞANLARIN, EMEKLİLERİN,
VATANİ GÖREVLERİNİ GÜÇ KOŞULLAR ALTINDA YAPANLARIN, EVLERİNE
EVLATLARININ KANLI GÖMLEKLERİ GELEN ŞEHİT AİLELERİNİN, BİR YARDIM EDEN
YOK MU DİYE İÇİNDEN GEÇİREN AMA DERDİNİ ANLATAMAYAN GERÇEK İHTİYAÇ
SAHİPLERİNİN VELHASILI KELAM YENİ YIL GELDİ DİYEN HERKESİN YENİ YILINI
KUTLUYAR HAYIRLARA VESİLE OLMASINI DİLİYORUM.



KADIN KAHRAMANLAR- HALİDE ONBAŞI

Beşiktaş’ta 1882 ya da 1884 de doğdu.  Doğum tarihi itilaflıdır Halide Edip’in. Ölüm tarihi ise açıkça bellidir. 09.01.1964 de İstanbul’da vefat ederek dünyadan ayrıldı.



Halide Edip yazardır, akademisyendir, siyasetçidir, kadın hakları savunucusudur. Yazar olarak Servet-i Fünun ekolündendir. Cumhuriyet döneminde ise yazın hayatının ve yeni akımların dışında kalmamıştır. İlk eseri Heyula isimli romanıdır. Sadece romanla kalmadı hikaye, anı ve tiyatro eseri de yazdı.

 Bir kadın olarak aşağılanmayı hiç kabullenemedi ve İstanbul’un 1919 da işgali üzerine işgale karşı harekete geçti.  19 Mayıs 1919 da Kadınlar Birliğinin tertiplediği protesto mitinginde kadın hatiplerin konuşmacı olduğu Fatihteki toplantıda konuştu ve duygu dolu konuşması ile binleri galeyana getirdi. Sonraki günlerde Kadıköy, Üsküdar ve sonra da Sultanahmet mitinglerinde etkili konuşmalar yaptı. Sultanahmet konuşmasında “Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır” sözlerini söyledi ve bu söz veciz söz olarak tarihteki yerini aldı.


 Mustafa Kemal ile arkadaşları Erzurum ve Sivas’ta ulusal kurtuluş mücadelesi çalışmalarını yaparken Halide Edip Hanım gönderdiği 10.08.1919 tarihli bir mektupla ABD mandasının kabul edilmesini öneriyor, bu öneri günlerce devam eden tartışmalar sonucunda kabul edilmedi. Halide Edip Hanım ise 19.03.1920 de eşi Dr. Adnan Adıvar ile birlikte İstanbul’dan kaçarak Ankara’ya gitti ve Keçiören Karargâhında görev aldı. Halide Edip Artık Mustafa Kemal’in yanındaydı.   Savaş boyunca Mustafa Kemal’in yanından ayrılmıyor, başarıları nedeni ile ONBAŞI rütbesi aldığı gibi Eskişehir savaşında Kızılay teşkilatında hemşirelik yapıyordu.



Savaş süresinde Mustafa Kemal’in yanında bulunan Halide Edip Dumlupınar Meydan Muharebesi kazanlıktan sonra ordu ile beraber İzmir’e gitti. İzmir yürüyüşü sırasında BAŞ ÇAVUŞ’luğa terfi ettirildi.


 Cumhuriyet kurulduktan sonra hem CHP ile ve hem de Mustafa Kemal ile aralarında fikir ayrılıkları başladı. Eşi Dr. Adnan Adıvar yeni kurulan Terakkiperver partisinin kurucuları arasında yer aldı. Bu partinin kısa bir süre sonra kapatılması üzerine Halide Hanım da eşi ile beraber yurt dışına gitti ve İngiltere ile Fransa’da 14 yıl gibi uzun bir süre yaşadılar. Mustafa Kemal ile aralarındaki uyuşmaz ve anlaşmazlığın milli mücadele ile ilgili olup olmadığı sorulduğunda “Milli mücadele de Mustafa Kemal haklıymış” diyerek olayın nedenleri üzerinde durulmasına mani olduğu gibi hatalı olanın kendisi olduğunu da ifade etmiş oldu.
  

Türkiye’ye 1939 yılında dönen Halide Edip Adıvar İstanbul Üniversitesinde görev aldı ve İngiliz Filolojisi Kürsüsünü kurdu, kürsü başkanlığını on yıl devam ettirdi. 1950 yılında ise tekrar siyasete döndü ve Demokrat Parti Listesinden Bağımsız İzmir Milletvekili seçildi.



Kadın kahramanlardan biri olarak Türk tarihine adını yazdıran Halide Edip Adıvar İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.



Yazar olarak büyük üne kavuşan Halide Edip Adıvar’ın ilk romanı Heyula’dır. Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Handan, Kalp Ağrısı, Tatarcık,  Yol Palas Cinayeti diğer önemli eseleridir. Dağa Çıkan Kurt, Harap Mabetler, İzmir’den Bursa’ya, Kubbede Kalan Hoş Seda ise hikâye; Mor Salkım, Türkün Ateşle İmtihanı anı kitaplarıdır.



NENE HATUN


Nene Hatun Erzurumlu bir halk kahramanıdır. 1857 de Çeperli’de dünyaya geldi. Ruslar’ın Kars kalesini ele geçirmesi üzerine Kırım Savaşından sonra Erzurum’a gelmiş ve Çeperli köyüne yerleşmişlerdi. Ruslar durmuyor Kars’ı aldıktan sonra da ilerliyor ve önüne gelen kasaları, köyleri işgal ederek Erzurum’a ilerliyordu. Çeperli Köyün işgal edilmesinden bir süre önce Erzurum’a gelmişti. İşte böyle bir durumda, sabah ezanı sırasında camilerden Rusların Aziziye’ye saldırdığı haberi bildirildi, tarih 8 Kasım 1877 yi gösteriyordu.  Haberi duyan köyle elinde ne varsa, taş, sopa, değnek, kazma, kürek, tüfek tabanca Aziziye’ye koştu. Nene Hatun üç aylık oğlu kucağında ne yapacağını düşünüyordu. Nihayet karar veriyor ve “Çocuğu bana veren Allah onu korur” diyerek, çocuğu yatağında uyur vaziyette bırakıp duvarda asılı duran tüfeği kaptığı gibi dışarı fırlıyor ve Erzurum sokaklarında ev ev dolaşarak halkı uyandırıyor ve Aziziye’yi savunmaya koşmalarını söylüyordu. Nene Hatun için dur durak yoktu. Canavarlaşmış bütün gücünü halkı uyandırmaya vermişti. Erzurum halkı genç bir kadının çırpınışına seyirci kalmıyor ve binlerce insan Nene Hatun’un arkasından Aziziye’ye koşuyordu. Ruslar, gece yarısı saldırmıştı Aziziye’ye, uykularında ki askerlere büyük zayiat verdirmişti. Bunu gören halk bütün gücü ile Rusların üzerine saldırıyor ve Ruslara Aziziye’yi dar ediyordu…



Ruslar Aziziye’den atılmıştı ama pek çok şehit verilmişti. Aziziye savunması nedeni ile Nene Hatun kahraman olmuş dillerden düşmüyor, efsaneleşiyordu. Bilahare I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de üç oğlundan ikisi şehit düşmüştü.



Nene Hatun da insandı, yaşlanınca geçim sıkıntısı çekti ve nihayet kahraman kadınlardan Name Hatun ile birlikte 1943 yılında Cumhurbaşkanına başvurarak yardım talebinde bulundular. Milli kahramanlar sahipsiz bırakılmıyor ve Erzurum Valisi ve Belediye Başkanı 3. Ordu Komutanı ve 9. Kolordu Komutanı yardımlarını esirgemiyor, 1952 yılında da kahraman Nene Hatun’un bir heykeli Aziziye’ye dikiliyor, ayrıca kendisine 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları sırasında  “3. Ordunun Nenesi” unvanı veriliyordu.



Türk Kadınlar Birliği de Türkiye’de ilk kez yapılan Anneler Günü’nde Nene Hatun’u 1955 yılında “Yılın Annesi” seçiyordu. 22 Mayıs 1955 günü ise 98 yaşında, Erzurum Numune Hastanesinde hayata veda ederek tarihin sayfaları arasındaki yerini alıyordu.


Yazan: İbrahim Balcı

KADIN KAHRAMANLAR” Gördeşli Makbule,Çete Emir Ayşe

Kadın sevdi mi sever! Hem öyle bir sever ki sevdiği için ölüme gözü kapalı gider. Cümle âlem başına kalksa, yaptığın yanlış dese inanmaz, sevdiği için yapabileceği neyse onu yapar… İşte bu tür kadınlara ADAM GİBİ KADIN denir. Yani o kadının erkekten farkı olmadığını anlatmaya çalışır. İşte GÖRDESLİ MAKBULE böyle bir kadındır.

            Düşman sarmış dört yanı, Yunan İzmir’e çıkmış işgali başlatmıştır. İşgalle beraber direniş de başlar. İnatçıdır Yunan ilerleyip durur. Binlerce askeri ile Manisa, Aydın’ı alır ve ilerler Anadolu içlerine. Gördes’e ateş düşer. Yiğit Gördesliler oturup duramazlar yerlerinde. Eli silah tutanlar bir araya gelerek dağı mesken tutan çetelere katılıyorlardı.

            Yunan zalimce davranıyor, mezalim yapıyordu. Halil Efe (bazı kaynaklar Ali olduğunu yazar) yeni evliydi. Eşine doyamamıştı bile. Ama ortada bir de vatan vardı. Vatan zor durumdaydı. Vatanı savunanlar boğuşup duruyordu. Efe kararını veriyor ve eve gidip eşi Gördesli Makbule’ye Yunanla savaşmak için çeteye katılacağını söyleyerek silah kuşanıyordu.

            Makbule serinkanlı eşini dinliyor, gözlerinin içine bakıyordu. Efe bir çabukta hazırlanıyor tüfeği elinde, mermilikleri belinde karısı Makbule’nin yanına geliyor ve “Hakkını helal et, gidip de gelmemek var” diyordu. Eşi Gördesli Makbule “Hele Dur Halil Efe, biraz soluklan” diyerek odadan çıkıyor ama çok geçmeden Halil Efe’nin yanına geliyordu. Tepeden tırnağa silahlanmıştı, tek söz ediyordu “Ben de selinle beraber geliyorum. Şehit olacaksak beraber olalım”… Halil Efe mutlu, eşini alnından köyü terk ediyorlardı.

            Halil Efe’nin içinde olduğu çetenin bir savaşçısı da Gördesli Makbule’dir. Asker elbiseleri içinde vuruşmaktadır. Sakarya Savaşı günlerce sürmüş ve Yunan cephesi bozularak geri çekilmeye başlamış, Gördes, Sındırgı-Akhisar üçgeninde cephe tutmuştur. Bu cephede yoğun savaşlar olmakta çeteler Yunan kuvvetlerini bozmak için yoğun bir şekilde savaşmaktadır. Yunan bozulmuyor, üstelik baskısını artırıyor, çete geri çekilecek duruma gelince siperde fırlayan koca gelin Gördesli Makbule “Geri çekilmeyin, ilerleyin” diye bağırıyor ve hışımla siperden fırlayarak düşman üzerine atılıyordu. Geri çekilmeyin, ilerleyin  sözleri Gördesli Makbule’nin son sözleri oluyor ve başından vurularak şehit düşüyor ve böylece Gördesli Makbule efsaneleşiyordu.

            Gördesli Makbule Ali Ustazade Abdullah Efendinin kızı olarak 1902 de doğdu. 1921 de Ustrumcalı Halil 1(Ali) efe ile evlendi. 17 Mart 1922 de başından vurularak şehit oldu.







            ÇETE EMİR AYŞE

            Doğum yeri İmamköy (Aydın), Babası Mustafa Efendi, doğduğu tarih 1894 dür. Kocası Kayacık köylü Mustafa’dır Çete Emir Ayşe’nin. Huriye ve Hafize adında iki kızı vardır. Çete Emir Ayşe okula gitmemiştir, okuma yazması yoktur ama eli her işe yatkındır. Duldur, yağız delikanlı olan kocası Çanakkale Savaşında şehit olmuştur.   Köyde iki küçük kızı ile baş başa sakin bir hayat sürmektedir.

            İzmir’in işgali ülkeyi yangın yerine çevirir, canım İzmir işgal altındadır.  Düşman Aydın’a doğru ilerlemektedir. Aydın’da duramazdı. Yanında iki köylü kadın arkadaşı Menderes Nehrinin diğer tarafına geçmeğe çalışmaktadır. Ama işleri ters gider ve iki arkadaşının kayıktan düşüp boğulmaları üzerine geri döner. Birkaç gün düşünür, sonra kararını verir dağa çıkacak ve Çeteye katılacaktır. Kocasından hatıra kalan elmas küpeleri satar ve kendisine bir tüfek alarak çete olur, dağa çıkar Sancaktar Ali’nin çetesine katılır. Artık Emir Ayşe Kuvayi Milliyeci bir çetecidir.  Çok geçmez Sancaktar Ali’nin çetesi Yörük Ali Efe’nin çetesine katılır. Çete Emir Ayşe artık Yörük Ali’nin çetesinin bir savaşçısıdır.

            Yörük Ali Efe çetesi ile yunanlılara dağları, ovaları dar eder. Yunan ilerleyişini durdurur, ani baskınlarla büyük kayıp vermelerini sağlar. İnönü Savaşlarından sonra Sakarya Zaferi ve sonrasında Büyük Taarruz! Zafer kazanılmıştır. 7 Eylül’de Aydın Yunan’dan temizlenmiş ve kurtarılmıştır. Çete Emir Ayşe’nin işi bitmiş ve kadın hali ile erkeklerle beraber verdiği mücadele sona ermiş köyüne dönmüştür. Artık huzur içinde yaşayacaktır.

            Savaş sonrasında Aydın’a gelen Gazi Mustafa Kemal, Çete Emir Ayşe’nin de aralarında bulunduğu kahramanlara İstiklal Madalyası takmıştır. Çete Emir Ayşe yakasına madalyasının takıldığı anı unutamaz ve şöyle der: “Savaştım Yunan’a karşı, elimde en değerli şey Atatürk’ün göğsüme taktığı İstiklal Madalyasıdır”.

            Çete Emir Ayşe savaş sonrası unutulmadı ve İmamköy Kahve Meydanında bir büstü yapılarak, tarihe kayıt düşüldü. Çete Emir Ayşe Hanım 1967 de vefat etti.

KADIN KAHRAMANLAR! “ADİLE ONBAŞI (ADİLE HALA)”


Adı: Nezahat
Doğumu: 1908
Ölümü: 24.9.1994
Tabiyeti: Türkiye Cumhuriyeti
Rütbesi: Onbaşı
Katıldığı Savaşlar: Milli Mücadele
Madalyası: İstiklâl Madalyası

Nezahat hanım 1908 de İstanbul’da asker çocuğu olarak doğdu. Daha kendisini tanımadan, genç yaşta hastalanan annesi Hadiye hanımı kaybetti. Artık yalnızdı, babası Albay Hafız Halit Bey de çaresizdi. Çocuk yaştaki kızını kime bırakacaktı? Hadi bıraktı, peki yarınları ne olacaktı? Nasıl yetiştirilecek, zaman ne gösterecekti? Çok düşündü Albay Hafız Halit Bey ve kararını verdi; kızını yanına alacaktı. Savaş içinde de olsa onu yanından ayırmayacaktı. Öyle de yaptı. Çocuk yaşındaki kızı Nezahatı yanına aldı ve Çanakkale Savaşlarına katıldı. Sonra Anadolu’ya geçti. Artık Albay Hafız Halit Bey ile kızı Milli Mücadelenin içindeydiler. Kan ve barut kokusu arasındaydı Küçük Nezahat. Yaşıtları oyuncaklarla oynarken Nezahat askerlere su taşıyordu. Nezahat babasının kumandanı olduğu 70. Alayın artık bir neferiydi. Asker elbisesini giydiğinde yıl 1920 idi. Cephelerde askerlerle beraber dolaşıyor, elinden geleni ardına koymuyordu. İlk silahı çete reislerinden biri olan Çerkez Ethem’den aldı ve bir daha bırakmadı. Bulunduğu 70. Alaya “Kızlı Alay” deniliyordu. 600 kişilik Alayın maskotuydu.
Nezahat, İ. İnönü, II. İnönü, Geyve, Gediz, Sakarya Savaşları ile Büyük Taarruza katıldı. Babası Albay Hafız Halit Bey Gediz Savaşında çok güç durumda kalmıştı. Asker bozulmuş, cepheden kaçarken Nezahat at sırtında kurşun hızıyla kaçan askerlerin önünü kesiyor ve bir an şaşırıp duran askerlere: “Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum. Siz nereye gidiyorsunuz? Mertlik bu mudur?” diye bağırarak onları durduruyordu. Askerler küçük kızın bu şekilde konuşması ile şaşkına dönmüş ve utancından hep birlikte geri dönerek birliğe katılmışlar, üstelik büyük boğuşma içinde pek çoğu ecel şerbetini içerek şehit olmuştur. Küçük Nezahat ise önemli bir iş başarmanın dışında saygı ile anılan bir kadın kahraman olmuş, cephede karşılaştığı Mustafa Kemal ve İsmet paşa tarafından takdir edilmiştir.
Küçük Nebahat İnönü Savaşlarında da atılganlığı, cesareti ile katkı verdiği için 12 yaşında iken Tümen Komutanı Ahmet derviş Paşa tarafından ONBAŞI’ lığa terfi ettirildi. Ayrıca TBMM nin 30.01.1921 tarihli oturumunda aldığı bir kararla kendisine İSTİKLAL MADALYASI verilen ilk kişi oldu. Ne var ki bu karar bir türlü yerine getirilemedi. Milli Mücadelenin başından sonuna kadar savaşın içinde bulunan ve bir asker gibi hareket eden Nezahat onbaşı savaştan sonra İstanbul’a döndü ve babası ile birlikte yaşadı. Yarım kalan öğrenimini tamamladı. 1931 de yine bir asker olan İstiklal Madalya’lı Yüzbaşı Mehmet Rıfat ile evlendi.
Nezahat Onbaşı yaptıkları ile baş başa yaşadı. Hatıralarını, yaptıklarını kimse ile paylaşmadı. Eşi Atatürk’ün yaveri olunca Dolmabahçe Sarayında düzenlenen devlet törenlerine katıldı. Samet Ağaoğlu’nun 1944 yılında yazdığı ve çok ilgi gören “Kuvayı Milliye Ruhu” isimli kitabı ile herkes kendisini tanıdı.
Maalesef bu yaman küçük kız asker İstiklal Madalyasını, alınan karara rağmen alamadı. Gazeteci Kadri Kayabal ödünç aldığı ve içinde Onbaşı olduğuna dair belge de bulunan belgeleri kaybedince madalyadan mahrum oldu. 1986 yılında Dolmabahçe Sarayında düzenlenen bir törenle kendisine takdir beratı verildi.

Soyadı yasası çıktığında Baysel soyadını aldı ve 1994 yılında yattığı Gülhane Askeri Tıp Akademisinde hayatını kaybetti. İstiklal Madalyası ise yıllar sonra ve 2013 yılında kızının torunu Şebnem Uçak’ın kızı Gizem Ünaldı’ya verildi.

KADIN KAHRAMANLAR

Türk tarihi kadın kahramanlarla doludur. Orta Asya’dan gelişle başlar, verilen her savaşta sayıları artarak devam eder. Her kurulan yeni bir Türk Devletinin askerleri fetih için hareketlendiklerinde ya da değişik şekilde düşmanla karşılaştıklarında askerlerin verdiği mücadele yanında kadınların varlığından haberdar oluruz. 622 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğu sona geldiğinde “Pasta Adam” olarak nitelendirildiği dönemlerde ülkenin bu durumdan kurtarılabilmesi için neler yapılabileceği tartışılırken, bu tartışmaların içinde kadınlarında yer aldığını görüyoruz. Yakın tarihimizde bilhassa Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış ve yeni bir Türk devleti olarak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar geçen sürede verilen savaşların içinde sayısız Kahraman Türk kadını vardır.  Bizzat savaşın içine girmişler aslanlar gibi çarpışmışlar, savaş sırasında rütbe almışlar isimlerini tarihin derinliklerine gömmüşlerdir. Sadece bu kadar mı? Elbette ki değil, daha isimleri belirlenememiş ya da isimleri belirlenmiş de uzun yıllar sonra ortaya çıkmış onca isim var kadın kahraman olarak…

            Bu kadın kahramanlar belki Nene Hatun gibi baltayı eline alıp düşman içine dalmamıştır, belki Nezahat Onbaşı gibi siperlere dalıp askerlere su dağıtmamış, belki siper siper gezerek, yaralıları cephe gerisine çekip yaralarını sarmamış ama yine de bedenlerini ülkesinin menfaati için hiçe saymıştır…

            Beyi Anadolu’ya geçince birkaç gün sonra kocasının peşinden Anadolu içlerine giden ve bir daha kendisinden haber alınamayan Necla Hanım (Türkân), erkek kardeşlerimiz cephede savaşırken bize evde oturmak yakışmaz diyerek askere alınması için dilekçe veren Kara Mehmet Kızı Latife, Çamlıca’nın üç gülü olarak kitaplaştırılan kızkardeşler, düşmanın köye girmesi ile yakalanan ve Türk askeri hakkında bilgi almak için sorguya çekilen, istenen bilgileri vermeyince fırına atılarak yakılan Nafize Hatun, Kahraman Türk Kadınlarından sadece bir kaçıdır.

            ANANIN DUYGUSU SORGULANMAZ VATAN MI EVLAT MI DİYE!

            Sene 1921 aylardan yaz. Yunan ilerlemesi devam etmektedir. İnegöl tehlike ile karşı karşıyadır. Anası oğluna görev verir “Oğlum düşman İnegöl’e varmak üzere, doğru cepheye, durma koş”. Koşar gider oğlu. Cahil oğlu kavrayamıyor düşmanın yapacaklarını ve düşmana bir ihbarda bulunuyor… Zavallı yaptığının kötülük olduğunun farkında bile değil! Çok geçmeden Anaya haber ulaşıyor ”Oğlun düşmana casusluk etti” diye … Vatanı ve oğlunun başarısı için köyünde Allah’a yalvararak dua eden ana bu haberi alınca çılgına dönüyor ve kaptığı gibi tüfeği gidiyor oğlunun peşinden. İnegöl’dedir. Oğlunu soruyor, ne yapacaksın diye soranlara anasıyım göreceğim diyor. Anasının kendisini görmek için geldiğini öğrenen oğlu sevincinden uçuyor ve elini öpmek için koşuyor anasına. At üzerinde dimdik duran Anası, feracesinin altından çıkarıyor tüfeği basıyor tetiğe acımadan oğlunu alnından vurup gözden kayboluyor. Vatan sevgisi mi? Evlat sevgisi mi? Diye anaya sorulmaz!

            İbrahim Ethem Bey komutasındaki Demirci Akıncıları Yunan’a kan kusturuyordu. Demirci Akıncıları Ulus dağı eteklerindeki Molla Hasbi’nin evini mesken tutmuşlar, burada barınıyorlardı. Düşman fırsatını bulmuş İbrahim Ethem Akıncıları yokken Molla Hasbi’nin evini yakmış kendisi ile birlikte birkaç kadını da şehit etmiştir. Ancak bu yaptıklarını yeterli görmemişler, İbrahim Ethem Kuvvetlerini ortadan kaldırmak için köy kadınlarından Nafize Hatunu ele geçirmişler, olmadık işkenceler yaparak bilgi almak için uğraşmaktadırlar. Ne var ki Hafize Hatun hiçbir bilgi vermez, direnir durur. Bilse de bir şey söylemeyeceği yanıtını vermesi üzerine, Yunanlılar tarafından fırına atılarak şehit edilir. Türk kadınından sır istenmez çünkü sır vermeyi değil ser (başını) vermeyi bilir

            Maraş’ın Pazarcık ilçesinde milli teşkilat kurulmak istenir. Bir evde toplanırlar. Erkekler köydeki aşiret reisini milli cepheye kazandırmak için konuşur dururlar ama başaramazlar.  Aşiret reisi Nuh der peygamber demez.  Konuşmaları aşiret reisinin anası dışarıdan duymaktadır. Oğlu’nun yüreksizliğine üzülür ve içeri girerek; “Evlatlarım! Bütün konuşmalarınızı yandaki odadan dinledim. Evet haklısınız. Biz yarın Türk memuru, Türk jandarması yerine Ermeni veya Fransız memuru görecek olduktan sonra, varlığımızın hiçbir kıymeti kalmaz. Siz bana bakın! Benim şu an aşiretin üzerinde hatunluk hükmüm sürer. Mademki millet bu işgali istemiyor, biz de düşmana karşı gelmek isteyen bu milletle beraberiz. Harp ise harp, kan ise kan, mal ise mal ne lazımsa kurtuluncaya kadar bütün aşiretle fedaya hazırız.” Anasının bu sözleri üzerine aşiret reisi tereddütten vazgeçerek düşmana karşı koymaya karar verir ve bu durum direnişe büyük yarar sağlar.

            Mudur’nunun Cami Kebir Mahallesinden Fatma kadın, birliğinden firar eden ve korkunç kar fırtınası altında köye evine gelen oğlunu eve kabul etmez. Oğlunun bütün yalvarmalarına karşın din ve vatanına ihanet edemeyeceğini, memleketin hizmet beklediği bir zamanda firar ettiği için kendisini evlat olarak kabul edemeyeceğini söyler ve oğlunu hükümete teslim ederek görevini yapar. Milli mücadeleyi kazanmaya azmetmiş Türk anasından başka bir şey beklenir mi?

            Gül Hanım bir başka yürektir. Bir rüya görmüştür, etkisi altıda kalmıştır rüyanın. Rüyasında Hz. Ali ona orduya katıl demiştir. Bu sözü emir telakki etmiş ve kocasını evde bırakıp 15 yaşındaki oğlu ile Erzincan’dan ayrılmış yollara düşmüştür. Ankara’dadır. Halide Edip Hanım’ı görecek ondan orduya alınması için yardım isteyecektir. Ankara’da karşılaşır Halide Edip Hanımla. Karşısına çıkar ve derdini anlatarak “Beni orduya gönderin” der. Gül Hanım komutanla görüşür ve Batı cephesine gönderilir. Yunanlılar savaş devam etmektedir. Gül Hanım savaşa girmek istemektedir. Çareler arar… Halide Edip Hanım durumu İsmet Paşa’ya anlatır. İsmet Paşa kadının kıyafetinin askerliğe uymadığını, hastanede veya Yunan zulümlerini tespit eden heyette görev yapmasını ister. Halide Edip aldığı talimatı bildirecektir. Gül Hanımı görmeye gider. Gül Hanım onu başı açık, saçları lüle lüle yana sarkan, asker elbiseleri içinde karşılar… Halide Edip aldığı talimatı Gül Hanım’a bildirir. Kadın başını sallar ve ısrarla cepheye gitmek istiyorum der. Zamanı gelir, fırlar yerinden cepheyi boydan boya gezer ve her askere “Eğer vatanı kurtarmadan gelirseniz, kadın olarak size lanet edeceğiz “ diye bağırır. Gül hanım taarruzdan üç gün önce bütün tümeni gezmiş ve askerleri zafer için yemin ettirmiştir… Türk kadınına yapamazsın demek var mı?

            Ağaoğlu Ahmet önemli bir yazardır. 1921’de dağ bayır dolaşırken yanına yaklaşan köylü bir kadınla konuşur. Kadın 70 yaşlarındadır, değneğine dayanır ve zorlukla yürür. Karşı karşıya geldiklerinde Ağaoğlu Ahmet’e sorar;

            “Ankara’dan mı geliyorsun?” ve konuşma şöyle devam eder:

            “Evet.”

            “Ah! Ordudan ne haber?”

            “Ordumuz demir gibi, inşallah yakında düşman kahredecektir”.

            “Şükürler olsun evladım!”

            “Evladın var mı ana?”

            “Dört oğlum vardı. Üçü şehit oldu. Biri de cephededir. Onun yolunu bekliyorum.” Kadının gözlerinden akan yaş damlaları yüzünün buruşukluğunu ıslatıyordu.makale

            “İnşallah yakında gazi olur döner, mesut olursunuz.”

            “Ah evladım tek memleket kurtulsun, gâvur gelmesin. Biz her şeye razıyız. Yeter ki bu topraklar çiğnenmesin.”

            Ağaoğlu Ahmet Kadının yüceliği karşısında şaşırır ama hayranlığını da inkâr edemez. Ağaoğlu’nun yanındakilerden biri

            “Çiğnenmez merak etme, Memleketin öbür kısımlarını da düşmandan alacağız. Allah bizimledir” deyince kadın cevap verir:

            “Allah razı olsun oğlum! Yüreğime su serptiniz. Bir teselli buldum. Allah’a ısmarladık” dedi ve yine değneğine dayanarak köyüne doğru yürümeye başladı!

            Bir değil, bin evladını ülkesi için veda edebilecek ana hangi millette olabilir ki!


            Ülkeler kahramanları ile büyür, kahramanları ile yaşar. Hele kahramanları kadınsa o ülkeler bir başka anlam kazanır. Türk milletinin ve dolaysıyla Türk kadınlarının da yüceliği buradan ileri gelir.

KADIN KAHRAMANLAR- NEZAHAT ODABAŞI


Adı: Nezahat
Doğumu: 1908
Ölümü: 24.9.1994
Tabiyeti: Türkiye Cumhuriyeti
Rütbesi: Onbaşı
Katıldığı Savaşlar: Milli Mücadele
Madalyası: İstiklâl Madalyası

Nezahat hanım 1908 de İstanbul’da asker çocuğu olarak doğdu. Daha kendisini tanımadan, genç yaşta hastalanan annesi Hadiye hanımı kaybetti. Artık yalnızdı, babası Albay Hafız Halit Bey de çaresizdi. Çocuk yaştaki kızını kime bırakacaktı? Hadi bıraktı, peki yarınları ne olacaktı? Nasıl yetiştirilecek, zaman ne gösterecekti? Çok düşündü Albay Hafız Halit Bey ve kararını verdi; kızını yanına alacaktı. Savaş içinde de olsa onu yanından ayırmayacaktı. Öyle de yaptı. Çocuk yaşındaki kızı Nezahatı yanına aldı ve Çanakkale Savaşlarına katıldı. Sonra Anadolu’ya geçti. Artık Albay Hafız Halit Bey ile kızı Milli Mücadelenin içindeydiler. Kan ve barut kokusu arasındaydı Küçük Nezahat. Yaşıtları oyuncaklarla oynarken Nezahat askerlere su taşıyordu. Nezahat babasının kumandanı olduğu 70. Alayın artık bir neferiydi. Asker elbisesini giydiğinde yıl 1920 idi. Cephelerde askerlerle beraber dolaşıyor, elinden geleni ardına koymuyordu. İlk silahı çete reislerinden biri olan Çerkez Ethem’den aldı ve bir daha bırakmadı. Bulunduğu 70. Alaya “Kızlı Alay” deniliyordu. 600 kişilik Alayın maskotuydu.
Nezahat, İ. İnönü, II. İnönü, Geyve, Gediz, Sakarya Savaşları ile Büyük Taarruza katıldı. Babası Albay Hafız Halit Bey Gediz Savaşında çok güç durumda kalmıştı. Asker bozulmuş, cepheden kaçarken Nezahat at sırtında kurşun hızıyla kaçan askerlerin önünü kesiyor ve bir an şaşırıp duran askerlere: “Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum. Siz nereye gidiyorsunuz? Mertlik bu mudur?” diye bağırarak onları durduruyordu. Askerler küçük kızın bu şekilde konuşması ile şaşkına dönmüş ve utancından hep birlikte geri dönerek birliğe katılmışlar, üstelik büyük boğuşma içinde pek çoğu ecel şerbetini içerek şehit olmuştur. Küçük Nezahat ise önemli bir iş başarmanın dışında saygı ile anılan bir kadın kahraman olmuş, cephede karşılaştığı Mustafa Kemal ve İsmet paşa tarafından takdir edilmiştir.
Küçük Nebahat İnönü Savaşlarında da atılganlığı, cesareti ile katkı verdiği için 12 yaşında iken Tümen Komutanı Ahmet derviş Paşa tarafından ONBAŞI’ lığa terfi ettirildi. Ayrıca TBMM nin 30.01.1921 tarihli oturumunda aldığı bir kararla kendisine İSTİKLAL MADALYASI verilen ilk kişi oldu. Ne var ki bu karar bir türlü yerine getirilemedi. Milli Mücadelenin başından sonuna kadar savaşın içinde bulunan ve bir asker gibi hareket eden Nezahat onbaşı savaştan sonra İstanbul’a döndü ve babası ile birlikte yaşadı. Yarım kalan öğrenimini tamamladı. 1931 de yine bir asker olan İstiklal Madalya’lı Yüzbaşı Mehmet Rıfat ile evlendi.
Nezahat Onbaşı yaptıkları ile baş başa yaşadı. Hatıralarını, yaptıklarını kimse ile paylaşmadı. Eşi Atatürk’ün yaveri olunca Dolmabahçe Sarayında düzenlenen devlet törenlerine katıldı. Samet Ağaoğlu’nun 1944 yılında yazdığı ve çok ilgi gören “Kuvayı Milliye Ruhu” isimli kitabı ile herkes kendisini tanıdı.
Maalesef bu yaman küçük kız asker İstiklal Madalyasını, alınan karara rağmen alamadı. Gazeteci Kadri Kayabal ödünç aldığı ve içinde Onbaşı olduğuna dair belge de bulunan belgeleri kaybedince madalyadan mahrum oldu. 1986 yılında Dolmabahçe Sarayında düzenlenen bir törenle kendisine takdir beratı verildi.

Soyadı yasası çıktığında Baysel soyadını aldı ve 1994 yılında yattığı Gülhane Askeri Tıp Akademisinde hayatını kaybetti. İstiklal Madalyası ise yıllar sonra ve 2013 yılında kızının torunu Şebnem Uçak’ın kızı Gizem Ünaldı’ya verildi.

KADIN KAHRAMANLAR, Halime Çavuş


Kahramanlar kendiliğinden ortaya çıkmazlar, onları koşullar meydana çıkarır. Kahraman içindeki cevheri zor dönemlerde ortaya döker. İş başa düşmüştür, zorluklar önüne dikilmiştir, bu zorlukları kabullenerek yeneceğim, geçilemezleri geçeceğim, ulaşılamayacak hedeflere ulaşacağım diyenler, gelişen böylesi olaylar karşısında meydana çıkarlar. Bu cevher onların elinde ve dilinde değildir. Yüreğinde, beyninde fıtratında olan özelliklerdir. Bu özellikleri gerektiğinde içinde dinamit gibi patlar kahraman kendisini olayların içinde bulur. İşte kendisini olayların içinde bulanlardan biri de Halime Kaptan, yani Halim’e Çavuş’tur.

HALİME ÇAVUŞ:

Halime (Kocabıyık) 1898 yılında Kastamonu’nun merkez köylerinden Duruçay’da doğdu. Her çocuk gibi büyüdü, gelişti. Bağ bahçe ve ev işleri ile uğraştı. Hırsı, gözü pekliği ve çalışkanlılığı ile dikkat çekti.

Ülke savaşın içindedir. I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti parça parça edilmek istenmekte ve bilhassa sahil şehirleri teker teker işgal edilmektedir. Böylesi bir ortamda milli mücadele Anadolu’da başlar. Köylerde kentlerde eli ayağı tutan erkek kalmamış, hepsi askere alınmıştır. Köy ve kentlerde yaşlı erkek, yaşlı kadın ve çocuklardan başka kimse yoktur. Herkes savaştadır. İşte böylesi bir ortamda anasının ve babasının ısrarla yapma-etme demelerine rağmen Milli Mücadeleye katılmaya karar verir genç Halime kız.

Köyde kente kalanların ekmeğe, una, tuza, şekere velhasılı kelam yiyecek ve giyecek her şeye ihtiyaç vardır. Evin ihtiyacını gören yaşlı babası bir sefer sırasında hastalanır ve vefat eder. Halime’ye göre iş başa düşmüştür hem evin ihtiyaçlarını karşılayacak hem de milli mücadele için ne gerekirse onu yapacaktır.

İlk işi saçlarını kazımak ve erkek elbisesi, erkek şapkası giymek oldu. Kız olduğunu herkesten saklayacak ve mücadelesini böyle devam ettirecekti. Muntazam saç sakal traşı oluyor kendisini erkek gibi hazırlıyordu. Babasından kalan teknesinin kaptanıdır artık. Ne iş gelirse yapacak ve evin ihtiyacını karşılayacaktır. Yanına iki tayfa alır, oduna, kömüre gider, navlun taşır. Ama gün gelir kendisine ağır görev verilir. Halime Kaptan Kuvacı bir elemandır. Teknesi ile silah, cephane taşır… Hatta birkaç kez Rusya’ya giderek oradan silah ve cephane alarak Kastamonu’ya getirdiği, buradan da cepheye ulaştırdığı bilinmektedir. Bazı zamanlar şansı yaver gitmez, deniz korsanları ve eşkiyalarla karşılaşır, mücadele eder ama hiç birine pabuç bırakmaz ve işini tamamlar.
Halime Kaptan yaptıklarının karşılığını şöhret olarak almakta gecikmez. Artık ismi dilden dile dolaşmakta, Milli Mücadeleyi başlatanlar tarafından bile ismi tanınmaktadır. Denizde işi olmadığı zamanlarda, kağnılarla cepheye silah taşıyan kadro içinde yer alır, gider gelir… Cepheye bir gidişinde Mustafa Kemal Paşa’ya rastlar. Rütbeli büyük asker olduğunu anlar ama Mustafa Kemal olduğunu bilmez. Askerce selam verir esas duruşta bekler. Mustafa Kemal Paşa paltosunu mermi sandıklarının üzerine örten bu askere sorar “Paltonu çıkardın üşümüyor musun?”. Halime Kaptan “Benim üşümem önemli değil, bu mermiler ıslanmamalı, bunlar belki de binlerce düşmanı yok edecek” cevabını verir. Konuşmalardan Mustafa Kemal karşısındakinin kadın olduğunu anlar ve yaverine “Bununla konuş gereken bilgileri al” der.

Halime Kaptan tam bir savaşçıdır. Denizde deniz adamı kaptan, karada cephane taşıyan gerektiğinde vuruşan bir amazondur. Herkesin dikkati üzerindedir ve herkesten saygı duyar. Savaş devam ettiği sürece görevini devam ettirir Halime Kaptan. 9 Haziran 1921 günü Yunan savaş gemileri Averof ve Kılkış İnebolu önlerine gelerek şehri hedef gözetmeksizin top ateşine tutar. Bir bombanın patlaması sonucu Halime Çavuş’a patlayan bir bombanın şarapneli isabet eder ve bacağından ağır yaralanarak sakatlanır iş yapamaz hale gelir.

Halime Kaptan’ın fedakârca çalışması Mustafa Kemal’in dikkatini çeker. Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanması üzerine Ankara’ya davet edilir. Halime Çavuş sırtından hiç çıkarmadığı askeri kıyafetleri içinde Ankara’ya gider. Mustafa Kemal tarafından 15 gün süre ile Çankaya köşkünde misafir edilir. Köşkte düzenlenen bir törenle Halime Kaptan’a hem İstiklal Madalyası ve hem de Çavuş rütbesi verilir. Ayrıca ölene kadar da kendisine bir maaş bağlanır.


Halime Kaptan artık “Halime Çavuş” tur, yani Milis Çavuş Halime’dir. İstiklal Madalyası yakasında onun onur belgesidir. Yalnızdır, kardeşinin çocuğunu evlat edinir, büyütür. Yaşamının son yıllarını doğduğu Duruçay köyünde geçirir ve 1976 yılında vefat eder

KADIN KAHRAMANLAR SELANİKLİ AYŞE HANIM

Osmanlı Devletinin son dönemleri, Balkanlar kaynar kazan. Devlette istikrar yok, siyasi ortam berbat, huzursuzluk almış başını gidiyor, orduda başıbozukluk velhasılı her yerde kaos. Balkan Savaşı böyle bir ortamda patladı. Birinci Balkan Harbi yenilgisi, Edirne ve Trakya’nın bir kısmının Bulgarlarca işgali Osmanlının kara günleriydi. İkinci Balkan Savaşı hemen peşinden geldi. Bu kez düşman püskürtüldü, Trakya düşmandan ve Edirne işgalden kurtarıldı. Balkan Savaşları süresince çok can yandı. Onca subay, onca asker şehit oldu. Şehit olanlardan biri Selanikli Ayşe Hanımın kocası binbaşı rütbesinde aslan gibi bir subaydı.
Artık eşi yoktu Ayşe Hanım’ın iki çocuğu ile baş başa kalmıştı. Karalar bağlasa da çocuklarını en iyi şekilde yetiştirecek ve vatana millete yararlı olmalarını sağlayacaktı. Ama hiç de beklediği gibi olmadı… Kendini iki çocuğu ile birlikte savaşın içinde buldu.
Selanikli Ayşe Hanım kısa boylu, esmer, sevimli ve güleç yüzlü bir kadın. Kocasının şehit edilmesi üzerine kendisini vatanın kurtarılmasına adamış iki oğlu ile birlikte Kuvayı Milliye saflarına katılmıştı. Artık milis askerdi ve devamlı erkek elbisesi giyiyordu.
Osmanlı Devleti son günlerini yaşıyordu. Çanakkale Zaferi kazanılmasına rağmen yenik sayılmış, Sevr Antlaşması sonrası İstanbul işgal edilmişti. Bununla yetinilmemiş İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gibi düşmanlar devletler, ülkenin değişik şehirlerini işgal etmişlerdi. İzmir’in işgalini Aydın’ın işgali takip etmişti… İşler tamamen sarpa sarıyordu…
Ayşe Hanım şehit eşinin intikamını almak için çırpınıp duruyordu. Nihayet karar veriyor ve kıymetli eşyalarını satarak silah alıyordu. Artık Ayşe Hanım ile iki oğlu silahlı çetecidir. Ayşe Hanım Aydın’ın işgali üzerine çetesi ile birlikte dağa çıkar. Düşmanla savaşır durur kısa zamanda ismi duyulur. Demirci işgalinde Yunanlılara karşı cephe tutar ve müthiş direniş gösterir ama yüreğinin yarısı olan büyük oğlunu şehit verir. Artık kini ve intikam duygusu daha da büyür. Ana yüreği dayanamaz denilse de ne olursa olsun dayanacaktı; eşinin ve oğlunun intikamını alacak, ülkesinin düşman işgalinden kurtulması için mücadelesine devam edecekti. Öyle yaptı ve çetesini dağa çıkanları yanına alarak çoğalttı.
Ayşe Hanım yaman bir savaşçıdır. I. İnönü ve II. İnönü Savaşlarına katılır. Bu savaşlarda küçük oğlunu da şehit olur. Arka arkaya yapılan İnönü Savaşlarında büyük yararlık gösteren Selanikli Ayşe Hanım, orduya başvurarak çetesi ile birlikte görev istedi. Bu istek ve gösterdiği başarı üzerine kendisine Milis Üsteğmen rütbesi verilerek çetesini de Müfreze yaptılar. Selanikli Ayşe Hanım artık Müfreze kumandanıdır ve artık Süvari üniforması giymektedir.
Ayşe Hanım durup dinlenmek bilmez. Sakarya Savaşına katılır. Günlerce süren bu savaşta erkeklerle omuz omuza savaşır ve düşmanın büyük kayıplar vermesine katkı verir. Üsteğmen Selanikli Ayşe Hanım bu savaşta kasığından yaralanır, bir süre tedavi olduktan sonra tekrar müfrezesinin başına geçer ve savaşa devam eder.
Büyük Taarruza da müfrezesi ile katılan Selanikli Ayşe Hanım Mürsel Paşa’nın komutası alındaki birlikte yer alır ve kahramanca dövüşür. Büyük taarruz zaferle sonuçlanır. İzmir’e giren birlikler içinde Selanikli Milis Üsteğmen Ayşe Hanım da vardır ama yaralıdır. Zira İzmir’de girişte sol bacağı kırılmış ve hastanede yatırılarak tedavi edildi. Tedavisi yapıldıktan sonra görevi başına dönen Selanikli Milis Üsteğmen Ayşe Hanım’ın hakkında düzenlenen raporda;
“Kocasının intikamını almak için mücevherlerini satarak tüfek ve asker elbiseleri aldığı ve de hiç çekinmeden Milli Mücadeleye katıldığı, başarılı olan hizmetleri sebebiyle de terfi ettirilip binbaşı yapıldığı” yazılıdır.
İstiklal Madalyalı Milis Binbaşı Selanikli Ayşe Hanım savaş sonrasında “Altuntac” soyadını aldı. Ankara da Merkez Bankasında odacı olarak çalıştı ve 1942 yılında vefat etti.


KADIN KAHRAMANLARIMIZ “ŞERİFE BACI”


Şerife Bacı ya da Şerife Kadın! Türk tarihine genç bedeni donmak suretiyle damga vuran kahraman Türk kadınlarından biridir.
Anadolu halkı yılgın, bezgin! Geçim derdi büyük, ortam berbat, her evden bir ya da bir kaç erkek yaşları uygunsa eğer askerde. Ülke genelinde yoklar içinde bir mücadele var. Ülke de savaş, ülke kan golü… Ülkenin pek çok şehri işgal altında! Yapılacak şey vatanın kurtarılması için mücadeleye devam etmek. Mustafa Kemal ile silah arkadaşları Anadolu’da milli mücadeleyi başlatmış, bu kutsal mücadelenin başarılı olması şart.
Ordu sayı olarak da araç-gereç, silah ve cephane olarak da yeterli değil. Hele silah ve cephane! Köylü kentli seferber olmuş, ihtiyaçların karşılanması için uğraş veriyor.
İnebolu/Kastamonu merkezi bir yer. Deniz yolu ile İnebolu’ya gelen ya da getirilen asker ve sivil aydınlar buradan Ankara’ya gönderilirken, yine aynı yoldan gelen silah ve cephaneler de aynı yoldan cepheye ulaştırılıyordu.
Bir kış günüydü. İnebolu Limanına gelen bir gemi yükünü boşaltıyordu. Yükü silah ve cephane, götürüleceği yer cephe… Taşıyacak olanlar Kastamonulu kadınlardan meydana gelen Kadınlar Kolu. Kırk elli kağnı ve kırk elli kadın. Her kağnıya bir kadın kumanda ediyor. Kağnılar silah ve cephane yüklü, cepheye taşıyor.
Yetkililer Kağnı Kolu için insan ararken “Ben de varım” diyerek göreve talip olmuştu Şerife Bacı. “Sen geri kal, beben var memede” dediklerinde “Geri kalmak yok. Vatan mı? Vatan olmadıktan sonra evlat neye yarar” diyerek ısrarlı olmuş ve kağnısnın başında yel almıştı. Altı aylık bebesi ince yorganı içinde sırtına bağlı öyle gidecekti. Kağnısına cephane yüklenmişti. Kağnı kolu güç şartlar altında yola koyulmuştu. Saatlerce gidiyorlardı. Durup dinlenmek yok, bir an önce cephanenin cepheye ulaştırılması telaşı. Ama mevsim kış, önce rüzgâr, sonra hafiften çoğa varan yağmur, devamında dolu ve sonrasında kar! Yağdıkça yağıyor, soğuk havada göz gözü görmüyor, buna rağmen Kağnı Kolu ilerlemeye devam ediyordu. Şerife Bacı’yı bir telaş alır… Cephane yağmur ve kar altında! Ya ıslanırsa? Ne yapmalıyım diye düşünürken aklına geleni hemen yapar. Bebesini cephane sandıklarının uygun bir yerine yatırır, sarıp sarmalar, sonra da sırtındaki ince yorganı, cephanenin ıslanmaması için sandıkların üzerine örter ve yola devam eder. Bundan sonrasını İnebolu Kastamonu Havali Kumandanı Nurettin Peker’in yazısından okuyalım:
“1921-1922 kışı çok olmuştu. Ankara yolundaki kafileler arasında tabii sayılan don hadiseleri yalnız kendi çevrelerinde birer destan olurken bu hadise kahramanlarından bir tanesi şehrin kapısı sayılan kışla önüne kadar gelmiş, yani taşıdığı millet yükünü canı pahasına menzili maksuduna ulaştırmıştı. Bu hadise şehir halkının gözleri önünde cereyan ettiği için herkesi üzdü, ağlattı.
O günkü vazifelilerden olup bugünün Kastamonu tüccarlarından Cemil Patlaban’ın anlattığına göre (bu destan halk arasında hala yaşamaktadır) 1921 Aralık ayında birden bire bastıran kar yolları kapamış, cepheye giden taşıt kolları geceye kalmadan yakın hanlara, köylere sığınmışlardı. Böyle fırtınalı bir gecede sabaha kadar yağan kar altında kalmalarının ara sıra olduğu gibi yine kara haberleri beklenirken o gece kar tipisine rağmen vatan aşkı ile ancak Kastamonu Kışlası’nın önüne kadar gelebilen cephane yüklü bir kağnı arabasının yanına ilk gidenin gördüğü acı manzara çok dehşetti. Hadiseyi görenin kışlaya haber vermesi ile Menzil Mıntıka Müfettişi Osman Bey, derhal Merkez Kumandanlığı Askeri İnzibat Posta Başı Muavini Devrenkanili Cemil ve Beşiktaşlı Rıfat Çavuş’u mahalline koşturmuştur. Her nasılsa kafileden geri kalmış genç kadının cephane yüklü kağnısı ile yorgun argın bir halde ancak kışla önüne kadar gelebildiği ve şehre girmek nasip olmadan şose kenarında sabaha karşı donduğu anlaşılmıştır.
Öküzleri geviş getiren bu kağnı arabasındaki kıymetli yükü korumak için üstüne yorganını örten bu genç kadının elinde övendire, kollarını gererek yorganın üzerine abanarak kaldığı vazifeliler tarafından görülmüştür. Rıfat Çavuş öküzleri koşarken, Cemil Çavuş de şehidin üzerindeki karları süpürmüş ve her ikisi de gözyaşlarını dökerek, kollarından ve bacaklarından tutarak kaldırırlarken yorganın altından birden bire çığlığı basarak ağlayan bir çocuk sesi işitince şaşırmışlar ve şehit anayı yana çekip hemen yorganı kaldırmışlardır.
Gördükleri şahaser tablo şu olmuştur: Otlara sarılı top gülleleri arkasında yerleştirilmiş çulların içinde kundaklı bir kız çocuğunun dondan kurtulduğu ve müdahale üzerine uyanarak meme için ağlamaya başladığıdır. Cephanesini ve yavrusu uğruna kendini feda eden bu kahraman anayı ve yavrusunu arabaya yerleştiren çavuşlar, baş başa ağlaşarak gün doğarken yola düzüldüler. Öküzleri aç ve zayıftı, çekemediler. Çavuşlar koşuldular, öküzlere yardım ettiler. Bu mukaddes ve muazzam yükü gurur ve iftiharla fırka dairesinin önüne kadar çektiler. Kumandan ve mahiyeti arabanın başına geldiler. Bir dakika ihtiram sükutu (saygı duruşu) yaptıran kumandan Osman Bey, bu hazin tabla karşısında gözleri yaşararak “Türk kadını dünyada emsali bulunmayan kahraman anadır. Öyle bir anadır ki, tarihte nice kahramanlar, cihangirler doğurmuştur. Arkadaşlar, Milli Mücadeleyi kazanacağımızın en büyük misali işte önümüzde biri ölü, biri diri yatıyor” diyebilmiş ve teessüründen daha fazla konuşamamıştır.
Kastamonu muhitini iyi bilen Cemil Çavuş, ananın hüviyetini tespite memur edilmiştir. Cemil Çavuş, şehidin alaca önlüğünden ve başındaki çarından köylünü keşfederek hanları dolaşmış ve Seydiler köylüleri bularak getirmiş ve göstermiştir. Onlar da tanımışlar. Ağlaşmışlar ve bu şehit ana ile yavrusunu göğüslerine basarak köylerine götürmüşlerdir.”
İşte Şerife Bacı budur. Türk kadınlarının neler yapabileceğinin ispatıdır Şerife Bacı. Kundaktaki çocuğu Sıdıka kız ise büyümüş ama çocuksuz ölerek tarihe karışmıştır.

Kadın kahramanlarımızdan Şerife Bacı Kastamonu’nun Seydiler köyündendir. Doğum tarihi bilinmiyor ama ölüm tarihi Aralık 1921’ dir. Milli mücadelenin bu kadın kahramanı unutulmamıştır. İnebolu sahilinde ŞERİFE BACI ANITI yapılarak anısı yaşatılmıştır. Aynı şekilde bir ŞERİFE BACI ANITI da Sarıyer’de Ayazağa mahallesinde yapılmıştır.