19 Aralık 2008 Cuma

AYDIN OLMAK, ADAM OLMAK! VE ERMENİ DİASPORASINA ESİR OLMAK!


FRANCIS BACON DİYOR Kİ: "GERÇEK AYDIN OLMANIN İLK ŞARTI, TÜRK DÜŞMANLIĞIDIR"(*).

TÜRK DÜŞMANI BİR ADAMIN SÖYLEDİĞİ SÖZLERİN GERÇEKĞE DÖNÜŞMESİNİ ÜZÜLEREK İZLİYORUZ. NE Mİ OLUYOR?

OLAN ŞU:

AYDINIZ DİYE GEÇİNEN BAZI ADAMLAR, TÜRKÜ VİCDANLARDA MAHKTUM ETMEK İÇİN KAMPANYA BAŞLATTILAR. İSTEDİKLERİ ERMENİLERE ARKA ÇIKMAK! TEHCİR NEDENİ İLE ÖLEN ERMENİLERİ TÜRKLERİN ÖLDÜRDÜĞÜNÜ KABUL ETMEK VE BU NEDENLE ÖZÜR DİLEMEK!!!!!

ÖZRÜN ADI DA "BİREYSEL ÖZÜR DİLEMEK!" ÖZÜR ÖZÜRDÜR, TOPLU OLSA NE OLUR, BİREYSEL OLSA NE OLUR?

AYDIN OLDULAR AMA ADAM OLAMADILAR. ADAM OLMAK ZORDUR. ADAM OLMAK İÇİN ÖNCE KİM OLDUĞUNU, ŞÖHRET İÇİN, ADINDAN ÇOK BAHSEDİLMESİ İÇİN ÜLKENİN, TOPLUMU RENCİDE EDİCİ SÖZLER ETMEYECEK, EYLEMLERDE BULUNMLAYACAK; TARİHİNİ BİLECEK, OKUDUĞUNU ANLAYACAKSIN!

EY AYDINIM DİYEREK, BİREYSEL ÖZÜR KAMPYANYASI AÇAN; AHMET İNSEL, ALİ BAYRAMOĞLU, CENGİZ AKTAR, BASKIN ORAN, AHMET ÇAKMAK, ALİ NESİN, ALPER GÖRMÜŞ, AYŞE ÖNAL, İBRHİM KABOĞLU, ENGİN CİNMAN, BARIŞ PİRHASAN, AYDIN ENGİN, DERYA ALABORA, ASAF SAVAŞ AKAT, ORAL ÇALIŞLAR, HÜSNÜ ÖNDÜL, DENİZ TÜRKALİ, TANIL BORA, RAGIP DURAN VE DİĞERLERİ… SİZLER DAHA ÖNCE DE "HEPİMİZ ERMENİYİZ" VE "HEPİMİZ HIRANT DİNK'İZ" DİYE BAĞIRMIŞ FLAMALARIN ALTINA TOPLANMIŞTINIZ! BU EYLEMİNİZ İKİNCİSİ OLUYOR!

TEHÇİRDE NELER OLDU? BİLİYORSUNUZ AMA DOĞRULARI YAZMAZ, KONUŞMAK İŞİNİZE GELMİYOR? SOLCU, SOSYAL DEMOKRAT, SOSYALİST, KOMİNİST, HÜMANİSTLİK ADINA ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜNÜ BOZMAK İÇİN SAVAŞA KALKTINIZ! HEM DE SIKILMADAN, UTANMADAN!

HİÇ BİRİNİZİN OKUDUNUĞUNU SANMIYORUM, GENEL KURMAY BAŞKANLIĞI TARAFINDAN ÇIKARILAN "ARŞİV BELGELERİYLE ERMENİ FAALİYETLERİ "(6 CİLT, belki devamı var) KİTAPLARINI, OKUMAZSINIZ, DOĞRULARI BELGELERDİYLE GÖRMEK İSTEMEZSİNİZ, OLAYLARI KİMİN BAŞLATTIĞINI, "EVLADI SADIKA" NIN DEVLETİ NASIL ARKADAN VURDUĞUNU ÖĞRENMEK İSTEMEZSİNİZ!

BUNLARI, YANİ DOĞRULARI ÖĞRENMEK, YAZMAK İÇİN YÜREK İSTER!

AMA SİZ Francis Bacon'un DEDİĞİNİ BENİMSEYEN AYDINLARDANSANIZ, SİZE SÖYLENECEK TEK SÖZ "HAYRINI GÖRÜN" DEMEKTİR!

AMA HATIRLATALIM: BU ÜLKE BİZİM!

İbrahim BALCI

18.12.2008

15 Aralık 2008 Pazartesi

NE KADAR ERMENİYİZ?


Agos Gazetesi genel yayın yönetmeni Hrant Dink güpe gündüz, hem de kendi gazete binasının önünde ve üstelik ana cadde üzerinde acımasızca öldürüldü. Cinayetlere, soygunlara, soysuzluklara, yolsuzluklara üzülürüz. Üzülmeliyiz de. Aslında üzülmeyen de olmaz! Üzülmeyenler; bir an varsa kini; belki “Oh iyi oldu” der ama bir süre sonra “Yazık oldu” diyerek gerçeğe gelir. Çünkü Türkler duygusaldır, merhametlidir.
Ermeni vatandaşların Türkiye genelindeki sayısı yirmi beş otuz bin arasında iken Hrant Dink’in öldürülüşü ile bu sayının yüz binlere ulaşmasına şaşırdım kaldım.
Ne kadar çok Ermeni vatandaşımız varmış, hayret etmemek elde değil! Ermeni misyonerler ile Ermeni diyasporası bilseler ki; her tanınmış bir Ermeni’nin öldürülmesi ile Ermeni nüfusu yüz bin artacak, hiç şüphem yok; her on beş yirmi günde bir şöhretli Ermeni’yi öldürterek bir yılda bir milyon nüfusa ulaşırlar! Ermeni olmak ne kadar kolaymış be!
Cenaze tertip komitesi adına toplantılar yapanlardan DİSK ve ÖDP Genel Başkanları ve diğerleri siz kimsiniz? Size herkesi Ermeni yapma, “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarını yaptırma, açtırma ve taşıtma hak ve yetkisini kim verdi? Sizler kendinizi ne zannediyorsunuz ki? Sizler sadece şamatalı günlerin kabadayılarısınız! Tedirginliğin hüküm sürdüğü günde açığa çıktınız, kolluk güçlerinin “Aman olay çıkmasın” anlayışı ile hareket etmesinden yararlanarak beyninizdeki melanet duygularını pankartlara döktünüz!
Sizler milli ve manevi duygularını kaybetmiş, fikir yobazı olarak yürümeye “Biz Ermeniyiz, Hrant Dink’iz” diye bağırmaya devam edin! Sizler, sizin gibiler ve ülkemiz aleyhine konuşarak gündemde kalmak isteyenler bir an olsun aynaya baksalar; o yüzlerin kendi yüzleri olmadığını göreceklerdir!
Türklük; hoşgörülü, saygılı olmak; sevmek, düşküne, yolda kalana el atmak, muhtaca yardımcı olmaktır. Türklük; vatanını sevmek, bayrağı ve şehit kanları ile yoğrulmuş toprağı uğruna canını vermektir!
Müslüman Türk “Dinde zorlama yoktur” (Ayet) hükmüne uyar; “Kitap ehline dokunmayın” (Ayet) emri ile hareketle diğer din mensuplarına hoşgörü gösterir.
Dünyanın her bir yanında ehli salipler ülkemizi parçalamak, yok etmek için uğraşıp duruyor! Onlar dışardan; beyni dışardan kumandalı bizimkiler de içerden! Hirant Dink’in ölümü ile bunu bir daha gördük. İlk günün ürkütücü sessizliğinden sonra iyice görmeye başladık. Ekranlardan, gazetelerden sıçraya sıçraya; caddelere, sokaklara taştı kalabalık; “Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz” diye bağıra bağıra! Çok değil bir hafta içinde spor alanlarına indirildi olay! Hem de halkın bölünmesi pahasına! İşte Malatya’da, Trabzon’da olanlar! İzmir, Ankara, İstanbul ve diğer yerlerde olanlar! Nerde ise kan gövdeyi götürecek…
Göğsünü gere gere “Ben Ermeni’yim, ben bu ülkenin Ermeni’siyim. Diyasporanın isteğine de Ermenistan’ın isteğine de karşıyım” diyen Hrant Dink yaşasaydı göreceklerinden hayret eder, küçük dilini yutardı!
Birkaç aklı selim kalem erbabı hariç Hrant Dink olayına cankurtaran simidine sarılır gibi sarıldı basınımızın isimli, isimsiz yazarları. Bir grup ise insani duygulardan uzak “Oh oldu” der gibi yazıp çizdiler…
Tarih kulvarında kısa bir gezinti yaparsak görürüz ki; Ermeniler Osmanlılar döneminde muteber teba idiler. Osmanlı İmparatorluğunun dış siyasetini onlar yürütüyor, ticareti ve sanatı yıllar yılı ellerinde tutuyorlardı. Siyasetin mimarı, şarkılarının bestekarı, ticaret ve sanatın erbabı oldular. Sonra da dış odakların oyuncağı! 93 (1877) Harbinde başladı isyankarlıkları, sonra devamı; Birinci Dünya Savaşı ve Rusya’nın Kafkaslardan ilerlemesi. Kars, Erzurum, Rize, Trabzon, Van, Diyarbakır ve diğer şehirlerin işgali… İşgal edilen topraklar, katledilen Türk halkı ve tehcir olayı! Bu zor yolculuk sırasında meydana gelen nahoş olaylar! İttihatçı liderlerin teker teker Ermeni canilerce katledilmeleri!
Unutulmasın İstanbul’da Osmanlı Bankası baskınında dökülen kanlar; Padişah II. Abdülhamit’e yapılan ve günahsız insanların ölümüne neden olan suikast! Bu olayların tamamında dışardan yönlendirilen Ermenilerin acımasızlığı var! Yani “Millet-i Sadıka” nın (Padişaha, Osmanlıya sadık Ermeniler) vefasızlığı, inadı, düşmanlığı, kini ve hoş görüsüzlüğü var! Elbetteki bu kadar değil; eli öpülesi, omuzlarda taşınasılar da var, olacaktır da! Terziyan, Papazyan, Hogasyan, gazi Dacar Efendi, Erzurum mebusu Varteks Efendi, Berç Keresteciyan, Boğazlar kontrol görevlisi Davit Sehakkuli ve Anadolu Kavak Limanlar Depo Çavuşu Karabet Efendiler… Hele son ikisi Davit Efendi ile Karabet Efendiler (Büyükdereli) milli mücadele sırasında verdiği hizmetler nedeni ile göğüslerine istiklal madalyası takılanlardan! Yani unutulmayanlardan!
Hiç rahat bırakılmadı Ermeniler, devamlı olarak yırt dışından tahrik edildiler. Amerika’dan, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, İsveç’ten, Yunanistan’dan yönlendirildiler.
Dün Taşnak ve Hıncak adıyla kanlı ihtilal örgütleri vardı, 1970 li yıllarda ASALA adıyla hortladılar. Ellerinde silah ve bulundukları ülkenin müsahamaları ile süper devletlerin başkentlerinde diplomatlarımızı acımasızca öldürdüler. Tam 53 diplomat ve görevli şehidimiz ASALA kurşunu ve bombaları ile can verdi.
Hrant Dink’in cenaze törenini düzenleyenlere sormak gerekir “Öldürülen Türk diplomatların ve elçilik görevlilerinin cenazelerine Ermeniler, Ermeni yetkililer katıldılar mı?” diye!
KATILMADILAR!
Ne günlere kaldık be! “Ölen öldü, kalan sağlar bizimdir” demiyorum, asla böyle bir düşünceye sahip değilim. Ölen meslektaşımıza da, ne yaptığını ve neye mal olacağını bilmeden tetiği çekene de yazık oldu. Ama en çok da “Ben Ermeni’yim” diye bağıranlara yazık oldu. Zira, bence ihtida ettiler, dinlerinden oldular!
Ama kazananlar da var. Kim mi? Tetiği çektirenler! Ülkemiz üzerinde oyun oynayanlar! Bor, manganez, krom, altın gibi yer altı ve yer üstü kaynaklarımıza göz koyan milliyetsiz yerli ve yabancı büyük sermaye; CIA, MOSSAD ve diğerleri; yerli taşörenler; ülkemizin güney doğusunu ve Irak’ı kan gölüne çevirenler ve bir de ülke gerçeklerini görmek istemeyenler!
“Geç gelen adalet, adalet değildir” derler. Bu nedenle, yakalanan tetikçiden ve yönlendirenlerden sonra en kısa zamanda tetiği çektiren odağın da bulunması dileği ile Hrant Dink’e toprağın bol, ailesine de başınız sağ olsun derim.

İbrahim BALCI

SARIYER SELİ,YAŞLI ERMENİ İLE BOYNU BÜKÜK GAZ LAMBASI


Çırçır Boğazı karardığında fırtına gelir, kar gelir. Böyle söylenir öteden beri. Hiç kimse inkar etmez, edemez bu söylemi. Zira söylem dün olduğu gibi bugünde doğrudur.
Sarıyer’de Çırçır Boğazı’nın kararması demek karayel rüzgarının fırtınaya dönüşmesi demektir. Sert lodos rüzgarı batıya döndüğünde Sarıyerliler “Eyvah” der. Zira lodos rüzgarının batıdan esmeye başladıktan sonra yöneleceği son yön karayeldir. Rüzgar karayele dönüştüğünde hızından biraz kaybetse de yaz aylarında serinliğini, kışın ise soğuğunu hissettirir.
Havanın kararması ile Çırçır Boğazı ürkütücü bir hal alır. İşte böylesi durumlarda önce serin bir rüzgar gelir sonra da yağmur döker kendini. Saatler ilerledikçe yağmur hızını artırır, kısa süre sonra da fırtına halini alır. Mevsim yaz ise gök gürlemesi ile bora halinde görünür ve bardaktan boşalırcasına yağar. Buna yaz yağmuru denilse de öyle hafife alınacak gibi bir yağmur değildir. Bir saat içinde Sarıyer (Mercimek) deresini allak bullak eder, yarlardan kopararak aldığı sarı toprağı denizin mavi sularına taşır.
Eğer Çırçır Boğazı karardığında mevsim kış ise olan olur. Önce rüzgar, sonra yağmur ve soğuğu ile birlikte kar gelir. Öylesine yağar ki bir iki saat içinde yeşil örtü beyaza dönüşür.
Büyük Sarıyer selinin kesin tarihi belli değildir. 1907 diyen olduğu gibi 1912 diyen de vardır. Sonbahar aylarında meydana geldiğini söyleyenler olduğu gibi ilkbahar aylarında da meydana geldiğini iddia edenler bulunur. Ne zaman olmuş olursa olsun kesin olan Sarıyer’in çok büyük bir sel felaketini yaşadığıdır. Ancak ağırlıklı iddia 1907‘ in hıdrellezinde olduğudur.
Havalar fevkalade güzeldi, ilkbahar ayları yaz gibi sıcak geçiyor, halk sokaklara dökülüyordu. Hıdrellezde havanın çok iyi geçeceğine herkes inanmıştı. Günlerden beri devam eden yaz havası, hıdrellezde kaybolacak değildi ya! Hıdrellez için günlerce hazırlanıldı. Çeşit çeşit yemekler, tatlılar yapıldı. Sarıyer mesireleri; Hünkar, Çırçır, Şifa suyu tıklım tıklım olmuş oturacak ne yeşillik alan ne de yer kalmıştı. Pek çok insan Bekardere’nin kenarlarına kilim sererek kendilerine yer temin etmişlerdi. Mesirelerde onlarca insan sanki bir yılın yorgunluğunu atarcasına eğleniyordu. Yakılan ateşlerin üzerinden atlanıyor, adak adanıyor, fal bakılıyor, çeşitli oyunlar oynanarak günün iyi geçmesi için herkes en iyi şekilde eğlenmeye bakıyordu.
Vakit akşama yakındı. Çırçır Boğazı’nın karardığı ve karartının hızla büyüdüğü görülüyordu. Mesire sahipleri ısrarla bağırıyordu: “Çırçır boğazı karardı. Şimdi kar gelir, toparlanın gidin”. Halk bu ikaz üzerine toparlanıp yollara düşüyordu.
Mesireler hızla boşalırken, önce müthiş bir gök gürlemesi duyuldu sonra da yağmur boşaldı. Kısa sürede doluya dönüşen yağmur zamanla ürkütücü bir hal alıyordu. Böyle devam etmesi can kaybına bile neden olabilirdi. Dolu fazla devam dindi. Fakat, yağmur sanki dolunun durmasını bekliyormuş gibi bastırdı. Müthiş yağıyordu, adeta bardaktan boşalırcasına! Halk; dolu ve yağmur altında Sarıyer mesirelerini ve Sarıyer’i terk ediyordu. Yağmur ise bütün şiddeti ile gecenin karanlığını delercesine yağıyor, durmak bilmiyordu.
Sarıyer (Mercimek) deresi, Arap Öldüren ve Kılıçpınar Derelerinden gelen yağmur suları ile de birleştiğinden, bendini yıkmış gibi hışımla akıyor, önünde ne bulursa denize sürüklüyordu. Pertevniyal Sultan Konağından (Şimdiki Kültür merkezi) sonraki konaklar, köşkler; yan yana sıra sıra evler sel suları altında kalıyor, pek çoğu yıkılmıyor tahrip oluyordu. Sarıyer deresinin iki yanındaki binaların hepsi büyük hasar gördü. Arap mahallesinin bir veya iki gözlü baraka evleri perişan oldu.
Sabah olduğunda yağmur dinmiş, halk sokaklara dökülmüştü. Balıkçılar limandaki kayıklarının durumunu görmek için Taşiskele’ye gittiklerinde gözlerine inanamadılar. Tek katlı bir ahşap ev derenin yüz yüz elli metre açığında deniz üzerinde sandal gibi yüzüyordu. Birkaç kişi bir kayığa binip, batmamak için direnen yüzen eve gittiler. Evin içinde yaşlı bir Ermeni (Türk olduğu iddiası da var) ve konsolun üzerinde hala yanmakta olan gaz lambası kurtarılmayı bekliyordu. Balıkçılar yaşlı Ermeni’yi kurtarırken, selin tahribatı ile ilgili haberler de gelmeye devam ediyordu: Sel nedeni ile Sarıyer deresinin her iki yanında yer alan ev, köşk ve konaklar ya yıkılmış ya da kısmen tahrip olarak çok büyük zarar görmüşlerdi. Arap mahallesindeki tek veya iki gözlü baraka evler yerle bir olmuştu. Kefeliköy’deki Uluç Ali Paşa Camii ile Rumelikavak’taki Karakaş Mescidi bu büyük selden etkilenerek yıkılıp gitmişlerdi.
Sarıyer tarihine damgasını vuran büyük doğal olaylardan biri de işte bu sel felaketidir.

*****

İbrahim BALCI

İSTANBUL’A BAHAR ERGUVANLA GELİR


İstanbul’da baharın gelişi erguvanın çiçeklerini açması ile başlar. Doğaya isyan edercesine fışkırır, henüz yaprak açmamış dallarından kırmızı mor karışımı çiçekleri. Erguvan çiçekleri yavaş yavaş gelişir, serpişir, üzüm salkımı gibi bir araya toplanır, yumru olur, yumak olur, göz alıcı bir renk alır. Boğaziçi’nin havası ılıman hatta biraz sıcak yamaçlarında kırmızı mor karışımı bir renk denizi oluşur. İşte bu İstanbul’da baharın müjdesidir.
Erguvan ağacı mayısın ilk haftasında çiçeklerini açmaya başlar ve devam eder. Haziran da Boğaziçi’nin hakimi, yamaçların gelini olarak seyre bırakır kendini.
Lale bir devre ismini vermişse de, kaybolup gitmiş, terk etmiş İstanbul’u. Sonra da biraz özlem ve arz talep olayı nedeni ile İstanbul’a getirilmeye çalışılırken, Erguvan; “İstanbul benim, Ben İstanbul’um” diye haykırır Boğaziçi yamaçlarından.
Eski dönemlerde; saltanat, pereme ve alamana kayıkları ile yapılan boğaz gezintilerinde bütün gözler erguvan çiçeklerine takılıp kalırdı. Siyah peçesi altından bakan; hanım sultanlar, kadın efendiler, hanımlar ile; seyrek de olsa geziye çıkabilen mahalleli kadınlar iyot kokusunu yudum yudum teneffüs ederken, gözleri de kırmızı mor karışımı erguvan çiçeklerine takılı kalırdı. Şirket-i Hayriye’nin yandan çarklı yolcu gemileri ile devam etti boğaz gezileri. Sahili takiben giden bu gemilerden erguvanla bezeli yamaçları seyretmek zevk ve nimetti. Bahar aylarında; gezi sandalları, yatlar ve daha modern yolcu gemileri ile hala Boğaziçi sahil boyunca erguvan çiçekleri seyredilmektedir. Bu İstanbulluların vazgeçemeyecekleri bir tutkudur.
Baharın sultanıdır erguvan. Kırmızımsı ve mor rengi ile köşk, konak, yalı bahçelerinde; denize nazır koruluklarda kendi denizini oluşturur. Bu deniz içinde kiraz ve bademlerin pembe, eriklerin beyaz ve mimozaların sarı rengi boğularak kaybolur.
Antik çağdan bu yana; tarihi, coğrafi durumu ve sosyal yaşamı dünyada eşi olmayan bir manzara arz eden İstanbul, erguvansız yetim gibidir. Artık eski dönemlerdeki kadar çok erguvan ağacına bulunmuyor Boğaziçi yamaçlarında.
Erguvan aslında Akdeniz bitkisidir. Fakat İstanbul Boğazı’nın, Boğaziçi denilen Trakya ve Anadolu yakasının ılıman ve sıcak havasına sahip olan güney yamaçlarında yetişme ortamı bulmuş ve kendisine buraları yurt edinmiştir.
Bahar aylarında erguvan (C. Siliquastrum) ile mor salkım (Wisteria sp.) renk ve zevk savaşı verirler. Bu savaştan her zaman erguvan üstün çıkar. Nedeni de İstanbul oluşudur, İstanbul ile anılır ve hatırlanır olmasıdır.
Basit almaşık yapraklı ağaç olan erguvanın değişik türleri vardır. Erguvan; kırmızı veya kırmızımsı mor renkte çiçek açar, eflatuna dönüştüğü de olur. Seyrek de olsa beyaz renklisi de bulunur. Erguvan ağacı, yapraktan önce çiçek açar, genç sürgünleri kırmızımsı renklidir. Esas yetiştiği yer Akdeniz havzasının kurak ve sıcak yamaçlarıdır. Türlerinin başlıcaları: Anadolu erguvanı (C. siliquastrum), Kanada erguvanı (C. canadiensis), Texas erguvanı (C. reniformis), Kaliforniya erguvanı (C. occidentalis) ve Çin erguvanı (C. chinensis) gibi…
İstanbul’da Anadolu erguvanı yaygın türdür. Diğer türlerden de az sayıda da olsa bulunur. Erguvanın gövdesi yamru yumru ve düğümlüdür. Ağaç yüksekliği sekiz on metre kadardır. Tarihçi Haluk Dursun’un tespitlerine göre Ayasofyadaki Hürrem Haseki Hamamı civarında bulunan Erguvan ağacı anıt ağaçlardan olup gövde çapının 1.7 metre olması itibariyle İstanbul’un en yaşlı ve en büyük erguvan ağaçlarından biridir.
Park ve bahçelerin süslenmesi için kullanılan Erguvan İstanbul’un ve bilhassa Boğaziçi’nin bir başka zenginliğidir. Gülhane parkında başlar boy göstermeye, Yıldız Parkında ve Yahya Efendi Dergahı çevresinde ruhani sessizliğe götürür insanı. Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy ve Bebek de ise kırmızımsı mor, aralarında beyazları ile renk cümbüşünün içine çeker seyredeni. Bebek yamaçları, Kayalar Mezarlığı, Şehitlik ve Rumelihisar kalesinin çevresinde öbek öbek, küme küme görücüye çıkar; Baltalimanı’nda, Emirgan Koruluğu ve İstinye sırtlarında Boğaziçi’nin hakimi gibi arzı endam ederler. Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Büyükdere sahil şeridindeki korulukların, elçilik binalarına ait bahçelerinin vazgeçilmezleri olarak seyre bırakırlar kendilerini.
Ağaçlar yeşermeye başlamadan, çiçeklerini açan Erguvan gelin duvağı, gelin tacı gibi süsler doğayı. Boğazın Anadolu yakası da erguvan ağaçları ile bezelidir. Beylerbeyi’nden Beykoz’a kadar; Kandilli, Vaniköy, Çengelköy, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe sahil boyunca uzanan; saraylar, köşkler, konaklar ve yalıların bahçelerini, koruluklarını süsleyen erguvanlar İstanbul’un zenginliğidir.
Erguvan üzerine çalışma yapan ve bin bir güçlükle envanterini çıkaran tarihçi Haluk Dursun’a göre Boğaziçi’nin Rumeli yakasında 500, Anadolu yakasında ise 700 civarında erguvan ağacı bulunmaktadır.
Seyrekte olsa beyaz renklisi de bulunan erguvan ile ilgili hayli efsane var. Efsaneye göre mürşidi Yahuda, Hazreti İsa’ya ihanet etmiş sonra da üzüntüsünden kendisini erguvan ağacına asarak intihar etmiş, bu durumdan utanan ağacın çiçekleri erguvan çiçeği rengini almış!. Erguvan ağacına bu efsane nedeni ile Judas tree” yani “Yahuda’nın ağacı” da denilmektedir.
Bizanslılar döneminde de erguvan ağacına büyük önem verilmiştir. Erguvan rengi Bizanslıların resmi renkleri olmuştur. Erguvan renklerini sadece Bizans imparatorlarının aileleri kullanabilmekte idiler.
Osmanlılar döneminde de bu ağaca gereken ilgi gösterilmiş ve günümüze kadar gelmesi sağlanmıştır. Günümüzde ise bu ağaca çok büyük ilgi gösterilmektedir. Ağaçların sayıları tespit edilmiş, yeni fidanların dikilerek çoğaltılması yolunda çalışmalar hızlandırılmıştır. Ayrıca Erguvan Dostları adı altında bir grup kurulmuş ve ağacın tanıtılması, yerlerinde görülmesi için turlar düzenlemişler, bir de Erguvanı İstanbul Derneği kurmuşlardır.
Doğa savaşçıları ve çevrecilerin vereceği mücadele; dünya harikası İstanbul’un ve bilhassa Boğaziçi’nin güzelliğinin korunması yolunda çalışmalarını devam ettirmek, belirli gün ve bayramlar tertipleyerek erguvan dikimini teşvik etmek olmalıdır.

İbrahim BALCI

DÜN VARDI,BÜGÜNDE VAR,YARINDA OLACAK


Her dinde dine karşı olanların hesabı görülür!
Her ülkede ülkenin bütünlüğüne kastedenlerin hesabı görülür!
Her iktidar; ister Padişahlık, ister krallık, ister demokrasi ile yönetilen ülkeler olsun, iktidarda olanlar, ülkenin bütünlüğüne kastedecek hareketlere muhatap olduğunda adalet mekanizmasını işletir, yargı kararını verir, ülke bütünlüğüne kastedenlerin hesabını görür,
On dokuzuncu yüzyılda başlayan yaygın demokrasi hareketleri yirminci yüzyılda en üst düzeye çıkmasına karşın fazla değişen bir şey olmadı. İktidarlar siyasal güçlerinin devamı için de olsa aslında ülke bütünlüğünü ön düşünce kabul ederek, asi olarak vasıflandırdığı rejim düşmanlarını yargılar en ağır şekilde cezalandırır. Bu olay tarihin her döneminde böyledir. Böyle geldi, böyle gidiyor, böyle gidecek!
Çok uzağa gitmeyelim, Osmanlı İmparatorluğu dönemini ele alalım: Yüzlerce olayla şaşkına döner insan! İdam edilen mi? Boynu vurulan mı? Boğazlanan mı? Küreğe vurulan mı ararsın? Ne ararsan ara her birinden bolca bulunur. Bir bardak limonata parasına bir kellenin gittiği; bir ayrandan ucuza bir aydının Fizan’a sürüldüğü, cep harçlığına bir sadrazamın boğdurulduğu; bir hatırlı selam için bir paşanın başının kesilip tepsi içinde teşhir edildiği olurdu!
Osmanlılarda; Birinci Osman amcası Dündar Beyi öldürerek başa geçti! Böyle başladı öldürmeler, boğdurmalar devam etti. Birinci Murat, Orhan’ın çocukları Halil ile İbrahim’i öldürttüğü gibi tehlikeli gördüğü kendi oğlu Savcı’yı da öldürttü. Ülke bütünlüğü için olacak; kardeşleri Ahmet, Mahmut ve Yusuf’un gözlerine mil çektirdi, Mustafa’yı ortadan kaldırttı. Bundan sonra durmak bilmedi öldürmeler, boğdurmalar!
Otuz yıl devletin en yüce katında sadrazam olarak görev yapan kudretli Çandarlı Halil Paşa da kurban gidenlerden biridir. İstanbul’un fethini geciktirdi iddiasıyla Kayınpederi Zağanos Paşanın dolduruşuna gelen Fatih Sultan Mehmet, aslında babasını kendi yerine iki kez tahta çıkaran Çandarlı Halil Paşa’dan intikamını kudretli Sadrazamını öldürtmekle aldı. Sonra da meşhur Fatih Kanunnamesini çıkardı. Bu Kanunname (Yasa) ile güvenliğini sağlama aldı. Bu yasaya göre “Osmanlı Padişahları bundan böyle taht ve saltanatını güvenliğini korumak için kardeşlerini öldürebilecekleri…” ni hükme bağlandı. Bu yasa ile Fatih Sultan Mehmet işe önce kendi kardeşinden başladı ve idamlar, boğdurmalar,öldürmeler bütün hızı ile devam etti.
Unutmayalım Padişah Yavuz Sultan Selim Han da babası İkinci Beyazıt’ı hallettikten sonra, Sadrazamı Koca Mustafa Paşayı da öldürterek yoluna devam etti.
İktidarını sağlam temeller üzerinde oturtan ve devamını temin için Kanuni Sultan Süleyman da Sadrazamı Frenk İbrahim Paşayı boğdurtarak yerini sağlamlaştırdı. Kanuni aslında iktidarı için kendisine büyük rakip olarak gördüğü veliaht oğlu Mustafa’yı yardakçılarının tahrikleri sonucu cellatlara teslim ederek boğdurttu.
Bu liste uzar gider… Bir kaleyi alamadı diye idam, bir yenilgi aldı diye boğdurma, yeniçeriler istedi diye parçalattırma, hanım sultan diretti diye deri yüzdürüp öldürtme, huzurdan çıkarken cellatların eline teslim edilerek ortadan kaldırtma! Böyle devam etti büyük Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti ve padişahların iktidarı!
Demek ki ülke bütünlüğü kolay devam ettirilemiyor, çok büyük beceri, çok büyük uğraş ve özveri istiyor!
Günümüzde iktidarlar siyasal alanda yeteri kadar basiret gösteremediğinden önce istikrarsızlık, sonra kaos ve takiben anarşi ortamı doğuyor; dış güçlerin de ayrılıkçılara verdiği destek ve tahrikleri ile ülke bütünlüğüne kastedecekler azdıkça azıyor!
Yirmi yılı aşkın süredir PKK denilen ayrılıkçı çete “Kürtlerin hak” diye diye Kürtleri inim inim inletiyor. Türkiye’yi bölmek parçalamak için her şeyi yapıyor. Akıttıkları kan göl olmuş, Zap suyundan fazla akıyor…
Yahu atı alan Üsküdar’ı geçiyor, ülke elden gidecek! Yirmi otuz yıl evvel sağ sol olaylarının tahriki neticesi genç fidanları ipe gönderenler bugün neden bu kadar sessiz ve durgun. Dün iki soru ile sorguyu tamamlayıp cezayı basanlar bugün neden suskun!
Nerede iktidar koltuğundaki güçlüler, nerede ülkesini en az Padişahlar kadar seven iktidar ve devletin ali menfaatlerini korumakla görevli yöneticiler? Padişahlar; ülkesi için, saltanatı için tehlikeli gördüklerini ipe göndermekte çekinmezken, siz neyi bekliyorsunuz? Neden bekliyorsunuz? El bebek gül bebek, koruma altında ve doktor kontrolünde beslenen çete başı kanlı katil keyif sürerken, bu ülke için vatani görevini yapan genç Mehmetleri şehit veriyoruz! İmandan, vatan sevgisinden ve insanlıktan yoksun bir cani ve canavarın beslenmesi öte dursun; ya hala ülke bütünlüğünü bozmak, parçalamak isteyen ve hala İmralı sakinini savunan ve ona af isteyen seçilmişlere “Dur” diyen olmayacak mı? Bu seçilmişlerin her birinin konuşmaları incelenirse ne denli ülke bütünlüğünün karşısında oldukları görülür.
Bunlar bir kaleyi feth edemeyen Osmanlı Paşasından daha mı suçsuz? Küreğe vurulan, idam edilen, cellatlara teslim edilen sadrazam ve vezirlerden daha mı zararsızlar?
Yasa! Elbetteki yasa! Yasaya uymak lazım! Devlet adamı denince ilk akla gelenlerden biri olan ve kendisine Halife-i ruy-i zemin (Yer yüzünün halifesi) denilen Fatih Sultan Mehmet‘in çıkardığı yasaya yani Fatih Kanunnamesine bir süre uyulsun da ülke bütünlüğü için bir güzel temizlik yapılsın!
“Demokrasiye geçildi, bunlar yapılamaz” diyenler çekinmesinler. Dondurulan idam yasasını işletsinler, yani mevcut yasaları uygulasınlar o da yeter! Ama yürek ister. ABD ve AB‘nin istek ve önerileri yasalarımızdan önce geldiğine göre… Çok daha Mehmetleri şehit veririz.
Yasa koyucular maaşlarınızı artırma gayreti içinde olduğunuz da bir yasa teklifi yaparak, askıya alınan idam kararlarının uygulanması için ”Vatana ihanetçi karşılığı olarak verilen idam kararları derhal uygulanır” şeklinde ek yasa çıkarırsanız olmaz mı? Millet rahatlamaz mı? Ülke uğursuzlardan, arsızlardan, bölücülerden ve iç düşmanlardan temizlenmez mi? En azından caydırıcı olmaz mı?
Bazı ülkelerde ötenazi serbest bırakıldı. Bizim ötenazi de böyle olmalıdır. Hem ülke kurtulur, hem de ıslâh olmayan bölücüler, dış güçlerin kumandası altında ülke bütünlüğünü bozmaya çalışanlar, ayrılıkçılar ve piyonları kurtulur. Daha doğrusu memleket kurtulur memleket!
Vatan hainlerinden, vatana ihanet edenlerden, ayrılıkçılardan, bölücülerden kurtulmak için; yasa hükmü olarak verilen idam kararlarının uygulamaları değişik şekillerde de olsa; dün vardı, bugün de var, şüphesiz yarında olacak! O halde yapılacak iş, her zaman danıştığımız ABD de olduğu gibi idam kararlarını UYGULAMA olmalıdır.

İbrahim BALCI
Sarıyer 30.10.2007

“BEN SİMAS’IM YA SİZ?




Adım “Simas” tır! Antik çağdan bu yana binlerce yıl geçti, adım değiştiyse de unutulmadı!
Her ne kadar Çırçır boğazından denize kadar uzanan Sarıyer deresine; etrafındaki gül bahçeleri, çicek ve ağaçlıkları nedeni ile Skletrinas demişlerse de değişen bir şey olmamış, Simas adı devam edegelmiştir.
Bizanslılar; “Meleklerin dişi mi erkek mi?” tartışmasını yaparken bile, Karadeniz’e kapı açan bu yörenin adı Simas’tı.
İstanbul’un fethi ile İslamlaşan kent; Bizans, Bizantion, Kostantaniye gibi sayısız isimleri de terk ediyor ve akla yakın söylemlere göre, İslam’ı boldan esinlenilerek İstanbul adını alıyordu.
O dönemde de adım “Simas” tı. Osmanlılar döneminde de adım bir süre bu isimle devam etti.
Semtin dağlarının büyük bir bölümünün sarı topraklara sahip olması nedeni ile “Sarıyar” diye isimlendirildim. Bu ismi üzerimden kolay kolay atamadım. Bu bir elbiseydi üzerime tam oturmuştu. Aslında bu elbiseyi sevdim ve isim olarak kabullendim. O günden sonra “Simas” olan adımı terk ederek “Sarıyar” adını künyeme kazıdım. Ben “Sarıyar’ım” diye bağırdığımda bana koşanlara kucak açtım. “Gelin dedim”, geldiler, kendilerine sarı yarlarımdan bolca madenler daha çok da altın madeni verdim. Takı yaptılar benden; boyunlarında, bileklerinde ve parmaklarında taşıdılar beni!
Fatih dönemi erlerinden Sarıer Baba’nın, yaşlılık zamanında Sarıyer’e yerleşmesi ve burada ölmesi, isminin ölümsüzleşmesine neden oldu. İşte o zaman yeni bir isimle anılır oldum “Sarıer”! Bu pek tutmadı ve zamanla değişikliğe uğradım. “Sarıyer” oldum, yazılanlar öyle!
Benim ismim ve geçmişim üzerinde araştırma yapanların kanısı ismimin “Sarıyar” dan “Sarıyer”e dönüştüğüdür. Ben de kabul ettim ve mutlak doğrudur dedim. Çünkü, Sarıyar’larımın verimi bitmiş, artık ne altın sunabiliyordum isteyenlere ve ne de bir başka maden!
Adım “Simas”tır demiştim ya? Simas’a baktım: Helen dilinde Simas’ın karşılığı Sima! Sima’nın anlamı da “Kutsal Ana”, bir başka söylemde Swa-(a)rda “Kutlu/Güzel-Akarsu” veya “Kutlu/Güzel-Su Irmağı” olarak kabul edilmektedir.
İşte o zaman ben: “Simas” olarak adımı Kocataş dağ silsilesinin yamaçlarından çıkan harika kaynak sularından aldım diye haykırıyorum. Bıkmadan usanmadan bağırıyorum “Adım Simas” tır diye!
Ya Sarıyer, onu da unutmuş değilim! O benim her şeyim! Orada yaşıyor, orada çalışıyor, orada hayat buluyorum.
“Simas”, mahalle adı Sarıyer olan semtin antik çağdaki adıydı. Simas’ı geride bıraktık, Aşiyan’dan Kısırkaya’ya kadar olan 151 bin Km2 lik coğrafi alana Sarıyer ilçesi denildi.
Ben ”SİMAS’ ım! Ya “SİZ?” diye soranlara derim ki: Ben “SİZ” isimli dergiyim. Adresim Sarıyer’dir. Bir uçtan bir uca Sarıyer’i kucaklayacak, Sarıyer’i yazıp tanıtacak, önce Sarıyar’ı, sonra Sarıyer’i kabullendik. 15 Mayıs 1930 da İlçenin tescili yapıldı ve Sarıyer’e, Sarıyerlilere hizmet edeceğiz.

Yazan. İbrahim BALCI

11 Aralık 2008 Perşembe

ARA SOKAKTAN ANA CADDEYE

ARA SOKAKTAN
ANA CADDEYE!
Sarıyer, 28.08.2007

Yazan: İbrahim BALCI
Sarıyer Spor Kulübü patika yollardan 1956 yılında Profesyonel olarak kurtuldu ve geniş, temiz, kaldırım taşından asfalta dönüşen sokakta yürümeye başladı. Başarı merdivenlerini adım adım tırmanarak Türkiye Liglerinin en büyüğü olan I. Türkiye Ligine yükseldiğinde ara sokaktan ana caddeye ulaştı.

Sarıyer Spor Kulübü ana caddeye ulaşırken başta o tarihlerde henüz sağ olan kurucuları, yöneticileri, futbolcuları; kar, yağmur, çamur altında lacivert-beyaz renkli futbolcuların peşinden koşan taraftarlarının büyük hizmeti ve emeği vardı. Esnaf dükkanını kaparak maçlara koşuyor; memur izin veya rapor alarak yola koyuluyordu. Balıkçı reisleri iki üç saatliğine denize çıkmıyor, kumcular paydos ediyor, öğrenciler dersleri kırıyorlardı. Yani sokaklara sığmayanlar, ana caddeye çıkıyorlardı. Böyle olmasaydı Şeref Stadında on bin seyirci toplanır mıydı. Vefa Stadında binlerce insan bilet kuyruklarında bekler miydi?

Ana caddede kendinden emin ilerlerken, ülkemizin medarı iftiharı üç büyük kulübümüzü dize getiren lacivert-beyazlı ekibi on binlerce insan izliyordu. Kulübümüzün ve yöneticilerimin amacı ülke dışına çıkmaktı; yani bulvarda yürümekti. Ama bu nasıl başarılacaktı? Sorun burada düğümleniyordu, yöneticiler bu kör düğümü de çözdüler: Yapılan şu idi: Uzun yıllar oynanan ve sonra siyasi olaylar nedeni ile terk edilen Kulüplerarası Balkan Kupası maçlarını başlatmak ve bu yoldan başarıya ulaşıp, bulvara çıkmak. Lig dördüncülerinin katıldığı bu turnuvaya Sarıyer’de katılmaya hak kazanmıştı. Üç kez Lig dördüncüsü olmuş olan Sarıyer’e iki defa bu hak siyasi nedenlerle verilmedi. Üçüncü kez ise yöneticiler başka Eyüp Odabaşı olmak üzere müthiş bir mücadele vererek Balkan Kupası maçlarının oynanması kararanın alınmasını sağladılar.

Kimse ne olmuş yani demesin. Zira Sarıyer 1992 yılında Balkan Kupası Şampiyonu olarak Fenerbahçe’den tam yirmi beş yıl sonra kupayı Türkiye’ye getiren ikinci takım olarak futbol tarihine adını yazdırdı. O Muhteşem kupa günlerce evden eve, elden ele gezdi. Şimdi kulübümüzün müzesinde..

Bunları neden yazdım? Elbetteki bir nedeni var! Nedeni yılgınlık! Şöyle bir açıklama getireyim. II. Türkiye Ligi B Kategorisinde mücadele eden kulübümüz son yıllarda ne denli uğraş verdi ise arzuladığı yaşam ortamını bulamadı. Geçen dönem Yükselme Grubuna çıkmasına rağmen kulübümüzü kaosa sürükleyen nedenlerle başarılı olamadı. Sezon sonu iki ay süre ile genel kurulu toplayamadı. Kaos büyüdükçe büyüdü ve sonuçta kulübün kayyum olayına maruz kalmaması için tarafımdan oluşturulan bir liste ise kongre sabahı yönetime talip olunmuş ve seçilme olayı gerçekleşmiştir. Bunu yaparken amacımız şu idi: En kısa zamanda gereken çalışmayı yaparak kongreyi toplamak ve yönetimi devretmek! Ama olmadı. Meğer bizim ele aldığımız bir bomba idi, her an patlamaya hazır bir bomba! Bombanın patlamaması için her şeyi yaptık ve başardık. Ama esas istediğimizi gerçekleştiremedik. Bunun yeni bir yönetim oluşturmak olduğunu ifade etmiştim. Durup dinlenmeden, dargınlık ve kırgınlık hiçbir şeye aldırmadan, arkadaşlarımla olay üzerine gittim. Uzun yıllardan beri kulübümüzde yönetici olarak hizmet edenlerle görüştüm. Ne yazık ki olumlu bir yanıt alamadım. Efsane Başkan Erdal Aksoy ile arkadaşlarından da bir ışık alamadım. Yüzlerinde gördüğüm, konuşmalarından hissettiğim YILGINLIKTI! Yılgınlık en büyük korku ve hatta hastalıktır. Son yıllarda görev üstlenen yönetici ve başkanlarla temaslarım oldu onların takıntısı daha başka! Kısaca söyledikleri “Hem para vereceğiz, hem küfür yiyeceğiz, var mı böyle .bir şey?” Elbetteki yoktu.

Yılların yorgunluğu omuzlarında tonlarca yük gibi çökse de direnen ve yönetim kurulumuza destek olmaya inatla devam eden Eyüp Odabaşı; “Benden paso, pes ettim” diyeceğim bir dönemde “Yeni bir yönetim bulunana kadar savaşa devam çağrısı yaptı” uymaktan başka çare var mı? Ben bulamadım! Yeni bir başkan ve yeni bir yönetim aramaya devam ediyoruz, edeceğiz! Çünkü Sarıyer Spor Kulübünü ara sokaklara mahkum etmeye hakkımız yok!

İnternet sitelerindeki yazılara yorum gönderen açık kimlikli kişiler ile rumuz kullanan kişilerden pek çoğuna derdimi ve derdimizi anlatamadık. Tekrar açıklıyorum:

BİR: Yönetim kurulu olarak asla kalıcı değiliz, on beş yirmi gün için seçildik ama umduğumuzu bulamadık!
İKİ: Hiç kimsenin direktifi ile hareket etmiyoruz, genel kurul ortamı bulunduğunda hemen toplanacağız!
ÜÇ: Kulübümüze hizmet tüm Sarıyerlilerin görevidir. Herkes biraz olsun elini taşın altına koymalı. Tanıdığı varsa tanıştırmalı, yönetim oluşturulmasına katkı vermelidir!
DÖRT: Hiçbir şey söz ve yazı ile olmuyor; maddiyatın iman olarak kabul edildiği günümüzde Sarıyer Kulübümüzün de maddi güce ihtiyacı var. Bu amaçla yardım kampanyası açtık, katılım çok az, ilginin artması gerekir.
BEŞ: Bugüne kadar olduğu gibi bugün de siyası amaca kulüp alet edilmiyor, edilmeyecek, edilemez de! O nedenle hangi siyasi düşüncede olursa olsun, Sarıyerlilerin, sporseverlerin yapacakları her şey kulübümüzün başarısı için olacaktır.
ALTI: Kulübümüzde kim başkan olmak istiyorsa, kim yönetim kurulunda görev almak istiyorsa; yönetim kurulumuza başvuruda bulunabilir, görev isteyebilir, bu en doğal haklarıdır.
YEDİ: yönetim kurulu olarak görev süremiz gelip geçti. Hala yeni bir yönetim kurulu ve başkan arayışı içerisindeyiz.
SEKİZ: Sarıyerliler, Sarıyer sevdalıları; internet sitelerinde isimli veya rumuzlu yazı ve yorum yazanlar; yerel basın mensupları; kulübümüzden yetişen, milli formayı giyen veya büyük kulüplerde oynayan futbolcular; kulübümüzün diğer branşlarında forma giyen ve iş alanlarında kendilerine yer edinenler; eski ve yeni başkan ve yöneticilerimiz bu kulüp sizin, bizim, hepimizin! Bir araya gelelim, çorbaya gerekli tuzu koyalım!
DOKUZ: Hiçbir güç, hem de ne denli inatçı, hırçın ve kindar olursa olsun kulübümüzü belirsizliğe itemez! Buna güçleri yetmez, hiçbir Sarıyerli buna izin de vermez.
ON: Tekrarı yararlı görüyorum; görev süremiz dolalı çok oldu. Israrla yönetim kurulunda başkan ve üye olarak yer almak isteyenleri görmek, onlara görevi devretmek, kulübümüzü layık olduğu yönetime kavuşturmak istiyoruz.

DUYAN DUYMAYANI SÖYLESİN, OKUYAN OKUMAYANA ANLATSIN!

AH O SARIYER!


05.04.2007
AH O SARIYER!
Yazan: İbrahim Balcı
Simas’tı, Skletrinas’tı, Sarıyar’dı ve nihayet Sarıyer oldu. Burada yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz.
Sarıyer; kışın balıkçı köyü, yazın sayfiye yeri olarak bilindi yıllar yılı, belleklerde böyle yerleşip kaldı.
Kışın günlerce yağan karın yarattığı beyaz örtü; baharın saatlerce devam eden mayıs ve nisan yağmurları ve toprak kokusu…
R. Hisar kale önünden, Duatepe’ye çıkıldığında seyrine doyum olmayan Boğaziçi: Baltalimanı’nda sükun, Emirgan’da bir yudum çay, İstinye koyunda asude hayattı. Yeniköy’de Tatar Kazaklarının bıraktığı korku, Tarabya’da ruhun terapi edilerek yeniden bir yaşama dönüş; Kireçburnu’nda boğazın hırçın rüzgarına göğüs germe, Büyükdere’de Hotel Belle vue de üstat Liszt Frans’dan piyano resitali dinlemek; Piyasa caddesinden Mesarburnu’na doğru volta atmak ve nihayet Sarıyer’de durak yapmaktı!
Ah o Sarıyer! O Sarıyer’in özlemini duymayanlar, o günkü Sarıyer’de hiç yaşamamış olanlardır.
Bülbül sokağına girdiğinde sevgililer, bülbül sesi dinleyecek yerde, kendileri bülbülleşmiş olur, en güzel sözlerle kulak deliklerinden yüreklerinin derinliklerine demir atarlar, dikenli patika ve çalılıkların arasından asfalt yoldan geçer gibi geçerlerdi.
Deniz kenarından tur atanlar; mehtabı seyrederken kendine kendine “Aya Amerikan bayrağını diktiniz/Mehtabında içine sıçtınız” diyen Şekerci İbrahim’in altmışlı yıllarda Amerikalılara isyan edişini dinlerlerdi. Eski Sarıyer’de dostluklarda başka olurdu. Dostluk muydu, kardeşlik miydi, arkadaşlık mı ayırt edilmezdi. Evlerin kapıları gün, gece herkese açıktı. Acıkan çocuk açık kapıdan dalar, “Gel oğlum” diyen abladan nevalesini alır ve yine çelik çomak, uzun eşek veya al cicoz oynamaya koşarlardı.
Ah o Sarıyer! Taşiskele’de limanında; taka, çektirme, alamana, sandal; Saray arkasında sosyoteye kucak açardı! “Sevgililere Sarıyer hamamı” gelin der; Eski Sular caddesinde yeni sözlüler gece geç vakit hem bülbül dinler hem de aşkın doyumsuz ateşini yakarlardı.
Sarıyer’in unutulmazları vardı, attığı her taş çeki taşı ağırlığındaydı. Yeşilçam’da jön olarak kabul edilmediyse de “Taş” şiiri ile Ali Korkut gönüllerde yer buldu kendisine. Bakın ne diyordu Ali Korkut: “Taşlardır beka, taşlardır ebediyet/Taştan başka dünyaya ne bıraktı medeniyet/İnsan ölür, uzatılır musalla taşına/Ve bir taş dikilir başına/Budur insandan dünyaya baki/ Altında bir tarih, üstünde bir fatiha/Ve hüvelbaki.”
Hayret ki hayret; O Sarıyer’den geriye sadece beton yığınları arasında kalan Sarıyer’e Ali Korkut’un dediği gibi bir fatiha okumak kaldı. At arabalarının yerini kamyon, kamyonet, brıçkaların yerini otomobiller; faytonların yerini devasa otobüsler alınca, Sarıyer’in tenha sokakları cehenneme giden yol oldu. Evlerin kapıları çelikten yapılırken, komşu çocukları için açık kapılar temelli kapandı.
Ah o Sarıyer! Özlememek, hafızayı yitirmektir bence! Bisikletle gezen kısa şortlu güzel kızlar ve hanımefendiler gibi serbestçe dolaşan kalmadı! Yalınayak başı kabak kağıt topun peşinden koşan da yok! Bahçeler içinde iki gözlü küçük ama şirin cumbalı evler tarihe karıştı. Hünkar, Kestane, Şifa, Fıstıksuyu, Fırıldakbahçe, Baltalimanı mesireleri kayıp; sadece Çırçır mesiresi direnmeye devam ediyor. Çayırbaşı Bahçeköy yolu üzerindeki mesireler dinlence yeri olmaktan çıktı… Belgrad ormanı mesireleri ise cebi şişkin olanların uğrak yeri!
Ah o Sarıyer! Evet o Sarıyer’deki sosyal yaşam; sahil boyunca dizilen gezi sandalları, rıhtım üzerinde fayton ve brıçkalar yok. Türk sanat müziğinin altın sesleri; Safiye, Hamiyet, Sabite Tur, Zeki Müren, Ahmet Üstün’de isim olarak kaldılar Sarıyer sahillerinde, bir kepçe ile yer ile yeksan edildi Beyaz Park! Sanat kayboldu, sanatkar gitti ise de aynı yer de çay kaldı yadigar! Sahil boyunca devam eden ağaçlar arasından fışkıran; erguvan, mor salkım, mimoza ve katır tırnaklarının renklendirdiği Sarıyer sırtları! Site ve villa adına taş yığını!
Ah o Sarıyer! Hoyrat ellerin yok ettiği yeşillikler, yasemin ve hanımeli çiçeklerinin süslediği ahşap bahçe kapıları da yok! Dostluk, komşuluk hak getire! Üç bin kişilik merkez de kırk bin kişi! Yetmiş bin kişilik ilçede üç yüz elli bin kişi! İşte böyle bir Sarıyer’de eski Sarıyer’i arıyoruz.
Yine de iyi yerdeyiz, yani Sarıyer’deyiz, “O Sarıyer’i” hayal etmek bile güzel!

VAZGEÇEMEDİĞİMİZ SARIYER

Değerli dostlarım,
Aynı amaç için ömür tükettiğimiz kardeşlerdim. Sayın Fikret Canlı ve Benim için 1940 Sarıyerli sporcular Derneğimizin tertiplediği “Vazgeçemediğimiz Sarıyer II” adıyla duyurulan söyleşiye hoş geldiniz, şeref verdiniz.

Bu söyleşiyi düzenleyerek sizinle bir arada olmamıza olanak sağlayan Derneğimiz Yönetim Kuruluna teşekkür etmeyi görev biliyorum.

Şunu da ifade etmek isterim ki Sarıyer ve Sarıyer Spor Kulübü için dev bir isim olan Sayın Fikret Canlı gibi ulu çınarın kolları altında olmaktan çok mutluyum. Bir düşünür derki; “Başarılı olmanız için kendinize bir patron bulmanız gerekir”. Ben de Sarıyer Spor Kulübüne adım attığımda kendime patron olarak Fikret Beyi kabul ettim. Bu kabul bana dernekçilik hayatımda başarılı olmayı öğretti.

Sadece dernekçilik çalışmalarımda değil, dolaylı olarak yazın hayatımda da teşvik ve yönlendirmesiyle destek oldular.

Sayın Canlı kulüpte etkin olduğu dönemlerde, kulübümüz yönetici ve sporcularına çok büyük oranda kültürel katkıda bulunmuştur. Örneğin; hangi deplasmana gidilmişse o yörenin tarihi, coğrafi, sosyal ve kültürel durumları kafilemiz mensuplarına bizzat Fikret Bey tarafından anlatılmış, gerektiğinde yerinde gösterilmiştir.

Rize’de doğdum, Sarıyer’de büyüdüm. Doyasıya havasını teneffüs ettim, suyunu içtim , balığını böreğini yedim Sarıyer’in. Hidayetinbağı’nda kağıt topun peşinden koşarken sizler gibi benim de ayaklarım paralandı, başım yarıldı. Biraz palazlandığımızda Zümrüt Spor isimli mahalle takımımızı kurduk. İşte bu sıralarda Sayın Fikret Canlı ile çok yakın olduk. İşte bu yakınlık beni kulübün içine taşıdı. Arkadaşlarımdan; Sami Canel, Kenan Dereli, Ayhan Erman ve Zihni Atlaş kulübün içindeydiler. Ben de kulübün içinde olabilirim diye düşünüyordum.

Sarıyer Spor Kulübü’nde katıldığım ilk genel kurul, çarşı içinde ve dere kenarındaki İş Bankasının terasında yapıldı. Bu toplantıya katıldım ve dört kişi söz alarak konuştuk: Sami Canel, Şemsettin Erdönmez, Zihni Atlaş ve ben. Belki de genel kurullarda konuşma hastalığımız buradan geliyor!

Arkadaşlar, inanın kendime göre harika konuşmuştum! Kasılarak yürüyordum. Başım sislerin üzerinde idi.

O gün akşam üstü piyasa dönüşü, vapur iskelesi önünde Sayın Kemal Yarar’la karşılaştık. Yanına çağırdı, gittim “İbrahim, daha sakin ol. İleride bu kulüpte yönetici olacaksın, beni hevesli görüyorum, hevesli olanlar iyi yönetici olur…” gibi sözler söyledi. Sanki dünyalar benim olmuştu.

Kulüpteki ilk kaydım 1953 yılında idi. Sonra defterler yenilendi ve 1958 yılında yeniden kayıt oldum. Kulübümle ilgim hiç eksilmedi. Maçlar, transferler, antrenmanlar, puan cetvelleri, genel kurullar… Nihayet 1959 yılında yönetim kuruluna seçildim. 1981 yılına kadar devam etti yöneticiliğim. Ara verdiğimde, asla kopmadım, salon sporlarıyla ilgilendim.

Bu süre içinde dev gibi yöneticilerle çalıştım. Selahattin Yarar, Fikret Canlı, Nazım Özbay,
Fikret Canlı, Celal Demir, Numan Uzun, Erdal Aksoy ve diğerleri…

Tüm zorluklara birlikte göğüs gerdiğimiz arkadaşlar; Kenan Dereli, Sami Canel, Karasakal Taci (Tekgül), Ayhan Erman, Recai Uygur, Kepçe Necdet (Akyamaç)… Sonraları; Adnan Kurt, Ali Canbakan, Peykunt Sezginer, Suat Uysallar, Cemalettin Türkmen, Fuat Saruhan, Eyüp Şengün, Eyüp Odabaşı… Çalıştığım yöneticileri saymaya kalksam toplantı sayım yapmakla biter!

Kulübümüzle her zaman kıvanç duydum. Her zaman mükemmel yönetim kurullarına sahip olduk. Çok yerde “Bakanlar Kurulu gibi yönetim kurulunuz var” sözlerini işittim. Böyle sözden zevk alınmaz mı?

II. ve III. Türkiye Liglerinden sonra I. Türkiye Ligi! Tüm Sarıyerlilerin bir yürek olduğu dönemde şampiyonluğu yakaladık.

Kulübün önünde davul zurna çalarken yanı başımda iki kişi durdu. Bir süre eğlenceyi seyrettiler. İkisinden biri bir şey söyledi duyamadım. Diğer cevap verdi. “Nasıl geldik, nasıl gidiyoruz, Sarıyerli olup çıktık. Allah mahcup etmedi.” Bu şahsın Ahmet Deha Otmar olduğunu sonraları öğrendim. Dostluğumuz devam ediyor.

Ahmet Deha Otmar, Oktay Duran, Metin Kaya Çağlayan, İsmet Acar, Üzeyir Garih, Jak Koen, Mehmet Tuna, Teoman Demir, Dr. Mehmet Salman, Özer Uçuran Çiller, Maral Öztekin, Albert Eluaşvili, Atalay Kaban, Nurettin Çetinkaya, Mustafa Yetmişbir, Mehmet Akdağ, Mithat Vardal, Yetkin Gürsel, İhsan Yalçın, Yusuf Tulün, Salih Acarel, Sedat Özsoy ve diğerleri. İsmini sayamadıklarımdan özür dilerim ve tabii ki Sarıyer Spor Kulübümüze bir nebze olsun hizmet edenleri her zaman alkışlamak gelir içimden.

Her dönem, bazen çok uzun dönemler bazı kişiler kulübü sırtlar götürür. Örneğin; Berber Cahit (Durmaz), Fikret Canlı, Celal Demir, Ömer Sezer, Hasan Danış, Kenan Dereli, Sami Canel, Ayhan Erman, Recai Uygur, Adnan Kurt, Adnan Özcan, Eyüp Şengün, Eyüp Odabaşı gibi… Ben de böyle bir dönemde yükü sırtlamışsam ne mutlu bana.

Yöneticiliğim sırasında her şeyin en iyi şekilde yapılması için çalıştım. Bu arada kulübümüzün tarihini irdeledim. Fırsat buldukça derinleştirdim, araştırdım. Çalışmalarım sonunda Türk Spor tarihine Sarıyer Spor Kulübü tarihi ile ilgili dört, Sarıyer’imizin sosyal, kültürel ve tarihi ile ilgili üç olmak üzere yazın hayatına yedi kitap kazandırmanın zevkine vardım. Kulüple ilgili kitapları yazarken hep sizi yaşadım. Tarihi sporcular ve yöneticiler yaptı, ben yazdım.

Sayın Canlı’nın bir sözünü hep hatırlarım, şöyle der; “Siyasi partilerde çalışacak çok adam bulunur. Kulüplerde çalışacak adam bulmak zordur. Unutma sen kulübçüsün, esas hizmet budur”. Öyle de oldu, her zaman kulübün emrinde kaldım. Bu nedenledir ki kulüple ilgili çalışmalarımda dün olduğu gibi bu günde bütün kapılar bana açık bırakılmıştır. Tabii ki çok mutluyum.

Bana ne kazandın? diye sorulabilir. Hiç düşünmeden kişilik kazandığımı söylerdim. Ayrıca; çok dost kazandığımı, kültür düzeyimin yükselmesinde büyük katkısı olduğunu, geniş ve yardımlaşmayı ön planda tutan çevreye sahip olduğumu, çok yerde açılması zor kapıların açılmasını sağlayan gönül dostları kazandığımı söylerdim.

Bu söyleşi bir yerde anılar paketinin açılmasıdır. Bir kaçına değinmek isterim.

Sarıyer Spor Kulübümüz için:
l) Tabutluktan çıkan takım,
2) Baylıkçıların, börekçilerin takımı,
3) Boğazın incisi,
4) Futbolun okulu,
denilirdi önceleri. Şimdiler de ise;
1) Rantçıların takımı deniliyor.

Söylenenlerin tamamı doğru. İlk dördü kalıcı “Rantçıların takımı” söylemi geçici.İşin doğası da budur. Müteahhidin karı yoksa zararı neden olsun ki. Harç bitti yapı paydos hesabı..

İşin acıklı yanı bir anlatımı hemen hemen aynı ifade ile söylüyorum:. Emlak alım satım işleriyle de uğraşan çok büyük bir inşaatçı yöneticimiz, yönetim kurulu toplantısında kulüp başkanına şöyle demişti: “Başkan, hasta yatağında halledilir. Yap işimizi biz hazırız.” Bu ne demektir, izaha gerek var mı? Bu düşüncelere sahip olmasaydı bu inşaatçı ve emlakçının yönetim kurulunda ne işi vardı?

Tabutluktan çıkan takım ifadesi doğrudur. Zira kulübün kuruluş adresi Sarıbaba Tekkesi’dir. Teknenin bitişiğindeki oda Sarıyer Camiinin tabutluğu idi. Tabutluktan çıkman takım ifadesi buradan gelmektedir. Bu ifadeyle özdeşleşmiş eski bir anıyı da aktaralım:

İkinci Dünya Savaşının en hızlı döneminde İstanbul’da gece karartma vardı. Sokak lambaları, ev lambaları yakılmıyor, evlerde yakılsa da pencerelere siyah perdeler takılıyor veya siyah kağıtlarla kapatılıyordu. İşte böyle bir günde, yazın tüm sıcaklığı gecenin karanlığına çöktüğü bir anda Sarıyer’in renkli isimlerinden Şekerci İbrahim ile Dişçi Hikmet’in aklına gelin müziplik… Saat 23.00 sularında, herkes piyasadan eve dönmekte iken Şekerci İbrahim ile Dişçi Hikmet tabutluğa gidip birer beyaz çarşafa bürünüyorlar, sonrada birer tabut sırtladıkları gibi dışarı çıkıp camiye doğru yürüyorlar. Yoldan geçenler “hortlak var, ölüler canlandı” bağırışları ile sağa sola kaçışıyorlar. Ortalıkta kimse kalmayınca iki kafadar tabutları yerine koyup çıkıp gidiyorlar. Bu olay onlarca yıl Sarıyerlilerin dilinden düşmedi. Ne yazık ki bu iki renkli Sarıyerli ardamızda değil!

Balıkçıların ve börekçilerin takımı ifadesi hala geçerliliğini koruyor. Sarıyer’in balığı da böreği de meşhur.

Boğazın incisi ifadesi de geçerli. Çünkü Sarıyer’imizin güzelliği inkar edilebilir mi? Şunu hatırlatırım; hiç bir ilçe takımı I. Türkiye Liginde 13 sezon var olmamıştır.

Futbolun okulu ifadesi ile gerçek perçinlenmiştir. Zira; Türk futboluna o kadar büyük hizmet verilmiştir ki bunu inkar etmeye kimsenin gücü yetmez. Sarıyer’in yetiştirdiği futbolcuları sayalım isterseniz ‘Sarıyer alt yapısından yetişenler ve Sarıyer’e geldikten sonra milli formayı giyenler): Fikret Kocabal, Mustafa Yürür, Kaya Girgin, Turan Oguş, Erdoğan Ertaul, Ender İçden, Cemil Turan, Eyüp Odabaşı, Oktay Çevik, Fethi Türkeş, Kamil Doygun, Altay Unan, Suphi Soylu, Oğuz Aydoğdu, İsmail Kartal, Alpaslan Kocaacar, Aykut Kocabal, Mustafa Bukan, Osman Yıldırım, Kerem Çekiş, Kerem Menekşe, Engin Erdal, Ervan Güngördü, Hakan Çimen, Metin Karaca.

Bunlara Sarıyer’de oynarken milli olanları da eklerseniz sayı alabildiğine artar. Örneğin; Mustafa Yücedağ, Hamdi Çam, Sercan Görgülü, Esat Bayram, Yaşar Yiğit gibiler.

Sarıyer’e transfer olduktan sonra milli takım formasını giyenler de var. Örneğin: Rıdvan Dilmen, Ali Çoban, Fikret Demirer, Erdal Keser, Selçuk Yula, Saffet Sancaklı, Erhan Aslan, Erdoğan Arıca, Erdi Demir, Hakan Kutucuoğlu.

Bunlara değişik kulüplerde milli olan ve Sarıyer’de oynayan futbolcuları da ekleyebiliriz.Örneğin; Yaşar Elmas, Arif Pırnal, İsmet Yurtsu, Çetin Ünal, Hakan Özkazbek, Adil Tozlu,Yaşar Duran, Soner Tolungüç, Garbis Baklaoğlu,. Hakan Can, Emlin İlhan, Feridun Alkan, Tekin Bilge, Şenol Ulusavaş, Ali Ravcı, Erbil Uzel, Sefer Gezer, Mehmet Yener, Ali Kesik ve diğerleri…

Bir de çok büyük yetenek olmalarına ve Sarıyer forması altında fevkalade maçlar oynamalarına karşın milli formayı giyme şansını yakalayamayanlar var. Örneğin; Mehmet Salih Kalkavan, Mustafa Pırnal, Adnan Özcan, Erdin Yücel, Ahmet Gündoğdu, Mahmut Kocabal, Erdem Acar, Engin Ülker, Cengiz Güzeltepe, Şener Çınar, Rıfkı Soysal, Hayri Ülgen gibiler…

Şunu da unutmayalım Sarıyer’de oynarken milli olan futbolculardan Selçuk Yula oynadığı milli maçta takım kaptanı olarak görev yaptı. Erdoğan Arıca. Cem Pamiroğlu da kaptan olarak görev yapanlar arasında…

Ayrıca iki Sarıyerli arkadaşımız milli takımlarımızda antrenörlük görevi yaptı. Ayhan Erman ve Kamil Doygun. Bu iki arkadaşımız antrenör kursları yöneterek Türk futboluna katkı sağladılar.

İşte arkadaşlarım, böyle olduğu içindir ki Kulübümüze “Futbol Okulu” denilmiştir. Doğrusu da budur. İlk futbol okulunu Sarıyer Kulübümüz açmıştır, hem de iki kez. İlkini Baba Kenan 1956 yılında Pol Amca ile beraber açmıştır. Bu takım iki üç yıl sonra Sarıyer genç takımı olmuş, genç milli takıma iki futbolcu vermiştir (Erdoğan Ertaul, Ender İçden). Bu takım bilahare Sarıyer A takımını oluşturmuştur.

Sarıyer futbol okulu ikinci kez 1971 yılında tekrar açıldı. Önce Hamdi Hürman, sonraları ise çok değerli antrenörler görev yaptı ve hem kulübümüze ve hem de Türk futboluna çok iyi futbolcular yetiştirdiler.

Arkadaşlarım Sarıyer Spor Kulübünde yönetici olmam da belki de şu iki olayın etkisi vardır:

Birinci olay şöyle gelişti; Sarıyer Çağlayan sahasında (eski saha, şimdi ki stadın karşısında idi) Sarıyerli gençler bir araya gelmiş futbol oynuyorduk. Yağmurlu bir hava, zemin çamur.
Sami bir topla bizim kaleye geliyor, ben de kaleci olduğum için pozisyonu çok yakından izliyordum. Sami topu ayağından biraz açınca hemen topa kapaklandım. İşte ne oldu ise o anda oldu, Sami top diye şutunu kafama patlatınca olay zaten belli olmuştu!

İkincisi ise lisans çıkarmam olayıdır. Kaleci Şevket Durak Merhum sakatlanınca ve yedek kaleci de olmayınca bana lisans çıkartmak istediler. Yanılmıyorsam 1951 veya 1952 yıllarıydı. Tescil fişleri dolduruldu, doktor muayenesi oldum ve evraklar tamamlandı. İş kulüp mührünün vurulması ve genel kaptanın imzasını atmasına kalmıştı. Sabah erkenden Emin Dayının Şükrü (Bayraktar) ile Numan Uzun’un evine gittik. Kapıyı çaldık, Numan Bey kapıyı açtı. Ne var? diye sordu. Şükrü anlattı, ben de devam ettim. Ben ağzımı açar açmaz Tokatı suratıma yedim. Üstelik “Top oynayacak yerde okulunu bitir ulan” sitemiyle. Futbolculuk hayatım böyle bitmiş oldu.

Yöneticiliğe nasıl adım attım. Merak edersiniz belki isterseniz anlatayım; 1953 yılı kasım ayları, belki daha sonraki bir iki yıl içinde tam hatırlayamıyorum. Kuma gittik fakat fırtına çıkınca sabaha karşı Rumelifener’den geri döndük. Saat 07 veya 7.30 sularıydı. Taşiskele’ye gelip motoru demirleyip dışarı çıktık. Ben sabahçı kahvesinden bin çay içtikten sonra uyumak için eve giderken karşıma Numan Uzun çıktı. “Gel bakalım” dedi. Gittim. Elinde kocaman bir hurç ve küçük bir çanta. Bu gün Vefa Stadında saat l2.00 de Topkapı ile lig maçı var. Benim işim var gidemiyorum. Hemen sırtlan hurcu maça git. Bunları Baba Mesut’a ver” dedi. O günün şartlarında, gençlerin, yaşlıların kahvesine bile oturamadığı bir dönemde “hayır” demek imkanı var mı? Tabii ki “evet” dedik. Yol parası olarak iki buçuk lira verdi. Yüklenip hurcu vapur iskelesine gittim. 08.30 vapuruna bindim ve Eminönü’nde indim. Oradan tramvaya binip gitmem lazım. O zaman para eksilecek. Sırtlandığım gibi hurcu düştüm yola ve saat ll.00 ‘i çok az gece Vefa Stadına gittim. Futbolcuların büyük çoğunluğu gelmişti. Hurcu ve çantayı teslim etti, kenara çekildi. Takım Kaptanı Mesut Ağabey (Seçen) çağırdı, tabii gittim ve birlikte formaları askılıklara astık. Futbolcular tamam olunca, Mesut abi elime bir yazı verdi. “Bugün idareci sensin, takım burada yazılı oku bakalım” dedi. Reddettimse de dinletemedim ve ilk kez o gün bir yönetici edası içinde ama müthiş bir heyecanla takım kadrosunu okudum. O günkü maçı 2-1 kazandık. Zümrütspordan arkadaşlarım Aziz Termur ile Mehmet Salih Büyükdurmuş’ta o maçta oynamışlardı. Yöneticiliğe bu maçla adım attım denilebilir.

Bunca yıl yönetici olarak görev yapanların elbette ki sayısız anısı vardır. Bir kaçını sizinle paylaşmak isterim.

1960 İhtilali nedeniyle tüm eğlenceler ertelenmişti. Tabii ki futbol maçları da. Bir süre sonra maçlar serbest bırakıldı. Ancak, İstanbul’da oynanacak musabakalar İstanbul dışında oynamak şartıyla. Bu nedenle 1959/1960 sezonu lig maçlarının son iki maçını Sakarya’da (Adapazarı) oynadık. İlk maçımızda Yedikule Emniyet’i fevkalade bir oyundan sonra 5-0 mağlup etti. O maçta Küçük Doğan hem çok güzel oynamış ve hem de iki gol atmıştı. Ondan sonraki hafta yine aynı sahada Hasköy ile karşılaştık. Maçın hakemi, oyun içinde arkadaşı ile konuşan Oktay.’a yoktan yere oyundan ihraç etti. İkinci yarıda oyuna çıkarken kapta baba Kenan hakeme “Hocam, Oktay atılacak ne yaptı?” diye sorunca, hakem hırsla dönüp “Sen de çık” dedi. Kenan homurdanarak çıkarken Ayhan Erman saha içinde sırıtarak gülüyordu. Bu gülüşe tahammül edemeyen hakem Ayhan’a “Sen de çık” diye bağırdı. Ayhan da oyundan çıktı. Sarıyer sahada sekiz kişi kalmıştı. Rakip on bir kişi. Müthiş bir mücadele oldu. Bu maçı Börekçi Ahmet ve Necip’in golleri ile 2-0 kazanırken, maçın kahramanı en az on onbeş gol kurtaran kaleci Rıza idi. Ne var ki alkışlanan Necip’ti. Necip çılgınca alkışlanıyordu. Tabii ne olduğunu anlamakta güçlük çekmedik. Çünkü, seyirci geçen hafta 10 numaralı forma ile Doğan’ı alkışlamıştı. Bu maçta 10 numaralı formayı ise Necip giyiyordu. Seyirci Necip’i Doğan zannederek alkışlıyordu.

Kulübümüz her zaman bilhassa mali yönden hesaplı hareket eder. Kulübümüzün parası az ve kıymetlidir. Sadece Fikret Bey değil, diğer idareciler de kulübün parasını düşünür. Tabii malzemeci İzzet’ de. Nitekim Afyon deplasmanına giderken (1966/67 olacak) öğle yemeğini Bozüyük’te yedik. Yemeği yiyenler kasaya gidiyor ne yediğini yazdırıyor, hemen kasanın yanında oturan Fikret Bey de çetele tutuyor. Sıra malzemeci İzzet’e geldiğinde, İzzet kulübünü çok düşünür ya masraflı olmamak için yediğini değil, ezberlediğini söyler. Makine hızı ile Kuru fasulye, pilav, komposto, der. Kasadaki patron şaşkın, hiç kimse üç kap yememişti! Ama bir kişi çıkıyordu işte… O an da Fikret beyin sesi duyuldu. “İzzet gel bakalım” diye bağırdı, ne yediğini sordu, İzzet aynı şeyleri söyledi. Kulübün hakkını yedirmeyen Fikret Bey, lokantacının hakkını yer mi? Hemen gerekli ödemeyi yaptı.

Ankara’ya Altındağ maçına gittik. Turgut Sağ ayak tabanından sakat. Baba Kenan mutlak oynamasını istiyor. Evde konuşurken rahmetli Annem “hava cıvayı balmumu ile eritin ve uzun bir bez bandaj veya patiskayı eriyen hava civaya batırın. Biraz soğuduktan sonra ayağın ağıran yerine sarın (bandaj yapın), ağrı geçer” demişti. Ankara’ya vardığımızda Suat Uysallar karşıladı bizi. Cengiz otele yerleştikten sonra düştük yollara hava cıva arıyoruz. Hangi aktara gidiyorsak soruyoruz hava civa var mı? Diye. Sorduklarımızdan kimi küfrediyor, kimi dalga mı geçiyorsunuz? Diye soruyor, Kimi de dalgasını geçiyor “hava cıva yok, minare gölgesi var” diye. Son uğradığımız aktar “var var davul tozu var” diye sitem etti. Biz arayıp dururken Ulus’taki hale gittik. İlk uğradığımız dükkan hakem Nihat Özbirgül’ün dükkanı oldu. Suat’ı tanıyor, sorduk var dedi. D ur umu anlattık yeteri kadar alıp otele döndük. Otel sahibi Satılmış beyden izin alıp mutfağa gittik ve bir kap içine hava cıvayı koyup erittik. Anam sen misin er iyen müthiş b.ir duman korkunç bir koku. Oteli öyle bir Duman sardı ki bizden başka kimse kalmadı içerde. Netice de biz Turgut’un ayağını sarıp sarmaladık . Turgut yattı. Sabaha karşı ölysesine canı yanmış olacak ki, benim odamın kapısını yumruklamaya başladı. Kalkıp açtım, Turgut “yandım Allah” diyor başka bir şey demiyor. Ayağı müthiş sancıyormuş, zongluyormuş. Hemen bandajı çözdüm ve gidip yattı. Sabah maç yemeğine geldi, nasılsın dedik “İyiyim” dedi ve Kenan’ın istediği doldu, maça çıktı her hangi bir sancı, ağrı duymadı an maçı bitirdi. İstanbul’a dönerken yine hafifte olsa ağrısı başladı. Pazartesi sabahı kendisini Baltalimanı hastanesine götürdüm Rahmetli Sinan Çırçır rontgen filmini çekti. Dr. Baki Atatimur’a götürdük, hastanenin rontgen mütehassısı, aynı zaman da Selahattin Yarar’ın eniştesi. Filmi aldı baktı ve “Siz idareciler katilsiniz, adamın ayak tarak kemiği kırık nasıl oynattınız” diyerek bizi azarladı.

“Sasırdım Bahriye” neden bu lakap takıldı?
Beykoz sahasında Beykoz ile oynadığımız bir özel maçta, ters bir vuruşla kendi kalesine gol atan Bahriye takım arkadaşı “Ne yaptın yahu?” diye bağırdı. Bahri mahcup ama sakin “Sasırdım” dedi ve lakabı “Sasırdım Bahri” olarak kaldı.

Sasırdım Bahri futbolu seven ve futbola doyamayan bir insandır. Profesyonel Sarıyer takımında bir sezon tescilli kaldı (1956/57) ve son lig maçında oynadı (Karagümrük maçı). Yeni sezon transfer çalışmaları yapılırken kulüp bulması söylendi kendisine. Bahri kulüp ararken, arkadaşlarından Salim Emanet muziplik düşünür ve Sasırdım Bahri’nin adresine şöyle bir mektup gönderir: “Yarın Sabah Rumelihisar Kulübünde ol, seni transfer etmek istiyoruz. Reşit Gürzap”. (Reşit Gürzap, malum devrin en ünlü tiyatro ve film sanatkarı). Bahri Rumelihisar kulübüne gider kimse ilgilenmez döner,. Bu gidip gelmeler birkaç gün devam edince, kulübün yöneticilerin olup Bahri’yi de tanıyan Kamyoncu Hikmet “Bahri gel seni Rumelihisar’a alalım” der. Bahri “zaten onun için geldim” der ve mektubu verir. Hikmet mektubu okur renk vermez. Olay Sarıyer’de duyulur yıllarca konuşulur durur. Netice de Bahri de R.Hisar Kulübüne transfer olur ve on yıldan fazla bu kulübün formasını sırtında taşır.

Tabii ki anılar bitmez. Anılar demeti açıldığında peşi sıra gelir, sıraya dizilir. İşte 7 numaralı formanın macerası.

Fikret Canlı Bey, kulübün üç şeyine titizdir. Parasına, lisansına ve formasına. Parasını çar çur ettirmez. Formalara temiz bakılmasını, lisansların kaybedilmemesini ısrarla tembih eyler. Hasköy lig maçına gideceğiz. Fikret Bey erkenden malzemeci Şevki Baba’ya gidip formaları hazır etmesini, noksansız getirmesini tembihledi. Şevki baba kurumak için şifa suyunda ağaçlara astığı formaları topluyor ve malzeme hurcuna koyuyordu. Fikret Beye de “merak etmem hepsi tamam” diyordu. Şeref Stadına maça gittik. Odaya yerleştik, Şevki baba formaları askılığa astı. Bir forma eksik. Baktık 7 numaralı forma yok. Bir telaş, bir telaş, ara tara yok, bulamıyoruz. Fikret Bey korkusu, ne yapacağımızı şaşırdık. Çaresi yok, gidip Beşiktaş malzemecisi Mustafa amcadan bir takım forma isteyeceğiz. İsteki, bir takım forma aldık. Tabii Fikret bey küplere bindi, maçı 3-0 kazandık. Maç sonu Fikret Bey, Ben ve Şevki Baba Şifa suyuna gittik. Bir de ne görelim 7 numaralı forma ağacın dalında asılı. Tabii Fikret Bey gerekeni yaptı. Şevki babanın işine son verildi. İzzet Atvur bu olaydan sonra Sarıyer’ kulübünde malzemeciliğe başladı.

On iki kişi oynasınlar! Bu da müthiş bir olay, anlatayım, siz de dinleyin.
Başkan Karasakal Taci, Şop Cengiz’i çok sever (Düzce’den aldığımız santrafor). Her maçta oynatılmasını isterdi. Bir maçtan önce genel kaptan Recai Uygur’a “takım nasıl çıkıyor? Diye sordu. Recai takımı okudu, Şop Cengiz yok! Taci şöyle bir havalandı ve “takıma Şop’u da koy” dedi. Recai “çocuklar soyunuyor, takımı okudum, değiştiremem” deyince Karasakal Taci patladı: “Ben sana oynat diyorum. Bizim takım l2 kişi oynasın olsun bitsin” dedi.

Teyfik’i ileri al!
Şeref Stadında çamur bir havada Beylerbeyi ile oynuyoruz (l961/62 sezonu). İlk devre 0-0 sona erdi. İkinci devre başladı yine gol yok. Karasakal Taci “Balcı git Recai ile Gazanfer hocaya söyle Tevfik’i santrafora alsınlar. Gol attıktan sonra yine geri çekerler” dedi. Ben de deniz tarafındaki tribünde yağmur altında Duran Recai’ye Taci’nin isteğini söyledim. Onlarda istenileni yaptı ve arka arkaya 4 gol yiyerek sahadan 4-0 mağlup ayrıldık. Maç sonrası Recai ile Taci tartıştılar. Taci hazır cevap ve rahat “Benim dediğimi yapmasaydınız. Size denize atlayın deseydim atlar mıydınız” diyerek olaydan sıyrıldı. Ama gülerek ilave etti “Balcı da size söylemeseydi”. Yediğimiz dört golle kaldık.

Ahlak mı, enayilik mi?

Lider Beyoğluspor ile maçımız var. Salı, Çarşamba ve Cuma günü antrenman var. Santrafor Süreyya Saraç Çarşamba ve Cuma günleri Dendrometri tatbikatı olduğu için antrenmana katılamayacağını bildirdi. Gazanfer hoca ısrar etti.Israr anormal boyutlara ulaşınca Süreyya “Peki geleceğim” dedi. Ben de Orman Fakültesi’nde Orman Hasılatı ve Dentrometri Kürsüsünde çalışıyorum, yoklamaları ben yapıyorum. Süreyya üç antrenmana gitti, yoklamaları yaptım ve kendisini mevcut gösterdim. Maçı oynadık ve Süreyya’nın kafa ile attığı golle maçı 1-0 kazandık, yani lider’i devirdik (1961/62 sezonu). Prof. Dr. Muharrem Miraboğlu dersten vize alanları ilan etti. Süreyya kendisini vize alanlar içinde görünce kürsüye gelip hocaya çıktı ve durumuna itiraz etti. “Ben vize almadım, bana ayrıcalık tanınıyor, benim durumumda vize alamayan arkadaşlar var” dedi. Hoca şaşırdı, ben kem küm etti. Yoklama cetvelini hocaya götürdüm, baktı “işte vize almışın” dedi. Süreyya “Almadım, hocam vize almadım, ben o sınava girmem” dedi ve çıkıp gitti. Hoca, benim kulüpte yönetici olduğumu v e Süreyya’yı idare ettiğimi tahmin ediyordu. Gerçekten Süreyya, Dendrometri sınavına girmedi ve bir sınav dönemini kaybetmiş oldu. Sonraki dönem eksiğini tamamlayarak sınava girdi ve kazandı. İşte bir doğruluk timsali insan!
Başarı dilemek de ne demek!

Sarıyer-Taksim maçı Sarıyer takım kaptanı Kenan, Taksim’in ki Varujan. Bu iki isim iki kulübün “baba” lakaplı futbolcuları. Kenan önde soyunma odasından çıktı, yandaki odadan rakip takım çıktı. Önde Varujan, Sarıyer takımına doğru yöneldi ve “Baba, başarılar” derken Baba Kenan patladı “ne başarısı be, oynayan kazanır, er meydanı burası” diye bağırdı. Varujan ne olduğunu bile anlayamadı, eli havada kaldı. Maç müthiş bir maç oldu. Sarıyer 2-1 kazandı. Oyundan atılan Tevfik tribünlere çıkıp, rakip taraftarlarla kavga etti. Ertesi günü Spor Gazetesi şöyle yazıyordu: “Sarıyer-Taksim maçını Sarıyerli 6 numaralı futbolcu yönetti”
6 numaralı futbolcu, Sarıyer takım kaptanı rahmetli Baba Kenan’dı.

Karınca ezmedim!
Bir deplasmana gidiyoruz. Sabah güneşi şoförün üzerine çökmüş, gözleri kapanıyor. Hemen konuşmaya başlıyorum uyumasın diye. Aklıma ne gelirse soruyorum. Bu arada “sabah uykusuzluğu zordur” deyince şoför patladı. “Ne diyorsun be. Ehliyet aldığımdan beri karınca bile ezmedim” sözü bitmeden bir hindi sürüsünün içine daldık. Yüzlerce hindi, ezilip gitti. “E, ne oldu şimdi deyince” cevabı patlattı: “Adamları ezmedik ya!”.

Hasılat 34 lira!
Antalya’daki lig maçını 0-0 bitirdik (1966/67). Maçı yedi sekiz bin seyirci izledi. Maç sonunda Antalya bölgesi muhasebe görevlisi 34 lira hasılat getirdi bize ve makbuzunu istedi. Fikret bey itiraz etti, ben itiraz ettim, Kenan bağırıp çağırdı, değişen bir şey yok, makbuzu kesin verin dediler. Başka çare yok, 34 liralık makbuzu kesip verdim ve bana verdikleri zarfı da lisans çantasına attım. Antalya’dan ayrıldık, bir iki saat sonra aklıma geldi, çantadan zarfı alıp açtım. Bir de ne göreyim bir tomar para. Fikret Beyle beraber saydık iki bin dört yüz lira (2.400.-). Demek ki hasılattan saklanan para idi. Paraya dokunmadık. İki gün sonra mutemet geldi. Durumu izah etti, “bana acıyın, maaşımdan kesecekler dedi”. Biz paraya hiç dokunmamıştık. Sami Canel, Fikret Canlı, Baba Kenan bir dörtlü telefon trafiğinden sonra parayı adama geri verdik.

Spor Toto idaresi de şaşırır!
Parasızlık nedeniyle sık sık Spor Toto idaresine yazı yazar ve oynadığımız maçın parasını isterdik. Bazen oynadığımız bir maçın isim hakkını alabilmek için iki üç mektup yazdığımız olurdu. Bir defasında anormal bir şey oldu ve bir hafta içinde iki kez l.500 (bin beş yüz lira) olmak üzere 3.000.- (üç bin) lira aldık. Yanlış hesap bir yıl sonra düzeldi ve fazla ödeme isim haklarımızdan kesildi.

Yönetici özverili olmalıdır. Yönetici ikna edici olmalıdır. Yönetici kendisine saygı duyulmasını temin etmelidir ve nihayet yönetici genç sporcuları duygularıyla etkilemelidir!

Balcı Ağabey “Sen ölürsen cenazen çok kalabalık olacak” diyen bir futbolcu kardeşimiz bir ayrana bir sezon Sarıyer’de futbol oynadığını söyler. Bu K. Eyüp’tür. Bir diğeri, “gittim Feriköy adına muayene oldum, fiş doldurdum, Balcı ağabey muayene kağıdını alıp yırttı ve denize attı, bir yıl daha Sarıyer’de kaldım” der. Bu futbolcu kardeşimiz de Suphi Soylu’dur.. Haklıdır ikisi de… K. Eyüp, Şener Çınar ve Baygın Yusuf (Dalgıç), bu üç kafadarı kumsalda gördüm. Kepçe Necdet’in kahvesi önünde bir süre oturduk, soğuk birer ayran ısmarladım. Hepsi bu tabii yaptığım, ayran bitene kadar onlara Sarıyer’den ayrılmamaları konusunda telkinde bulunmak. Üçü de takımda kaldı. Bu olayı unutmayan K.Eyüp, her seferin de “Bir ayrana bir yıl top oynattılar bana” der ve devam eder “Balcı ağabeyin cenazesi kalabalık olacak, kandırdığı futbolcular da gelecek, iyilik yaptıkları da, kötülük yaptıkları da”.

İlk yönetici olduğum sezonda (1959/60), Selahattin Yarar takımı bırakınca, mali olanaksızlık nedeniyle 13 as futbolcuyu kaybettik. Bu futbolculardan biri de 1999 depreminde kaybettiğimiz Münhacettin Barut’tu. Sözleşmesinin feshi için toplantıya geliyor ve Feriköy’e gideceğini söyleyip çok az bir para ile sözleşmesinin feshini istiyor. Saatlerce sürüyor pazarlık ve sonuçta sinirlenen Münhacettin “Miskalle altın mı tartıyorsunuz?” diye bağırıp dışarı çıkıyor. Evet, bir kuruş aşağı inilmiyor ve kulübün hakkı sonuna kadar korunuyor,. İstenilen para alınıyordu.

Beni almak zorundasınız!
Bazı futbolcular vardır, kendilerini zorla transfer ettirir. Buna rağmen yöneticiler mahcubiyet duymaz. Bu tür olaylarda mahcup olsa zaten yöneticilik yapamaz, yapsa da başarılı olamaz. İşte bir örnek.

1973 temmuzsunun ortalarında Emirgan Spor Kulübü Genel Kaptanı Rüstem Pur, kendi takımında oynayan orta saha elemanı Mehmet Orman’ı getirdi ve “bunu transfer edin, çok iyi futbolcu, bana inanın. Beşiktaş’a gitti, beğendiler. Fakat kafasına girdim, alıp getirdim” dedi. Durumu Kenan’a söyledim. “İhtiyacımız yok” dedi ve geri gönderdik. İki gün sonra Rüstem iyen geldi, ısrarla Mehmet’i transfer edin diyor. O istiyor, biz atlatıyoruz. Son üç dört gün artık kulüpte yatar hale geldiler. Temmuzun son günü yine geldiler. Saat da hemen hemen l5.00 gibi hayli ilerlemiş. Rüstem kapıdan girdi ve “İbrahim Abi ben bütün evraklarını hazırladım. Sizin bir mühür vurup, imza atmanız kaldı. Bonservisini de verdim, artık işi bitir” dedi. “Bu iş olmaz” dedim yine kurtulamadık. Vakit geçiyor, bölge kapanacak, ter içindeyim, kaçıp gitmek istiyorum. Birden futbolcu Mehmet hareketlendi ve masaya yumruğunu vurarak, göz yaşları içinde “beni almaya mecbursunuz, ben Sarıyerliyim, beni almak zorundasınız” diye bağırmaya başladı. Canım sıkıldı, ağlar duruma geldim, dayanacak halim kalmadı ve “Transfer parası verecek gücümüz yok, maaş falan veremeyiz” dedim. “Beni alın hiçbir şey istemiyorum, ben oynamak istiyorum diye bağırdı”. Belgeleri aldım Rüstem’den, Baba Kenan’la göz göze geldik, sinyali verdi ve muamelesini tamamladım. Rüstem özel otosu ile evrakları bölgeye yetiştirdi, transfer de gerçekleşmiş oldu. Antrenmanlarda fevkalade görünen Mehmet, Sarıyer sahasında Beşiktaş ile oynadığımız hazırlık maçını 2-1 kazanırken harika bir futbol oynayınca, Mehmet’e hem Beşiktaşlılar talip oldu ve hem de baba Kenan “Balcı, Mehmet’i profesyonel yap, kaçırmayalım” dedi. Olacak iş mi bu! Bu kez biz akla gelen her türlü baskıyı yaparak profesyonel olmasını sağladık ve 500 lira peşin para verdik, yıl sonuna kadar 2.500.- liraya tamamladık. Aptal Mehmet lakaplı, Mehmet Orman, kendisini zorla transfer ettiren, zorla kabul ettiren ve de kulübüne 500.000 (beş yüz bin) lira para kazandırdı

İtiraf!
Şunu da itiraf etmekten çekinmiyorum. Yöneticiliğimiz sırasında “Her şey kulüp içindir” anlayışı ile hareket ettik. Sporcu kardeşlerimizi kulüp yararına istismar ettik. Duygu sömürüsü ile amacımıza ulaştık. Unutmayınız, o günün koşulları öyle gerektiriyordu. Hep öyle yaptık. Mesela, beni çok seven bir futbolcumuzu Kenan ikna edememiş. Kenan “Balcı, bu çocuk Nuh diyor peygamber demiyor, şunla bir konuş, verdiğimiz parayı kabul etsin” dedi… Ertesi günü futbolcuyu çağırdım, konuştum, gerçekten çok titiz, inatçı ve tedirgin. “Rahat olmasını, ve öğleden sonra toplantıya gelmesini söyledim. Ama düşünerek gel, ya evet veya hayır diyeceksin” dedim. Toplantıya girdik, futbolcu arkadaşımız da geldi. Baba Kenan ise, istediğini yapmayan futbolcunun toplantıya geleceğini duyunca toplantıya katılmadı. Futbolcu geldi ve oturdu. Oturur oturmaz sordum “Ne diyorsun, kabul ettin mi?” diye sordum. Cevap vermeyince ben devam ettim: “Evet demediğine göre seni bu camiada terbiye edememişiz demek, terbiyesizlerin bu kulüpte işi yok, defol git” diye sitem ettim. Onuru kırılan futbolcumuz, ağlamaklı “imzalıyorum, isterseniz hiç para vermeyin” deyip imzayı bastı ve kulüpte kaldı. Bu yaptığım düpedüz duygu sömürüsüydü ve ben kulübüm adına başarıya ulaşmıştım. Bu futbolcumuzun kim olduğunu merak etmiyor musunuz. Bu futbolcumuzun adı Erdem Acar’dır.

Serde Beşiktaşlılık var ya!
Kulübümüzün bir işi için Beşiktaş Kulübüne gitmiştim. Kulübe gelmişken Süleyman Beyi de göreyim dedim. Sekreterinden randövü istedim, hemen içeri aldı. Bir süre sohbet ettikten sonra, kulüp müdürü Şevket Yorulmaz (merhum) odaya girdi ve Süleyman Beye hitaben “Başkan, aidat yatırma işi hemen hemen yarı yarıya, tedbirli olmamız gerek, isterseniz üye kayıtlarını yapalım” dedi. Süleyman bey “kalsın, tekrar görüşürüz” dedi. Süleyman Beyin yanında Divan Başkanı Ahmet Paftalı (Merhum) ile Metin Keçeli de vardı. Süleyman Bey çok eskiden beri tanıdığım ve saygı duyduğum bir insan ve takdir ettiğim bir yöneticiydi. Hatta, İnönü Stadının açılışındaki ilk maçta İsveç, takımlarından AEK maçı idi yanılmıyorsam. Maçın ilk golünü atan Süleyman Beydi ve maçtan sonra kendisini beklemiş çocuksu heyecanla kendisini tebrik etmiştim. O günden beri de yakınlığımız devam ediyordu. Ben Sarıyer yöneticisi olduktan sonra bu yakınlığımız çok daha ileri gitti. İşte bu yakınlık ve samimiyetten cesaret alarak kendisine “Üyeye ihtiyacın varsa kaydımı yapınız” dedim. Zira biz (Sarıyer S.K. nün l978/79 genel kurulu için 20-30 Beşiktaş kulübü üyesini Sarıyer’e üye yapmıştık). Süleyman Seba, Beşiktaş Kulübü Divan Kurulu Başkanı Ahmet Paftalı ve Yönetici Metin Keçeli’nin yanında “Balcı, sen Sarıyerli İbrahim Balcı’sın, yine öyle kal” dedi.

Aziz kardeşlerim, şüpheniz olmasın, zaten öyleydim, hala öyleyim, öyle de öleceğim. Süleyman bey benim yaptığım duygu dolu espriye , çok büyük olgunlukla daha büyük bir espri ile yanıt verdi onu sizinle paylaşmak istedim.

Arkadaşlarım tabii ki daha pek çok unutulmayacak anılar var. Zamanı gelince demet demet sunulur dinleyenlere. Bazı anılara şöyle bir değinelim;

Engin Ülker’in Türkiye penaltı yarışmasında Türkiye ikinciliği. Bir süre sonra Can Tüysüz’ün aynı yarışmada Türkiye Birinciliği sonra da Dünya ikinciliği. Kulübümüzün İstanbul Profesyonel Mahalli I. Lig Şampiyonluğu, II. Türkiye Ligi, III. Türkiye Ligi Şampiyonlukları, I. Türkiye liginde üç kez elde edilen dördüncülük gibi harika dereceler ve nihayet Balkan Kupası şampiyonluğu. Hele, hele Shell firmasının Galatasaray ile ortaklaşa düzenlediği kapalı salon futbol turnuvasındaki ikincilik, yabancı ülke takımlarına karşı alınan galibiyetler elbetteki unutulamaz.

Arkadaşlar, çok doğru bir isim buldunuz “Vazgeçemediğimiz Sarıyer” diye!
Dünkü Sarıyer’i özlüyor, bu günkü Sarıyer’i seviyoruz. Salih Acarel Paşanın dediği gibi; beş kalesi, bir kulesi olan başka bir ilçe yok. Biz şöyle diyoruz; Sarıyer’imizin beş kalesi, bir kulesi, üç su terazisi, bir gözetleme evi, bir arberatumu, üç su bendi, bir su kemeri, yüzlerce kaynak suyu, binlerce dönüm ormanı, binlerce insanı kucaklayan plajları, bin bir çeşit balığı, en son teknoloji ile çalışan balıkçıları ve semtinden vazgeçemeyen insanları ile Sarıyer bizimdir, bizim olacak. O nedenle biz Sarıyerliyiz diyoruz.

Dostlarım bizi sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim, sağ olun, var olun, iyi yarınlar hepimizin olsun.

(1940 Sarıyerli Sporcular Derneği’nin düzenlediği “Vazgeçemediğimiz Sarıyer II” adıyla düzenlediği gece Sarıyer Kültür merkezinde yapılmış olup, geceye Av.Fikret Canlı ile Ben (İbrahim Balcı) konuşmacı olarak davet edilmiştik. Eski Sarıyer fotoğrafları ve Sarıyer Spor Kulübüne ait enterasan fotoğrafları kullanarak sergi açmış, sonra da konuşma yapılan salona geçtik. Önce Av. Fikret Canlı, sonra da ben yukarıdaki konuşmayı yaptım.)

SARIYER SPOR KULÜBÜ İLE PANEL

Dernek Başkanı Abdullah Haşhaş’ın açış konuşmasını takiben söz bana verildi. Panel giriş konuşmasını ben yaptım ve sözü Sayın Fikret Canlı’ya bıraktım.

Sarıyer Spor Kulübü Taraftarları ve Sarıyer’de Spor Kültürünü Yaygınlaştırma Derneği’ mizin tertiplediği bu sohbet toplantısına konuşmacı olarak davet edildiğim için mutluyum. 10.11.1990 tarihini unutmayacağım, zaten unutulmasına imkan yok. Zira büyük Ata’mızı bugün kaybettik. Birkaç saat önce saygı duruşunda bulunduk ve bur aya geldik. Ayrıca bugün, derneğimizin tertiplediği “SARIYER SPOR KULÜBÜ PANELİ” Sarıyer’de bir ilk olduğu için ve konuşmacılardan biri de ben olduğum için bugünü unutmayacağım. İlk konuşmayı Sayın Fikret Canlı yapacak, lütfen dinleyelim.

Sayın Fikret Canlı’nın konuşmasından sonra bana söz verilmesi, tabii ki manidar, yahut ben öyle addediyorum. Çünkü, Sarıyer Spor Kulübü ile ilgili bilgi birikimi Sayın Canlı’dan başka yeteri kadar çok az kişide vardır. Benim tercih edilmem, konu ile ilgili araştırma yapmam ve bir kitap yayımlamış olmamdan kaynaklandığına biliyorum, bu konu da memnuniyetimi ifade ediyorum.

Sayın Canlı, kulübün kuruluşundan bugüne kadar ki geçmişini kısaca özetledikten sonra “Çok noksanımız oldu. Çünkü kulübü yaşatmakla kaldık. Dönemimizde tesis sorununa eğilemedik. Çaba sarf ettikse de başarılı olamadık. 1969 yılı ve sonraki yıllarda gelen yönetim kuruluları çok başarılı hizmetler vererek tesis konusunda kulübümüzü imrenilen bir kulüp haline getirdiler. Ben kulübümün amatör ligden profesyonel lige çıktığını, bu ligleri başarı ile geçerek I. Türkiye Ligine yükseldiğini, bu ligde büyük başarılara imza attığın gördüm. Bu bana yeter. Benim için önemli olan Sarıyer Spor Kulübü bayrağının kulüp tesislerinin önünde dalgalanmasını görmektir. En alt kümeye bile düşsek, o bayrak direkte kaldığı ve dalgalandığı sürece ben mutlu olacağım” diyerek konuşmasını tamamladı.

Sayın Fikret Canlı’dan sonra ben söz aldım.

Kardeşlerim, tertiplediğiniz panele konuşmacı olarak beni de davet ettiğiniz için mutluyum. Derneğin yöneticilerine ve dinleyicilere teşekkür ederim. Bu tür toplantıların devam etmesini de ayrıca dilerim. Tabii ki Fikret Bey ile aynı panelde konuşmacı olmaktan da kıvanç duyduğumu belirtmeliyim.

Arkadaşlar, kulübümüzü kuranlardan hayatta kaç kişi kaldı. Yine ilk futbol takımında oynayan veya ilk yıllarda yönetim kurulunda görev alanlarda hayatta kaç kişi var? Parmakla sayılacak kadar az. Bu demektir ki dün çok genç olan kulübümüz yaşlanmaktadır. Kurucularını ilk takımda oynayanları kaybetmektedir. O halde ne yapmalıyız? Diye bir suali kendimize sorarsak, yanıtı kendiliğinden gelir. Kulüple ilgili anıları toplamalı, kulüpte sorumluluk almış olanları bu tür toplantılarda konuşturarak kulüp için bir arşiv oluşturulmalıdır.

Kulübümüzü kuranların ellerindeki bayrak bugün başka ellerde taşınmakta, direklerde dalgalanmaktadır. Bu az bir değişim değildir. Yani kulübümüz harika bir şekilde yaşatılmıştır. Yaşatılmaya devam edilmektedir.

Arkadaşlar, ben biraz gerilere giderek bugüne geleceğim. Kulübümüzün 1920 li yıllarda aynı isimle ama çok az değişikliklerle var olduğunu tespit etmiştik. Örneğin Sarıyer Gençler Cemiyeti, Sarıyer Gençlik Mahfeli gibi. Sonuç da Sarıyer Gençlik Kulübü’nde karar kılınmıştı. Kulübümüz gençlik kulübü olarak kuruldu, ancak ağırlığı futbola verdi. Zaman zaman futbol dışında hentbol, voleybol ve basketbol ile ilgilenildi ise de esas ağırlık her zaman futbolda oldu. Kulübün kuruluş yıllarında iki kez I. Lige yükselme şansını final maçlarında kaybetti. Böyle bir şans bir daha uzun yıllar elde edilemedi. Profesyonelliğin 1952 da kabulü üzerine, 1956 da Profesyonel İstanbul Mahalli Ligi kurulması kararına ilk uyan Sarıyer oldu ve kulübümüzün kurucularından Kemal Yarar’ın beyin yatırdığı on bin liralık teminat ile profesyonel oldu. Hala bu teminatla kulübümüz profesyonelliği devam ettirmektedir.

Kardeşlerim profesyonelliğin kabulü ile yine güçlü kadrolar kurdu Sarıyer. Üç sezon arka
arkada (1956/57, 1957/58, 1958/59) şampiyonluk mücadelesi verdi, fakat bir türlü mutlu sona ulaşamadı. Hem de kurulan efsane kadrolarla. Bu kadrolarda kimler vardı: Baba Kenan, Ayhan Erman, Münhacettin Barut, Kaplan Öğretmen, İbrahim Pırnal, İbrahim Demirtaş, Mehmet Bayraktar (Deli), Rıza Küçükerol, Gürbüz Patır, Zülfikar Çotuk, Yüksel K. Sayan, Kıbrıslı Hüseyin, Çetin Ünal, Yılmaz Gökdel, Şevket Çelikkol, Baba Dursun, Turan Oguş, Kaleci Yücel, Şevket, Küçük Doğan ve diğerleri…

Üç sezon arka arkaya istenen elde edilemeyince efsane Başkan Selahattin Yarar ve arkadaşları görevi bıraktılar. Eski yönetimden sadece Fikret Canlı, Celal Demir, Numan Uzun ve Sami Canel geride kaldı, görev aldılar. Yıl yıl değişen yönetimde çok kişi görev aldı. Ancak ana isimler değişmedi. Bu nedenle de başarı yakalandı. İlk yıl, Selahattin Yarar’ın görevi bırakması ile herkes şokta idi. Uzun süre yönetim tedirgin oldu. Bu nedenle 1959/60 sezonunda etkili olamadı. Sonraki sezonlarda bilinçli hareketle başarı yakalandı. 1960/61 de üçüncü, 1961/62 de ikinci ve nihayet 1962/63 de İstanbul Profesyonel Mahalli I. Lig şampiyonu olmayı başardı. Fakat I. Kümeye yükselme kısmet olmadı, zira Orhan Şeref Apak Federasyonu II. Türkiye Ligini kurunca bu lige alındık. II. Türkiye Liginde yıllarca oynadık. Başarısız olup III. Türkiye Ligine düştük, başarılı olup tekrar II. Lige yükseldik. 1981/82 sezonu sonunda ise kırk iki yıllık özleme son verildi, artık I. Ligin takımı olmuştuk.

Arkadaşlar, bugüne kadar başarıları da başarısızlığı da birlikte yaşadık. Arzumuz başarıların devamıdır. Şimdi seçtiğim ve önemli gördüğüm bazı konular üzerinde durmak istiyorum.

Kardeşlerim, başarının temelinde üç ana unsur yatar: Yönetim, Para, Sporcu. Bu üç unsur kendi içlerinde çok daha fazla kollara ayırabiliriz.

Yönetimde devamlılık, kararlılık ve uyumlu olmak çok önemlidir. Yönetim kurulunu belirlenen günde toplanabilmeli, bilerek, duyarlı olarak, ileriye dönük kararlar alabilmelidir.

Yönetim kurulu gelir getirici önlemler almalı, israftan kaçınmalıdır. Ayrıca transfer çalışmalarında iki ölçüyü esas almalıdır. Birincisi keseye göre deneyimli futbolcu transferi, ikincisi istikbal vadeden futbolcu transfer etmesidir. Bir üçüncü husus da kadroyu tümden değiştirme yoluna gitmemelidir, yani kadroyu bütünüyle bozmamalıdır. Bırakacağı futbolcuları elden çıkarırken heyecanı kaybolmuş, doyuma ulaşmış, beklemeye alışmış futbolculardan başlanmalıdır.

Bizim kulüp bu çalışmayı fevkalade başarı ile yapan bir kulüptür. Eskiden Celal Demir, Selahattin Yarar, sonraları Kenan Dereli, Ayhan Erman, Sami Canel veya diğer kulüp sempatizanları, izledikleri genç, yetenekli ve keseye uygun futbolcuları kulübe transfer ettirerek güçlü kadroların oluşmasına yardımcı olurlardı.

Yönetim kurulu seyirci ile iyi iletişim kurmalı, fakat onlara teslim olmamalıdır. Taraftarların futbolculara bakış açılarının iyi oluşmasına çalışılmalı, fakat içli dişli olmamalarına da gayret edilmelidir. Futbolcu taraftarla işli dişli olursa felaket olur. Zira; kötü bir maçtan sonra taraftar futbolcuya karşı tavır koyabilir. Buna muhatap olan futbolcu moral olarak yıkılabilir. Olan da kulübü olur. Bu benim sizlere ikazım değil, yılların deneyiminden gelen görüşlerimdir. Taraftarların, maçların dışında ilgi göstermesi gereken şey kulübe üye olmaları ve her yıl muntazam olarak aidatını ödemeleri genel kurullara katılarak sorumluluk almalarıdır.

Yönetim kurulu diğer çalışma alanları dışa dönük politika izlemeleri ve sosyal bir yaşam benimsemeleri gerekir. Tabii ezeli rekabetten gelen kin, kıskançlık ve çekememezlik terk edilerek en iyi dost, ezeli rakiptir anlayışını benimsemelidir.

Sarıyer ve Sarıyer gibi kulüplerin sorunlarından en büyüğü seyircidir. Yeteri seyirciye sahip olamadıktan sonra başarılar geçici olur. Sarıyer kendi alanında beş binden az seyirciye oynarsa başarılı sayılamaz. Seyirci sayısını arttırmak gerekir. Bu stadımız yetmemelidir. Bu sayıdan aşağıya düşmesi halinde kulüp kan kaybediyor demektir. Aslında İnönü Stadında, Fenerbahçe ve Ali Sami Yen’de oynadığımız maçlarda daha çok seyirci buluyorduk. Nedeni, İstanbul’un her semtine yakın olmaları ve ulaşım kolaylığıdır. Sarıyer öylemi? Sarıyer dışından seyircinin gelip geri dönmesi azap verici oluyor. Bir takımın sürekli çok iyi oynaması da beklenemez. İyi oynadığı sıralar çok seyirci bulurken, kötü oynadığında büyük seyirci kaybına uğraması mukadderdir. Biraz olsun bunu yaşıyoruz. Tabii ki üç büyük kulüp seyircisinin Sarıyer’imizde de çok sayıda olduğu gerçeği inkar edilemez. Bu d ahi seyirci kaybıdır Sarıyer için.

Kulübümüzde futbol dışındaki amatör dallara da eğilmek, yatırım yapmak gerekir. Voleybol, basketbol, hentbol ve atletizm gibi dallara iyi yatırım yapılabilse, bu dalda yarışan sporcular, sporcu yakınları, hatta arkadaşlarının da Sarıyer Spor Kulübünü benimsemeleri ve maçlarına gelmeleri mümkün olur. Bir dönem bunun semeresini gördük.

Sarıyer’in il takımı değil, semt takımı olduğunu unutmayalım. Aslında ilçe takımı bile olamadı. Zira, kurulduğundan bu yana yıldızı barışmadı ilçenin diğer semt takımlarından. Onlar da bir türlü benimsemediler Sarıyer’i. Bütün bunlara karşın Sarıyer bir mucizeyi gerçekleştirdi. Bir semt kulübü, hadi ilçe kulübü diyelim profesyonel ligleri aşar ak I. Türkiye Ligine yükseldi, ligin en üst sıralarında yer aldı¸ milli takımlara sayısız futbolcu verdi.

Profesyonel liglerde bir ilçe takımının bu kadar büyük başarı kazandığı görülmemiştir. Bu bir mucizedir ve bu mucizeyi yaratan bizim kulübümüzdür.

Arkadaşlar kulübümüze başarılar diliyor, size de sabırla bizi dinlediğiniz için teşekkür e diyorum.

SARIYER HÜSEYİN KALKAVAN LİSESİ TARİH ÖĞRETMENİ

Kendimizi, kim olduğumuzu bilmemiz ve daha iyi tanıyabilmemiz için öncelikle tarihimizi bilmemiz gerekir.
Evet Türkiye’de yaşıyoruz. Adımız; Ayşe, Hatice, Ahmet, Yaşar, Osman ama biz kimiz? Nerelerden gelmişiz? Yurt edindiğimiz ve vatan dediğimiz topraklara nasıl sahip olmuşuz? Bu güne gelinceye kadar neler yapılmış, nelerle karşılaşmışız?
Soruları yanıtlamadan, konumuzun tarih olduğu anlarız. O halde biraz tarihin derinliklerine inelim ve oradan yola çıkalım.
Tarihin derinliklerine inelim derken şunu da belirtmek isterim; tarihin derinliklerine inmeye çalışmamız halinde bitmez konuşmamız. Çünkü insanlık tarihi çok eskidir, binlerce yılı içine alır. İnsanlık tarihi ile de Türklerin tarihi başlar. Bu demektir ki İnsanlık eşittir Türk. Hangi milletin askeri fethettiği topraklar üzerinden geçerken, istirahat anında, bağdan yediği üzüm için “Bağ bizim değil, parasını ödemeliyiz” diyerek, kese ile parasını üzüm asmasına bağlar ve bilerek hak yemeden kurtulur.
Dünyaya yayılma yani büyük göçün Orta Asya’dan başladığı kabul görür. Hepimiz öğrenmişizdir büyük doğa olayları, bilhassa kuraklık nedeni ile Orta Asya’da yaşanmaz olunca buradaki insanlar, uçsuz bucaksız Ora Asya’yı; boy boy, oymak oymak, budun budun, kol kol, aşiret aşiret terk ettiler. Bu toplulukları oluşturanlar insanlar dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Asya’nın kuzeyine, doğusuna, güneyine, daha çok da batıya! Orta Asya steplerinden ayrılmayanlar ise hala oradalar, yaşamlarını devam ettiriyorlar.
Türkler demiştik. Türkler tarih kitaplarına göre 16 büyük devlet kurdular. Büyük Hun İmparatorluğu, Hazarlar, Gazneliler, Altınordu Devleti, Batı Hun İmparatorluğu, Ak Hun İmparatorluğu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Göktürkler İmparatorluğu, Uygur Devleti, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Büyük Timur İmparatorluğu, Avar İmparatorluğu, Karahanlılar, Harzemşahlar, Babür İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu olarak 16 (On altı) Türk Devleti kuruldu. Osmanlı İmparatorluğu Türkiye’ye dönüştü. Son yıllarda ise yeni Türk Devleti olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) yeni bir Türk Devleti olarak dünya devletleri arasındaki yerini aldı. Yeni Türk Devletleri ve Muhtar Cumhuriyetleri ise ayrı bir konu olarak işlenebilir. Kurulan ve bayrakları günümüze kadar gelen 31 yeni Türk devleti ve muhtar cumhuriyet vardır.
Büyük göçte iki önemli kol vardı. Hazar Denizi kuzeyinden ve güneyinden gidenler. Hunlar, Hazarlar ve Avarlar kuzeyden gidenler oldular. Büyük Komutan Atilla tarafından Avrupa’nın ortasında Hun İmparatorluğu’nu kurdular (Macaristan’da). Kuzeyden giden bazı küçük gruplar da oldu. her biri Avrupa’nın kuzeyinde değişik yerlerinde yurt edindiler. Bunlar bir kısmı Finlandiya Türkleridir. Bunlar Hıristiyan ve Müslüman Türkler olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. 1970’ li yıllarda Beşiktaş Jimnastik Kulübünün transfer ettiği İbrahim Atik Finlandiya Türklerindendir. Finli güreşçilerin büyük bir kısmı da Hıristiyan olmalarına karşın Türk kökenlidir.
Hazar denizinin kuzeyinden giden bir Rusya’nın bir bölümüne yerleştiler. Bir kısmı da Bulgaristan’a inip yurt edindiler. Maldovya Türkleri bunlardandır. Bu Türkler Hıristiyan Türklerdir. 1980’li yıllarda TRT de bir programda Ertürk Yöntem Maldovya’ya gidip Gagavuz Türkleri ile görüşüp, röportaj yaptı. Müthiş bir heyecan ve duygu ile izledim. Nedense Televizyonlar, iyi programları, gece geç saatlerde yayınlıyorlar. Nedeni anlamak mümkün değil! Her halde kimse bir şey öğrenmesin istiyorlar!
Efendim, programda Maldovyalı Gagavuz Türkleri seyrediyoruz. Büyük bir bölümü köylerde yaşıyor. Zengin bir hayat yaşadıkları söylenemez. Aynen Türk Köylüsü özelliği taşıyorlar. Bahçeleri, inekleri, ahırları, evleri küçük ve baraka tipinde, basit köy evleri gibi. Bizim köylülerden farkları yok gibi. Ertürk Yöndem soruyor
“Türkçe’nizi sanıl korudunuz?” Gagavuz Türkünün verdiği yanıta bakın:
“Biz Türk’üz, ana dilini insan unutur mu?” Soruyor Ertürk Yöndem;
“Okulunuz var mı?” İşte verilen yanıt:
“Okulumuz var ama, Mustafa Kemal öldükten sonra Türkiye’den ne okuma kitabı, ne kalem, ne defter ne de öğretmen gönderildi. Yetim bıraktılar bizi!”
Gözlerim yaşardı. İşte bu olay nedeni iledir ki Türk deyince; iki yaşındaki bebe eveleyerek, geveleyerek ATATÜRK demeye çalışmaktadır. Ne hikmetse ilk öğrendikleri isim ve ATATÜRK olmaktadır. Maldovya’da yurt edinen Gagavuz Türklerini düşünen, kollayan Mustafa Kemal kendi ulusu için neler yapmaz?
Bir başka anımı sizinle paylaşmak isterim: Çok yakınım olan bir arkadaşım hastalandı. Birkaç ay sonra da hanımı hastalandı. Aradılar ve bakıcı olarak bir kadın buldular. İsmi: MARİ. Hastaneye gidip gele dost olduk. Çok düzgün Türkçe konuşuyordu.
“Ne kadar zamanda ve nasıl öğrendim Türkçe’yi?” diye sordum. Mari hayretle yüzüme baktı ve:
“Ben Türk’üm, Moldavyalıyım ama Gagavuz Türküyüm. Esas Türk biziz” dedi. Ben hemen yaptığım gafı düzeltmek için:
“Mari biz aslımızı koruduk, siz Hıristiyan oldunuz. Gel seni de Müslüman yapalım!” dediğim de:
“Allah birdir, o size de bize de yeter” diyerek konuşmasını kesti.
O günden sonra hala Mari kadınla görüşürüz. Ailemizden biri oldu da diyebilirim.
Konuyu fazla dağıtmayalım. Hazar denizi güneyinden geçenler ise Oğuzlardı. Oğuz ve Oğuz boyları; Soldlar, Kayılar, Karakeçililer, Türkmenler ve diğerleri Anadolu topraklarına girdiler.
Arabistan’ın kuzeyinde yurt edindiler. Burada kalmayanlar Filistin üzerinden Afrika’nın kuzey kısımlarına giderek yurt edindiler.
Bu tanımı yaptıktan sonra Anadolu topraklarına gelebiliriz. Orta Asya Türklerinin dini inançları Şamanizm’di. Türkler şaman dinini kabul etmişlerdi. Bu dinle ilgili olarak pek çok alışkanlık günümüze kadar geldi. Ölenlerin arkasından ağıt yakmak, mezarlara bez bağlamak, taş dikmek gibi.
Türkler “İslamiyet’i, sevdim kabul ettim” diyerek sahiplenmedi. Uzun yıllar devam eden temaslar ve hatta savaşlar neticesinde Türkler İslam dinini yani Müslümanlığı kabul ettiler. Halifeler döneminde ve bilhassa Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde başlayan İslam dinini güçle yayma, dini değişik ülkelere giderek tanıtma çabaları sırasında Türkler İslamiyet’le tanıştılar. Müslümanlığı kabul edene kadar da hayli direnç gösterdiler.
İslamiyet’in yaygınlaşması ve yayılması; Emeviler, Abbasiler, Eyyübiler dönemlerinde fazlaca devam etti. İslamiyet Afrika’nın kuzeyini takiben Avrupa’ya geçti. Fas üzerinden Avrupa’ya geçen Tarık Bin Ziyad İspanya’da Endülüs İslam Devletini kurdular. Bu devlet aynı zamanda sanatı ve bilimi de Avrupa’ya taşıdı. İbni Haldun ve İbni Rüşt gibi bilim adamları ile Avrupa’da iz bıraktılar.
Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri, Oğuzların yaptıkları akınlarla ve Selçuklu Devleti ile oldu. Biz olayı 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile başlatalım.. 1071 de Anadolu’ya doğru ilerleyen Alpaslan kumandası altındaki Türk Ordusunu durdurmak için Romen Diyojen’in kumandasındaki Bizans ordusu ile Malazgirt’te karşı karşıya geldiler. Savaş Alpaslan’ın zaferi ile sonuçlandı. Böylece Anadolu kapıları Türklere açılmış oldu.
Aslında Oğuzların yaptıkları akınlar sonucu değişik yerlerde yerleştikleri biliniyordu.
Selçuklular Anadolu’nun güneyinde, Bağdat’ta kendilerine yurt edindiler ve Büyük Selçuklu Devletini kurdular. Selçukluların son dönemlerinde Baş Vezir olan Nizami Mülk 1088 de ilk üniversiteyi kurarak eğitim alanında çok büyük atılım yaptı.
Büyük Selçuklu Devleti kardeşler arasındaki ihtilaf nedeni ile ikiye ayrıldı. Ayrışma ve saltanat kavgası Melikşah’ın ölümü ile başladı. Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1299) ise mimari, edebiyat ve daha doğrusu sanatı Anadolu’ya taşıdı. Şöhreti günümüze kadar gelen ve öğretisini milyonlarca insanın benimseyip izlediği bir kimse olan Mevlana Celalettin Rumi (Belh 1207- Konya 1273) Anadolu Selçuklu Devletinin en önemli isimlerinden biridir. Mevlana’nın en önemli eserleri Divan-ı Kebir ve Mesnevi’dir. Anadolu Selçuklu Devletinin bu önemli tasavvuf ehli Farisi’dir. Türk’tür iddiası varsa da Mevlana tüm eserlerini Farsça yazmıştır.
Anadolu’da Selçuklu Devletinin güçlü beylikleri vardı. Örnreğin; Tulun Oğulları, İhşid Oğulları, İzmir Oğulları, Dilmaçlar, Danişmentler, Saltuklular, Ahlatşahlar, Artuklular, İnal Oğulları, Mengücekler, Çoban Oğulları, Karaman Oğulları, İnanç Oğulları, Sahip Ata Oğulları, Aydın, Teke, Eretna, Dulkadir, Ramazan, Kadı Burhanettin, Eşref, Germiyan, Çandar, Menteşe, Pervane, Hamit Oğulları gibi.
Anadolu Selçuklu Devletinin sona erişi Osmanlı İmparatorluğu’nun temelinin atıldığı dönemlere rastladı. Selçuklu Hükümdarı Melikşah’ın torunları olan Osmanlıların aynı adı taşıyan devleti 1299 kuruldu. Anadolu Selçuklu Devletinin uç beylerinden olan Osman Bey devletin temelini attı.
Osman Bey kendi beyliğini ilan edebilmesi için mücadele etti. Toplanan ağalar meclisinde kendisine rakip gördüğü amcası Dündar Bey öldürerek beyliğini ilan etti. Osman bey döneminin önemli bilginlerinden Şeyh Edebali’nin kızı Bala Hatun ile evlendi.
Osman Bey Beyliğini güçlendirmek ve genişletmek düşüncesinden hareket ederek hanımının “Biz Türk’üz, Türk ve Müslüman bir kız alalım” şeklindeki ısrarlarına Osman Bey
Karşı çıkmış ve Yarhisar Tekfurunun kızı Horofira’yı oğlu Orhan’a alarak, Osmanlılara yabancı kadınlarla evlenme yolunu açtı. Bu yol Padişah II. Abdülhamit’e kadar devam etti.
Osmanlı Beyliği 1299 dan 1389 ‘a kadar 90 yıl beylik olarak kaldı ve Osman Bey (1299-1324), Orhan Bey (1324-1360) ve I. Murat (1360-1389) tarafından yönetildi. Artık Osmanlılar devlet oluyordu. Orhan Gazi Bursa’da ölünce yerine I. Murat geçerken iki erkek kardeşini boğdurdu. Böylece kardeş katlini başlatan ilk Osmanlı Beyi oldu.
Osmanlı güçleniyor, genişliyor, Bursa ile yetinmeyip I. Murat döneminde Trakya, yani Avrupa anakarasına geçerek Başkenti Edirne’ye taşıyordu. I. Murat, oğlu Savcı’ yı kendisine rakip gördüğü için öldürttü. I. Murat ölünce (1389) yerine oğlu Beyazıt (1389-1402) geçti ve Yıldırım lakabını aldı. Yıldırım Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk padişahıdır. İlk üçü Osman, Orhan ve I. Murat Bey idiler. Bunlardan sonra gelenler ise Padişah oldular.
İki Türk’ün savaşı Yıldırım Beyazıt’ın döneminde oldu ve Timurlenk ile Ankara’da karşılaştı. Timur’un Moğol Türk ordusu ile Osmanlı ordusu arasında yapılan savaşta yüz binlerce asker öldü. Savaşta Yıldırım Beyazıt yenildi (1402). Karısı Olivera ile birlikte Timur’a teslim oldu. Teslim sırasında Timurlenk kahkaha ile güler ve nedenini anlatır Yıldırım’a:
“Eeee benim bir ayağım topal. Bu dünyanın bir topal ile bir köre kalmış olmasına gülerim” der. Timur haklıdır, zira kendisi topal (aksak) dır, Yıldırım’ın da bir gözünün kör olduğu söylenir.
Yıldırım’ın ölümü ile taht kavgası başladı. Yönetim de boşluk oldu. Yıldırım’ın oğulları Çelebi Mehmet ile kardeşi Süleyman ayrı ayrı saltanat kurma uğraşı verdiler. Nihayet Çelebi Mehmet Padişah oldu (1413-1421). On üç yılı devam eden kargaşa döneminde Çelebi Mehmet bütün kardeşlerini öldürttü.
II. Murat (1421-1451) dönemi Osmanlı İmparatorluğunun huzura kavuştuğu ve başarılara koştuğu dönemdir. “ Yoruldum, dinlenmem gerek” diyerek oğlu II. Mehmet’i padişah yapmış (1441) fakat başlayan savaş nedeni ile Çandarlı Halil Paşa’nın isteği ve dayatması üzerine tekrar II. Murat tekrar Padişah olmuştur. Üç yıl sonra yani 1444 de “Padişahlık oğlum Mehmet’indir” diyerek II. Mehmet yani Fatih Sultan Mehmet 17 yaşında padişah oldu (1444-1481) ve İstanbul’un fethini gerçekleştirdi (1453). Artık İstanbul Osmanlıların, Türklerindin. İstanbul’un fethi ile bir çağ kapanmış ve yeni bir çağ açılmıştır.
Fatih Sultan Mehmet, Bizanslılara çok hoşgörülü davrandı. Dini görevlerini rahatça yapmalarını sağladı, Patrikhane’ye dokunmadı. Bununla da yetinmedi Ermenilerin Bursa’daki Patrikhanelerinin İstanbul’a getirilmesine izin verdi.
Fatih Sultan Mehmet bir yandan, yeni yeni fetihlerle Osmanlı İmparatorluğunun sınırlarını genişletirken, bir yandan da meşhur Fatih Kanunnamesini çıkardı. Bu kanunname ile ileri bir adım atıldı. Devlet yönetimi yeni kurallara bağlandı. Fakat hala ürperti veren: “VE HER KİMSEYE EVLADIMDAN SALTANAT MÜYESSER OLA KARINDAŞLARKINI (kardeşlerini) NİZAMI ALEM İÇİN (Dünyanın düzenini korumak için) KATLETMEK (öldürmek9 MÜNASİPTİR (uygundur). EKSERK ULEME )alimlerin çoğu) TECVİZ (onay) ETMİŞTİR. ANINLA (onunla) AMEL OLALAR (bunu uygulayarak)” şeklindeki kanun maddesini koyarak, padişahların kardeşlerini öldürmelerini yasalaştırdı ve ilk uygulamayı kendi kardeşi olan altı aylık kundak çocuğu Hasan’ı öldürterek yaptı.
Fatih Kanunnamesini okuduktan ve o günden Osmanlının son yıllarına kadar gelen uygulamalar görüldükten sonra, Türk büyüğü olarak MUSTAFA KEMAL’ in ne denli büyük ve anlamlı devrimleri gerçekleştirdiğini anlamış oluruz. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet bütün bu tür uygulamalara son vermiş ve Türkü çelişkiler yumağının içinden çekip çıkarmıştır.
Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlılar altın dönemini yaşadı. Karadeniz Trabzon Rum Pontus İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Balkanları topraklarına kattı. Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra iki oğlundan II. Beyazıt Padişah oldu (1481-1512). II. Beyazıt’ın bir ismi de Beyazıd-ı Veli’dir. Bu padişahın büyük başarısı iki asırdır Osmanlılara karşı direnen Karamanoğullarını 1501 de Osmanlılara katmaktır.
Fatih Sultan Mehmet’in diğer oğlu Cem Sultan, II. Beyazıt’ın padişah olması üzerine isyan etti. Bursa ‘da kendi Padişahlığını ilan etti. Ülkede kaos başladı. Sultan II. Beyazıt, Cem Sultanın üzerine gitti. Cem Sultan yurtdışına Malta’ya kaçtı, oradan İtalya’ya gitti. İtalyanlar tarafından Papaya teslim edildi. Papa tarafından Osmanlılara karşı kullanıldı ve nihayet 1495 de Napoli’de zehirlenerek öldürüldü. Cem Sultan’ın oğlu Oğuz da 9 yaşında Nizam-ı Alem için öldürüldü. Diğer oğlu Şehzade Murat, babasının sürgünü sırasında Rodos’a yerleşti. Bir İtalyan hanımla evlendi, Hıristiyan oldu Pierre adını aldı. Rodos’ta yaşadı, çoluk, çocuk sahibi oldu. Halen Malta’da yaşayan George Said-Zammid Cem Sultan’ın torunu olarak yaşamını sürdürmektedir.
Cem Sultan’a yapılanlar, II. Beyazıt’ı yıprattı. Kendisine veli denmesine karşı her türlü alemde bulunması affedilmedi ve tahttan indirilip yerine oğlu I. Selim Padişah oldu.
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) Osmanlı İmparatorluğunun en kudretli Padişahlarından biriydi. İlk işi, tahta çıktığı ilk gün, Padişahlıktan çekilen babası II. Beyazıt’ı boğdurtmak oldu. Yavuz Sultan Selim çok savaşçı bir padişahtı. İran Seferine çıktı, Çaldıran’ da İranlılardı yendi , döndü. Mısır seferine çıktı. Suriye’yi, Filistin’i (1517) aldı. Mısır’ı ele geçirdi. Türk Devleti olan Kölemenlerin egemenliğine son verdikten sonra Hicaz’ı (Arabistan’ı) topraklarına kattı. Böylece halifeliği de aldı. Bundan sonra Osmanlı Padişahları aynı zamanda Müslümanların halifesi oldu. Yavuz Sultan Selim Avrupa’ya yeni bir sefere çıkarken hastalandı ve öldü (1520).
Yeni Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) ilk işi orta ve doğu Anadolu üzerine baskı uygulamak oldu. 46 yıl padişah olarak hüküm sürdü. Bu güçlü Padişah da evlat katili oldu. Veliaht oğlu Mustafa Amasya valisi idi. Diğer oğlu Selim, Cihangir ve Beyazıt idi. Sarayda değişik kökenli kadın sultanların rekabeti vardı. Mustafa’nın senin yerinde gözü vardır, padişahlık istiyor denilerek, Kadın sultanlar tarafından dolduruldu, ikna edildi.. Padişah Anadolu’ya sefer çıktığında Konya’da konakladı. Amasya valisi olan oğlu Mustafa babasını ziyarete gitti. Üvey anası Hürrem Sultan (Roksana) kocasına ve damadına etki yaparak Padişah’ı “Saltanatı senden almaya” geldi diyerek kışkırttılar. Şehzade Mustafa babasının elini öpmek üzere çadırın içire girer girmez, cellatlar üzerine çullanarak orada boğdular (06.11.1553). Daha sonra Şehzade Mustafa’nın oğlunun satırla boynunu vurdular, anasını iple boğdular. Akabinde de Mustafa’nın diğer yakınlarını öldürdüler. Kanuni Sultan Süleyman oğlu Cihangir’i ve dört torununu da öldürterek müthiş bir rekor yaptı. Osmanlı tarihinde en çok yakını öldüren Padişahlardan biri oldu.
Kanuni Sultan Süleyman, Osmanlı İmparatorluğunu zamanla çökerten kapitülasyonları kabul ederek yabancı ülkelere imtiyaz tanıyan ilk padişah oldu. Padişah yeni bir sefer için gittiği Sigetvar’ı kuşatması sırasında hastalanarak öldü.
Vatandaşı olmakla övündüğümüz Cumhuriyet bütün çarpıklıkları ortadan kaldıran bir idare şeklidir. Baba, oğul, kardeş katlini ortadan kaldırdı; saltanatının devamı için her şey yapılabilir anlayışını yıktı. Yaşamın savaşla değil barışla da olabileceğini gösterdi. İşte bu nedenledir ki Cumhuriyet’i kurarak gençliğe armağan eden Mustafa Kemal’i seviyoruz, sevmeye devam edeceğiz.
Osmanlı İmparatorluğunun gelişmesi ve genişlemesi, Padişahların katı tutumu, dirayetleri ve bizzat orduların başında savaşa gitmeleri ile oldu. Yükselme dönemi padişahı Yavuz Sultan Selim (1566-1574), Sultan III. Murat (1574-1595), Sultan III. Mehmet (1595-1603), Sultan I. Ahmet (1603-1617), Sultan II. Osman (1618-1622) ve Sultan IV. Murat (1623-1640) dönemlerinde devam etti.
Bilahare önce durulma sonra da gerileme devrine girildi. Gerileme devre Karlofça Antlaşması (26.01.1699) ile başladı. Orta Avrupa kaybedildi. Kırım Hanlarının kaypaklığı, düşman tarafa geçmeleri Osmanlının yenilgi almasının en önemli nedenlerindendir.
Osmanlılar bu tarihten sonra bir daha toparlanamadı. Zaman zaman girilen savaşlarda başarı sağlandı ise de devamlılık yenilgiden yana oldu.
Ordu üzerine yeniliğe gidilmesi, yenicelerin kaldırılması yerine Nizam-i Cedit’in kurulması nedeni ile akan sel gibi insan kanı bile Osmanlıya yaramadı. Zira teknoloji takip edilemediğinden yenilgiler de kaçınılmaz oldu.
Sarıyer’i çok seven Sultan III. Selim’in yeniliğe yönelmesi, tahttan indirilmesine sonra da öldürülmesine neden oldu. Olay Sarıyer’de Rumelikavak’ta başladığı için biraz bilgi vermek isterim:
Yeniliğe karşı gelenler hemen harekete geçtiler. Rumelikavağı’ndaki kalede Yeniçeri Çavuşu olan Kabakçı Mustafa yeniçerileri kışkırttı. Diğer kalelere de haber salındı ve III. Selim’i devirmek için harekete geçtiler. Çayırbaşı’ndaki Fidanlığın olduğu alanda binlerce yeniçeri toplandı. Yürüyüşe buradan başlandı. Padişah sarayına gidilene kadar asilerin sayısı daha da arttı ve Saraya hücum ettiler. Saray fazla direnemedi ve III. Selim Tahtan indirildi yerine asilerin istediği IV. Mustafa tahta çıkarılarak Padişah yapıldı. III. Selim de saray içinde hapsedildi. Başlayan yenilik hareketleri durduruldu. İsyanı başlatan Kabakçı Mustafa Boğazlar Kale Muhafızlığına getirilerek ödüllendirildi. Sefer’de olan Alemdar Mustafa Paşa olayı duyunca geri döndü. Hemen Sarayın üzerine yürüdü. Ne var ki III. Selim’i tekrar padişah yapacağını anlayan Padişah IV. Mustafa ve yandaşları III. Selim’i hapsedildiği oda da öldürdüler. Alemdar Mustafa Paşa, Yarhisar Ayanı Ali Bey üç yüz askerle Kabakçı Mustafa’nın üzerine gönderdi. Rumelifeneri’ndeki evinde kıstırılan Kabakçı Mustafa orada öldürüldü. Kabakçı’ nın mezarı orada eski mezarlıktadır.
Osmanlı bir daha toparlanamadı. İstikrarsız çizgisi ve toprak kaybı devam etti. Padişah II. Abdülhamit (1876-1909) her alanda baskıcı bir yönetim kurdu. Toprak kayıplarını önlemek için savaştan çok diplomasiyi tercih etti. Fakat baskıcı olması halkı bıktırdı. Öyle ki bazı kelimelerin, örneğin; Hürriyet, musavat, hak, hukuk, burun, anarşi, kargaşa, kıtal, hal, Bosna, Hersek, Girit, Anayasa, Saray, Yıldız gibi kelimeleri bile yasakladı. Aydınlar ülkeyi terk ettiler, bir kısmı çeşitli vesilelerle yurtdışına sürgüne gönderildi (Hicaz, Taif) orada boğduruldular (Mithat Paşa).
Sultan Abdülhamit’in baskıcı yönetimine tepki Selanik’ten geldi. Türkiye’nin başına çok büyük işler açacak olan İttihat Terakki Cemiyet’i kuruldu. Genç subaylar Enver ve Resneli Niyazi hakli padişaha karşı kışkırtıp ayaklandırdılar. Üst rütbeli askerler ve vali gibi görevliler etkisiz hale getirildi. Sonuçta II. Meşrutiyet ilan edildi (1908).
Artık Osmanlı İmparatorluğunda hakemi mutlak İttihat Terakkidir. İttihat Terakki Cemiyetinin ünlü isimlerinden bir kısmını saymak isterim:
Enver Paşa (Asya’da vuruşarak öldü), Talat Paşa (Berlin’de, Ermeniler öldürdü), Cemal Paşa (Ermeniler öldürdü), Dr. Nazım (Atatürk’e suikast nedeni ile asıldı), Mithat Şükrü Bleda, Bahaddin Şakir (Berlin’de Ermeniler tarafından öldürüldü), Cavit Bey (Atatürk’e suikast nedeni ile asıldı), Mahmut Şevket Paşa (İttihatçılar tarafından vuruldu), Prens Sait Halim Paşa (İtalya’da Ermeniler tarafından öldürüldü), Kuşçubaşı Eşref, Resneli Niyazi, Eyüp Sabri, Süleyman Askeri, İsmail Canpolat (Atatürk’e suikast nedeni ile idam edildi), Ömer Naci, M. Celal Bayar, Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil (İdam edildi)…
Hatırlatalım; Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir, Hüsrev Sami de ittihat terakki mensubu idiler. Fakat diğerleri gibi etkin görev üstlenmediler. Hatta ısrarla uzak durmaya çalıştılar. Fikir birliği içinde olamadılar, bu nedenle de yolları ayrıldı.
1909 da 31 Mart Vakası meydana geldi. Bu aslında gerici bir ayaklanmadır. Nedeni istikrarsızlık ve keyfi yönetimdir. Aydınlar öldürülmeye başlanır. İsyan Selanik’te duyulur ve “Hareket Ordusu” Mahmut Şevket Paşa’nın kumandası altında İstanbul üzerine yürür. Mustafa Kemal kurmay heyetindedir ve ordunun ismi ona aittir.
Hareket Ordusu irtica hareketini bastırır. Derviş Vahdet-i ve yandaşları öldürülür. Bu olayın sonucu olarak Padişah Abdülhamit tahtından indirilir. Yeni Padişah Mehmet Reşat’tır. Ama nafile Padişah kim olursa olsun her geçen gün ülke tükenmekte “HASTA ADAM” ölmektedir.
Ordunun yenilenmesi ve güçlenmesi için dost Almanya tercih edilir. Almanlara yeni yeni imtiyazlar ve ordu içinde üst düzeyde yetki verilir.
Aç Avrupa doymak bilmez. “Hasta Adam” dedikleri Osmanlının üzerine gider. Ne var ki Osmanlıyı maceraya sürükleyenler kendi ittihatçılardır. Enver Paşa’dır, Talat Paşa’dır. Enver Paşa Almanlarla gizli antlaşma yapar. Savaş açmak için fırsat bekler. İşte böyle bir ortam da oyun sahnelenir ve Almanların Goben (Yavuz) ile Breslau (Midilli) zırhlıları (savaş gemileri) Çanakkale Boğazından içeri girerek Osmanlı’ya sığınır. Enver Paşa kendi oyununu sahneye koyar ve Goben’deki Alman askerlerine Osmanlı üniforması giydirilir. Artık işe Karadeniz’e çıkmaya kalmıştır. Goben Karadeniz’e açılır Rusya’nın Odesa, Sivastopol ve Kefe şehirlerini bombalar böylece Birinci Dünya Savaşı da başlamış olur (02.11.1914).
İtilaf Devletleri; Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ, Belçika ve Rusya ve Amerika. Müttefik Devletleri ise; Türkiye. Almanya, Avusturya ve Macaristan’dır.
İtilaf Devletleri deniz yolu ile Çanakkale üzerine yüklenir. Yüzden fazla düşman donanması ile yapılan taarruzdan sonuç alamaz, kava savaşları başlar.
1914 kasımında başlayan I. Dünya Savaşı dört yıl sürer.Çanakkale Savaşlarında yüz binlerce şehit verilir (253 bin denir, iki taraftan 550 bin civarında olduğu söylenir). Ülkenin okumuş gençliği Çanakkale savaşlarında kırılır gider. 16-18 yaş arasındaki gençler; Askeri Lise öğrencileri, Galatasaray Lisesi, Vefa Lisesi, Pertevniyal Lisesi öğrencileri askere giderler hepsi şehit olur, geri dönen olmaz.
Çanakkale Savaşlarında bir kişi dikkat çeker. Komutan olarak Allah’ın bir lütfü olarak Türk anan8ın oğlu Mustafa Kemal. Ordunun yanlış idare edildiğini görüyor ve Alman General Liman von Sanders’e itiraz ediyordu. Alman Komutan önemsemiyordu Mustafa Kemal’i ve “Söylediğin gibi olmaz” diyordu. Üsteliyor Mustafa Kemal “Böyle olur, böyle olması gerekir, çaresi yok” dedikçe Alman komutanın kafası karışıyor ve sonunda kızarak:
“Bu ordular sana fazla gelir” diyordu. Mustafa Kemal komutayı almakta kararlıydı:
“Az gelir paşa, az gelir” diyerek kumandayı almakta kararlı olduğunu gösteriyor ve sonunda görevi alıyordu. Orduyu yeniden düzene sokuyor, safları sıklaştırıyordu.
Çanakkale Savaşları biraz da Mustafa Kemal’in savaşlarıdır. Bu savaşlardan bir iki olayı anlatmayı yararlı görüyorum:
Mustafa Kemal, düşmanı takip ederken 27. Alayın bir bölüğünün kaçtığını görür ve müdahale eder:
“Neden kaçıyorsunuz?”
“Efendim düşman!”
“Düşmandan kaçılmaz!”
“Cephanemiz yok!”
“Cephaneniz yoksa süngünüz va. Süngü tak yere yat”. Askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askeri de yere yatar, saldırısını durdurur. Mustafa Kemal anılarında “SAVAŞI KAZANDIĞIM AN İŞTE BU ANDIR” der.
Mustafa Kemal Son taarruzu yaptıracaktır. Sabah 04.00 de siperlerin en önüne gider ve:
“Ben kırbacımı indirdiğim zaman, süngü hücumuna başlanacaktır” der. Anılarında bu anı şöyle yazar:
“Düşmanla bizim siperler arasındaki mesafe dört beş metreden fazla değil. Yani elini uzatsan düşmanla el ele geleceksin. Askerlerimizden bilenler Yasin okuyor. Fatiha okuyor amin diyor. Bilmeyenler Kelime-i şahadet getiriyordu. Her biri biliyordu ki sağ kalmak yok, şehit olacaklardı”.
Mustafa Kemal kırbacını yere indirir indirmez süngü hücumu başlar. Kazanan Mustafa Kemal’in şehit olmayı şeref bilen askerleri olur. Binlerce asker şehit olur ve bu savaş kazanılır. Yani “Kınalı Kuzular” ın öldüğü savaştır bu savaş. Şimdi filmi oynuyor TRT de. On altı on yedi yaşlarında, adına Mehmet diyelim delikanlı zorla askere yazdırır kendini. Anası yolcu ederken sacına kına yakar (sürer). Arkadaşları, komutanları nedenini sorar. Bilmediği için mahcup olup ve annesine mektup yazarak cevap ister. Mektup gelir ama, savaşta şehit olmuştur, cevabı öğrenemez. Arkadaşları okur mektubunu, anası şöyle yazar:
“Memedim, bizde üç şeye kına yakarlar. Koyuna kına yakarlar bayram da kurban olsun diye, geline kına yakarlar kocasına yar olsun, kurban olsun diye. Bir de askere giden gençlere kına yakarlar vatanına kurban olsun diye”
İşte Osmanlı’nın yok soyduğu, vurup kırdığı adeta nefes aldırmadığı Anadolu’nun delikanlılarının bir de bu tür kurban oluşları vardır. Hem de severek, isteyerek.
Savaşlar; Suriye, Filistin cephesi. Darmadağınık bir ordu. Bastıran İngilizler, Müslüman Türkü arkadan vuran Araplar. Gelen bozgun, dağılan ordu. Nerede ise ordu bütünü ile yok olmaktadır. İngilizler orduyu çember içine almış, kurtulmaları imkanı yok gibidir. Mustafa Kemal çadırında çaresizdir. Sık sık gelen raporları gözden geçirir, umutlu değildir. Gece geç vakit, gaz lambası altında, emir subayından gelen haberleri öğrenir. Emir subayı:
“Paşam kurtulma ümidi hiç yok mu?” diye sorar. Dava arkadaşı aklına gelir, onunla başaracaktır büyük işleri ve duraksamadan yanıt verir:
“Bir tek İsmet Bey (İnönü) kurtulsun yeter!”
İsmet Bey sadece kendisini değil, büyük kayıplar veren birliğini de büyük bozgundan kurtarır.
Ülkeye dönüşü başlar Mustafa Kemal’in. Adana’dan rapor gönderir ve ülkenin hangi şartlarda kurtulacağını anlatır, harbiye nazırı olmak için görev ister. Ne Padişah ve ne de Sadrazam dinlemez, bildiğini okurlar.
Sonrası malum, siz de bilirsiniz, okumuşsunuzdur, filmlerini seyretmişsinizdir. Ama yine de kısaca bilgi vereyim.
Suriye dönüşü Haydarpaşa’dan karşıya geçerken İstanbul’u işgal eden düşman savaş gemilerini Dolmabahçe önünde demirli görür ve yaveri Cevat Abbas’ a:
“Geldikleri gibi giderler” der. Mustafa Kemal’in dediği olur, ulusal kurtuluş savaşı sonunda geldikleri gibi gittiler.
Mustafa Kemal Beşiktaş’ta Akaretler’de oturan Annesinin yanına gider. Birkaç gün kaldıktan sonra, işgal askerlerinin sık sık eve gelmeleri üzerine Şişli’ ye taşınır (Şişlideki bu bina halen Atatürk Müzesidir). Gündüz dostları ile buluşur, geceleri sık sık Pera Palas oteline gider, vakit geçirir. Bir gün yine Pera Palas Oteline gider ve tek başına bir masada oturur. Biraz sonra bir garson gelir ve;
“Paşam karşı masadaki İngiliz paşalar sizi masalarına davet ediyorlar” der. Kimi, nerede misafir edecekler. Kızar Mustafa Kemal:
“Onlar burada misafirdir, nasıl olsa gideceklerdir, buyursunlar, benim misafirim olsunlar” diyerek garsonu gönderir.
Ülkeyi berbat eden ihtirasları nedeni ile ülkeyi kaosa sürükleyen, batıran Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa Ülkeden kaçarlar. Mustafa Kemal onların viran ettiği topraklar üzerinde bir binada ülkenin kurtuluşu için çareler arar. Masa başında ayaktadır. Masa başında oturan ve harita üzerinde çalışan İsmet Beye (İnönü) sorar:
“Anadolu’ya gidecek yol var mı?”
“Yol çok, mıntıkalar çok” diye yanıt verir İsmet Bey. İşte böyle başlar Anadolu’ya geçiş. Bazı ağızlar konuşur, bazı kalemler arzu duyarak yazar ve şöyle derler:
“Ülkeyi kurtarmak için Vahdettin bol bol altın para verip Anadolu’ya gönderdi!” Asla doğru değil. Ülkeyi kurtarmak için gönderilmedi. İstanbul’un işgali üzerine bilhassa Karadeniz yöresinde yerli Rum ve Ermenilerin ayaklandığı görülür. Yerli halk üzerine baskı kurarlar. Devlet kuvvetleri bir şey yapamayınca, yerli halk kendisini savunmak için direniş örgütleri kurar. Halk dilinde çeteciler denir bu örgütü kuranlara. Yerli azınlık İşgal kuvvetlerine baskı altına olduklarını bildirir ve yerli direnişçilerin susturulması talebinde bulunur. Direnişçileri susturacak bir komutan aranır ve akla Mustafa Kemal gelir. Mustafa Kemal’de gidebilmek için hayli uğraş verir ve netice de gönderilmesine karar verilir. Buna rağmen Mustafa Kemal’den çekindikleri için ne iz in belgesini imzalarlar ve ne de yetkilerinin zne olacağı konusunda yazı yazarlar. Yetkilerini kendi hazırlar ve ekibi ile beraber bandırma vapuru ile yola çıkar.
19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkar. Hemen çalışmaya başlar. Samsundan Havza’ya oradan Amasya’ya geçer. Bu yolculuk sırasında yemek için mola verilir. Mustafa Kemal yemek yedikten sonra tek başına biraz dolaşmak ister. Biraz ilerledikten sonra uzakta çift süren bir adam görür. Yanına gider. Gördüğü durumdan ürker, üzülür. Sapan süren adamın sapanın bir yanında bir inek, bir tarafında da yaşlı bir hanım vardır. Anlar kadının eşi olduğunu. Mustafa Kemal adamı konuşturur:
“Efendi, düşman ülkeyi işgal etti. Samsun’da bile düşman askeri var, sen çift sürüyorsun?” Yaşlı adam, durur ve elini beline koyduktan sonra:
“Bey, aha düşman bu sınırdan içeri girmedikçe benden hayır yok. İki kardeş üç oğul verdim savaşlara, giden gelmedi.”
Mustafa Kemal dalar gider. Yürür kendi başına ve söylenir “Halk yılgın, perişan. Bu yılgın ve perişan halkı harekete geçirmek, ayaklandırmak lazım”
Erzurum Kongresi yapılacak. Mustafa Kemal Sarayla, Padişahla, hükümetle ters düşmüştür. Hükümet ve Padişah tutuklanmasını ister. Bir gün çalıştığı binanın penceresinden Kazım Karabekir Paşa’nın geldiğini görür. Telaşlanır habersiz gelişinden. Değişik düşünceler içindedir. Ya tutuklamak için geliyorsa? Kapı açılır Kazım Karabekir Paşa. Mustafa Kemal’e askerce selam verir ve
“Ben ve Kolordum emrinizdeyim paşam!”. Rahatlar Mustafa Kemal.
Mustafa Kemal Padişah ve Hükümetle ipleri koparacaktır. Padişah Mustafa Kemal’in telgraf başına gelmesini ister. Saatlerce telgraf başında tartışılır ve sonunda Mustafa Kemal Hükümetin, Padişahın tehditlerine karşı son kararını verdim:
“Sine-i millete döndüm!” Yani Devlet memuriyetinden, askerlikten istifa ettim.
Sivas kongresinde de enteresan olaylar oldu. Günlerce sürdü kongre. Mandacılarla, millicilerin sert tartışmaları oldu. Bir kısım üye Amerikan Mandasını, bir kısım üye İngiliz mandasını kabul etmek için uğraşır. Konuşmalar bütün şiddeti ile devam ederken, gençleri temsilen kongreye katılan Tıbbiye öğrencisi Hikmet Bey (Orhan Boran’ın babası) haykırır:
“Madem mandayı kabul edecektik buraya neden geldik!”
Sivas kongresi, Ankara’ya varış, meclisin açılması. Çetelerin, efelerin bir araya getirilerek direnişlerin başlatılması. Düzenli orduya geçiş, Çerkez Ethem’ in hayalı davranışı. Sakarya Meydan muharebesi, büyük taarruz “Ordular ilk Hedefiniz Akdeniz’dir ileri” emri ve İzmir’e giriş.. Mudanya ve Lozan antlaşmaları. Devrimler. Meclise verilen bir kanun teklifi ile “5 yıl aynı yerde ikamet etmeyenlerin milletvekili seçilemez” şeklinde bir kanunun kabulü istenir. İsteyen mersin Milletvekili Selahattin Beydir. Mustafa Kemal yanıt verir:
“Hayatım boyunca savaş meydanlarındayım. Hiçbir yerde üç, beş yıl ikamet etmedim ki. Maksadınız beni seçtirmemektir. İşte buna gücünüz yetmez!”
Şu hususu da belirmek isterim. Mustafa Kemal için eğitim ön koşuldur. Bunun içindir ki ordu savaş içinde iken Mili Eğitim Şurasını topladı. Toplantı salonuna erkek ve hanım öğretmenler ayrı ayrı yani haremlik ve selamlık şeklinde oturdular. Durumu gören Mustafa Kemal üzülür ve M.E.Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’e şöyle der:
“Neden öğretmenleri kadın erkek olarak ayrı ayrı oturtuyorsunuz. Ya hanımlarınıza itimadınız yok ya da siz kendinize güvenemiyorsunuz” diyerek kadın erkek eşitliğine değindi. Günümüzün feministlerinin kulakları çınlasın!
Konuşmamı bitirmeden bir hususu daha belirtmek isterim. Mustafa Kemal, Milli Mücadeleye başladığı tarihten ölene kadar hiç yurtdışına gitmemiştir. Yurtdışına gittiği yıllar 1919 dan önceki yıllardır. Bu da şu demektir. Cumhurbaşkanı olarak hiçbir devlet başkanının ayağına gitmemiştir. Buna karşın pek çok ülkenin devlet başkan, kralı ve sair en üst derecede sorumluları Türkiye’ye gelerek Gazi Mustafa Kemal’i ziyaret etmek ihtiyacını hissetmişlerdir. Örneğin. Afgan Kralı Emanullah Han (20.05.1928), Irak Kralı Emir Faysal (16.6.932), Yugoslavya Kralı Aleksander (04.10.1933), İran Şehinşahı Rıza Pehlevi (16.06.1934), İngiliz Kralı IV. Edvart (06.06.1936) ve Romanya Kralı Karol (04.09.1936) Mustafa Kemal Atatürk’ü ziyaret edenler arasındadır.
İngiliz Kralının İstanbul’a gelişleri ve Mustafa Kemal Atatürk’ü Dolmabahçe sarayına gelişleri sırasında deniz motorundan karaya çıkarken pantolonu tozlanır, kirlenir. Kral eliyle pantolon paçasındaki tozları silmek isterken Mustafa Kemal mani olur ve: “Ülkemin toprağı temizdir, sizi de kirletmez” der, temizliğin pantolon paçasında değil, insanın ruhunda olması lazım geldiğini anlatır.
Dolmabahçe Sarayında İngiliz Kralı IV. Edvart şerefine ziyafet verilir. Dolmabahçe Sarayının büyük salonunda verilen ziyafet sırasında garson krala servis yaparken tabağı düşürür. Böylesine önemli bir ziyafette, rezillik denecek kadar büyük bir hatadır bu. Ama bunu yapan bir Türk garson ve karşısında Mustafa Kemal vardır. Mustafa Kemal krala dönerek yüksek sesle:
“Ekselansları ben milletime her şeyi öğrettim ama bir tek uşaklığı öğretemedim” diyerek utanılacak durumu, gururlanacak duruma getirir.

Evet böyle. Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı İmparatorluğunun son günlerine geldik. Buradan da Cumhuriyetin kuruluşunu gördük. Cumhuriyetin kuruluşu ile Mustafa Kemal’in devrimleri peş peşe gelir: Örneğin; Saltanat ve hilafetin kaldırılması, Laik devlet düzeninin kabulü, Yeni takvimin kabulü, Latin harflerinin kabulü, tevhidi tedrisat kanunun kabulü, tekke, zaviye, türbe ve medreselerin kapatılması, Kadınlara seçme seçilme hakkının verilmesi, kapitülasyonların kaldırılması, şapka ve kıyafet kanunun kabulü gibi pek çok önemli devrimleri gerçekleştirerek Türk halkına uygarlık yolunu açar.
***