20 Eylül 2009 Pazar

SARIYER YAZILARI - 1

Sarıyerli ol, Sarıyer’de yaşa, Sarıyerliyim de ama Sarıyer’i yazma! Olur mu? Tabii ki olmaz. Mavi ile yeşilin kucaklaştığı bu sahil şeridinde her daim huzuru bulduğun gibi muzırı da bulursun!

Sarıyer, Sarıyer olalı huzurla muzırı birlikte yaşadı. En huzurlu göründüğünde karşısına çıkan bir muzırın yarattığı hava ile ne huzurun kalır ve ne neşen! Her biri peşi sıra kaybolur gider.

Sabahın alaca karanlığı kaybolmaya başlamadan uykunun en derin zamanında denizden gelen heya mola sesleri ile uykundan uyanır “Zamanı mıydı” diye bağırarak başını yorganın içine sokar yeniden uyku uyamaya çalışırsın. Böylece huzurlu gecenin sabahı huzursuzlukla yoğrulur durursun!

Sabahın mahmurluğunda ise günlük gazeteni almak için sokağa attığında kendini, Taşiskelenin ön tarafına sıralanan balıkçı tezgahlarında, sabah sabah, tutulan taze balıkları zevkle seyrederken huzur denizinde yüzer, sabaha karşı seni uykudan edelerin, bu balıkları tutan balıkçılar olduklarını hatırlamazsın bile!

Taşiskele; esnafla eşrafın, gençle yaşlının; işsizle işi olanın bir arada yaşayıp durdukları bir yerdir. Balıkçısı, madrabazı, kumcusu, hamalı, inşaatçısı, ayakkabı boyacısı ve dahi seyyar satıcısı iç içedir Taşiskele çevresinde! Bu asırlık, hatta tarihin çok eski derinliklerinden günümüze kadar ulaşan Taşiskele Bizans öncesi yapılardandı. Siyah plaka taştan yapılmış, taşlar arasında kurşunla, demirle veya betonla her hangi bir bağlantı yapılmadan iki-üç metre genişliğinde yapılmış ve kullanıla gelmiştir bin dokuz yüz doksan dokuz yılına kadar!

Deniz sahiline inenler, hele sabah namazına gelenler mutlak, barınak girişinden Taşiskelenin en son noktasına kadar yavaş yavaş yürüyerek ve sabah keyfini yapar. İyot kokusunu yudum yudum içine çekerken, denizin göz kamaştırıcı maviliği ile gönül denizinde yüzer, arkasını döndüğünde Kocataş tepesinin yeşili içinde kaybolur ve huzur gölü içinde bulur kendini. Huzur gölünde ya da huzur ovasında, olmazsa olmazı ile huzur dağında dolaşırken Deli Avcı’nın hayırlı basması ile nefretin doruğa, hırsın zirveye çıkar ama dönüp baktığında “Deli Avcıyı” görünce bir muzırın eline düştüğünü anlarsın! Ama yapacak bir şeyin yoktur, mecburen güler geçersin. Hiç kimse deli ile deli olmaz ki! Olmaya koşsa da beceremez ki!

Cami arkasında iki kahvehane! Biri Kürdün Süleyman’ın kahvesidir. Bu kahvehaneden biri mahallenin hatırlı eşrafı ile reislerin diğeri küçük balıkçıların! Yani oltacılar ve küçük ağ balıkçılarının; manyat çekenlerin ve tayfaların oturdukları kahvehane! Kahvehanin içi karanlık, 40 mumluk tek bir elektrik lambası sadece kendisini aydınlatır. Beş altı ahşap masa üzerinde kalın mermer üstlük ve belki de her biri onbeş yirmi yıllık birer teneke küllük! Gecenin kör vaktinde geldikleri belli olan tayfaların kırık dökük sandalyeler üzerinde esneyip uyudukları, zaman zaman kafalarının öne düştükleri görülür. Kayık sahibinin “Haydi denize” deyişi ile hareketlenme olur ve birer ikişer kahvehane boşalır, yarım saat içinde kimse bulunmaz kahvehanede! Kahvecinin işi o anda kara tahtaya (borç tahtası) bakmaktır: Kaç kahve, kaç çay borç içilmiştir!

Sabah namazından sonra bu sabahçı kahvehanesi nefes alır hale gelir, içeride kimse kalmaz ve kahveci zaman zaman küfrederek zaman zaman da yanık bir türkü tutturarak temizlik yapar. Ama çok geçmez, yedi on vapuru ile Beşiktaş’a Eminönü’ne gidecekler yolculardan bazıları, gelir iki poğaça ile büyük bardak bir çay içerek güne başlar ve çekip giderler! Öğle saatlerine yakın denizden teker teker gelir balıkçı kayıkları. Ya balık tutabilmişlerdir ya da tutamamışlardır. Her zaman papaz pilav yemez, bazen bereketi çok olur denizin bazen de yem vermez bir Allah’ın kuluna! Kayıklar küçük limana/barınağa bağlandığında kıç veya baş üstünde üç beş çavalye dolu balık varsa keyfine diyecek yoktur balıkçının! Bir iki çavalye balık ise sadece masrafın çıktığının resmidir. Eğer bir çavalye balık varsa o gün mideler bayram eder, o balıklar kayık sahibi ile yanında çalışan tarafından paylaşılır!

Bu kahvede huzur arayanlar sadece huzursuzluğu bulur! Zira cebi sıcak adam aransa da bulunmaz, her biri kıt kanaat geçinip giderler. Tek sermayeleri ehli namus (namuslu) olmaktır!

Buradaki ikinci kahve Kırmızı Ahmet’in işlettiği kahvedir. Yerden birkaç basamak yukardadır ana zemin! İki üç merdivenle çıkılır kahveye. Çift peykelidir. Üç dört ahşap masa ve kısmen sağlam beş on sandalye! Duvarda bir iki eski fotoğraf! Fotoğraflardan biri peşin veren esnafın hali ile borç veren esnafın halini tasvir eder. Bu nedenledir ki Kırmızı Ahmet’in ocak duvarında yaz boz tahtası yoktur. Yani veresiye içilen çay ve kahvelerin yazıldığı bir kara tahta yoktur.

Kırmızı Ahmet’in kahvehanesi, Sarıyerli balıkçı reislerinin, manyat ve dalyan reisleri ile ekâbiranın, yani cebi sıcak olanların oturdukları kahvehanedir. Burada az konuşurlar, ama hep işten konuşurlar. Hemen hemen hepsi yaşlıdır. Sağır Eşref, Hacı Müezzin Mehmet Raci Efendi, Dalyancı Ömer Bey, Uzun Ahmet, Arıcı İzzet, Şaban Reis, Hasan Reis, Çolak Hayri Dayı ve ötekiler!

Kışın ayrı yazın ayrı güzelliği vardır Cami arkasının! Yaz gecelerinin mehtabı, soğuk kış gecelerinin dondurucu ayazı, gök gürlemesi ve şimşek çakması! Kahvehanelerin önündeki Taşiskele barınağında kayık ve sandalların solağan denizleri (dalgaları) ile birbirlerine hışımla çarpmalarının yarattığı huzursuzluk ve korku! Rüzgar uğultusu ve kahvehanenin camlarını kıracakmış gibi vuran dolunun çıkardığı sesler!

Kış günlerinin en meraklı yanı; cesaretlerini göstermek için güç koşullarda balığa gidenlerin dönüşlerinin heyecanlı beklenmesidir. Dönüşlerde gecikme oldu mu yaşlı genç balıkçı reislerinin tahminleri başlar ama yine de bir nokta da durur. Karar kesin gibidir: “Ya şimdi gelir, ya da bir kıyıya inmiştir”. Hani, hiç birisinin aklına balığa giden balıkçının sandalının batması ve canını yitirmesi, yani boğulması gelmez!

Sarıyer Ali Kethüda Merkez Cami arkası, yani sabahçı kahvehanelerinin olduğu yer yazın daha güzeldir, daha sevimlidir, daha ilgi odağı olur. Cumartesi ve pazar günleri işe gitmeyen Sarıyerlilerin uğrak yeridir! Alır Sarıyer Karaköy Börekçisinden simidini veya poğaçasını buraya gelir, çaylarını da içerek öğle saatine kadar vakit geçirirler. Öğleden sonraları buraların sahipleri daha çok İstanbul’un değişik semtlerinden gelen Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerdir. Kahvehaneler içerdeki kırık dökük masaları dışarı çıkarır, müşteri bekler. Kaç kişi gelirse gelsin sevindirici olur. Zira peşin para vereceklerdir. Öğle saatinden başlarlar sökün etmeye, akşam saatlerine kadar oturarak gününü gün eder ve Sarıyer’in huzur veren havasını teneffüs ederek akşamı yaparlar. Temiz hava, iyot kokusu, taze balık, Sarıyer muhallebisi ve böreği ile huzurlu, eğlenceli ve dinlendirici bir gün arkada bırakılır.

HAY Allah hala neredeyiz? Nerede kaldık? Neden hala geçmişin izlerini taşımaktan vazgeçemiyoruz?

Hala oradayız, hala o izleri taşımaktan hoşlanıyoruz çünkü huzura, samimiyete, temiz havaya, çevre temizliğine, insanlığa hasret kaldık da ondan!

Etrafımıza bakındığımızda kirlilik diz boyu! Hava kirliliği, çevre kirliliği daha önemlisi kişilik kirliliği! Nerede çıkar gözetmeden hatır soranlar, nerede göz göze geldiğinde selam verenler, nerede arkadaşlarının derdini kendisine dert edinenler! Kalmadı, hiçbir şey kalmadı denilse yeridir! Maddi değerlerle birlikte manevi değerlerde yitip gitti! Her şey çıkara dayalı!

Kahvehaneler içkili lokanta oldu! Tarihi Sarıyer limanı (Barınak) imansızca, tarihi marih düşünülmeden acımasızca yıkıldı; yerine beton ve demir boru yığını ucube, şekilsiz bir liman yapıldı. O kadar kötü dizayn edilmiş ki, biraz dalga olduğunda limandaki kayıklar adeta birbirini yiyor, her kış birkaç tekne batıyor limanda! Hal böyle iken gel de eskiyi arama, nostaljiye takılma!

Daha doğrusu gel de Sarıyer’i yazma!



İbrahim BALCI

07.11.2008

Hiç yorum yok: